Ege Cansen

Çekicileri yollardan çekin

21 Ağustos 2013
Şuna kesinlikle eminim.

Şehir içi ulaşımı düzenleyen ve yönetenler “yol kullanım verimliliğini” arttırma ümitlerini kaybetmiştir. Onlar eski tabiriyle “idareyi maslahat” ederek mesailerini tamamlıyor. Günümüzün değişiyle “..miş gibi yapıyor”. Ben “..miş gibi yapmak” tabirine, ilk defa psikoloji profesörü Doğan Cücenoğlu’nun bir kitabında rastlamış ve bayılmıştım. Eğer görevli kişi: 1) Kendine verilen görevin doğruluğuna ve yapılması gerektiğine inanmıyorsa, 2) Yapması zor geliyorsa veya 3) Yapmasına engel olanlarla başa edemiyorsa, “yapıyor-muş” gibi davranır.
ŞEHİRİÇİ TRAFİĞİN TÜMÖRÜ PARK YASAĞINA UYULMAMASIDIR

Cadde ve sokaklarda park yasağına uymayarak yolun bir şeridini otopark haline getirenler, üç şeritli yolun kapasitesini % 30, iki şeritlinin %50, tek şeritlinin %100 azaltır. Bu daraltma İSPARK tarafından da yapılsa sonuç değişmez. Bırakın “Park Edilmez” levhasını “Acil Ulaşım Yolu” veya “Durulmaz” işaretinin tam altında, dönemeçlerde, otobüs ceplerinde veya duraklarında aracını sorumsuzca park edenleri caydırmanın yöntemi yollarda çekici dolaştırmak, bunlara siren çaldırmak değildir. Hele, hele bunların kolayına gelen yerdeki araçları çekmesi hiç değildir. Çare: Cezadır. “Park yeri bulamayan ne yapsın?” diyenlere edepli cevabım şudur: Çıkarına en uygun ve bedava park yeri bulamamak, kişiye diğer araçların geçişini zorlaştırma veya engelleme hakkı vermez. Onların yüzünden tıkanan yolda ilerleyemeyen otobüslerde ayakta duran insanlara eza etme hakkı hiç vermez. Arabasına uygun park yeri bulamayanlar arabasız vatandaşlar ne yapıyorsa onu yapsın.

AĞIR KUSURLU ARABA NEDİR

Yazının Devamını Oku

Kamu borcu, ülke borcu

17 Ağustos 2013
AKP iktidarının, ekonomide en çok gurur duyduğu iki değişimden biri “Kamu Borcu/Milli Gelir” oranının 2002’deki % 70’lerden günümüzde %40’ın altına düşmüş olmasıdır.

Diğeri de bütçe açığının azalmasıdır. Asaf Savaş Hoca’da “başarının sırrı işte burada” diye sık, sık ekonomi yönetimini kutlamıştır. Asaf Hoca, 15 Ağustos günü Vatan’daki köşesinde “2008 sonunda 200 milyar dolar olan Türkiye’nin “net dış yükümlülükleri”, 2012’de 420 milyar dolara tırmandı. Milli gelirden daha hızlı büyüdüğü için oranı da kritik %50’yi aştı” diye uyarıda bulundu. Demek ki, “Kamu Borcu/ Milli Gelir” oranın düşmesi tek başına fazla bir şey ifade etmiyor. Aynı anda “Ülke Dış Borcu / Milli Gelir” oranını da izlemek gerekiyor.

BİR KAMU VAR KAMUDAN İÇERİKamu sözcüğünün iki farklı, bir bakıma zıt iki anlamı vardır. Kamu, eski Türkçede “amme” hem “umum halk” hem de en geniş kapsamda “devlet” demektir. Ancak, kamu kelimesinin hem halk hem devlet anlamına gelmesi sebepsiz değildir. Çünkü son tahlilde devletin sahibi, halktır. Dolayısıyla, kamu borcu, halkın borcudur. Çünkü günün sonunda, kamu (devlet), kamuya (halka) vergi salarak borçlarını öder.

KAMU BORCUNUN ALACAKLISI KİMDİRGenel olarak kamu iç borcunun alacaklısı, o ülkenin halkıdır. Eğer kamunun dış borcu da varsa, o kısmın alacaklısı ülke halkı değil, yabancılardır. Türkiye gibi birikimli cari açığı olan bir ülkede, milli bankalarının mutlaka dış borcu vardır. Aynı bankaların varlıkları arasında devlet iç borçlanma senetleri mevcuttur. Dolayısıyla kamu/devlet, hiç dış borç almış olmasa da, bankaların bilanço yapısı dolayısıyla, iç borcunun bir kısmının nihai alacaklısı da yabancılardır.

BORÇ UMUMUN, ALACAK ÖZELİNDİRGenel olarak kamu borcunun alacaklısı da kamu (halk) tır. Ama konuya aileler düzeyinde bakılırsa, bazıları net alacaklı, bazıları da net borçludur. Türkiye yaşayan kabaca 19 milyon ailenin sadece 100 bini, banka mevduatının %90’na sahiptir. Buradan kalkarak, Devlet Tahvili ve Hazine Bonolarının % 90’nına da doğrudan veya dolaylı olarak bu 100 bin ailenin sahip olduğu söylenebilir. Hükümetler genelde “zenginlerden ödünç alıp, fakire yönelik sosyal harcama yapmak” veya “altyapı yatırımlarının finansmanı” için borçlanır. Bu sırada halk mutludur. Kriz çıkar istikrar önlemleri alınırsa, halk devletle külahı değiştirir. Yunanlılar gibi isyan eder. SON SÖZ: Borçta eşit ortaklık, varlıkta da eşitlik değildir.

Yazının Devamını Oku

‘Dünya ülkeleri borç batağında’ zırvalamaları

14 Ağustos 2013
ÜLKEMİZİN önde gelen yandaş gazetelerinden birinin ekonomi sayfasında şöyle bir haber-yorum gözüme çarptı.

“Çin’in dış borcunun mart ayında 764 milyar dolara çıkmasının ardından yaşanan iflaslar, gözleri diğer ülkelere çevirdi.” Bu haber-yorumu yazan ekonomi gazetecisi, metnin girişine bu bilgileri Dünya Bankası ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerinden derlediğini yazıyordu. Metinde yer alan bilgiye göre, ABD’nin “kamu dış borç stoku” 15 trilyon 929 milyar dolara ulaşırken, bu rakam neredeyse 15 avro bölgesi ülkesinin “kamu dış borç stoku” ne denk gelmiş. Bu bilgiler yanlıştır.

VEREM PSİKOZU

Yaşayarak öğrenmişizdir. Hasta insanları en çok teselli eden haber, sağlıklı bilinen nice insanın da çeşitli hastalığa duçar olmasıdır. Galiba Türkiye gibi “dış-borç-kolik” hale gelmiş bir ülkenin iktidar yanlısı gazetecileri, kendilerini halka “Başkaları bizden beter; biz yine çok iyiyiz” mesajı vererek hasta teselli etmekle yükümlü görüyor.

ÇİN’İN NET DIŞ BORCU YOKTUR, OLAMAZ

Cari fazla veren diğer bir değişle “tasarruf ihraç eden” Çin, Almanya, Hollanda, İsviçre ve Japonya gibi ülkelerin borçları, alacaklarından fazla olamaz. Ticari ve mali dış ilişkiler dolayısıyla her ülkenin diğer ülkelerden alacağı veya onlara borçları olabilir. Sadece borcuna bakıp, bir ülkenin “dış borcu arttı” demek yanlış değil, yalandır. Cebirsel olarak, dünya ülkelerinin dış borç ve dış alacakları toplamı sıfırdır. Çünkü muhasebe “çift girişli” tutulur. Bir ülkenin hesabına “borç” yazılırsa, diğer ülkenin hesabına aynı miktar “alacak” yazılır. Bunların toplamı da (hata ve unutma hariç) birbirine eşittir. Ancak dünya toplamında borçların, alacaklara eşit olması ülke bazında eşit olması demek değildir. Bazı ülkeler net alacaklı, bazı ülkeler net borçludur. Bu da birikimli cari işlemeler hesabından çıkar. Türkiye, çok borçlu bir ülkedir.

ABD’NİN KAMU DIŞ BORCU

Borçlusunun kamu, alacaklısı özel kişi ve kurumlar olan borca “kamu borcu” denir. Kamunun bir kesiminin, bir başka kesimine borcu, kamu borcu değildir. ABD’nin kamu borcu 16,5 trilyon dolardır. Bunun 4,9 trilyonu, kamu kuruluşlarının birbirine borcudur. 11,6 trilyonu ise özel kesimedir. Bunun da 5,3 trilyonu da yabancılaradır, yani dış borçtur. Ancak ABD kamu ve özel kesiminin tüm borçları kendi parası Dolar iledir. Yani ABD’nin dövizli dış borcu sıfırdır.

Yazının Devamını Oku

Ergenekon balyozu

10 Ağustos 2013
Kırk küsur yıl önce Arçelik’te personel müdürüydüm.

Yassıada duruşmalarını, haksızlığa şahit olup da bir şey yapamayanların ezikliğiyle izliyordum. Silivri duruşmalarını izlerken de aynı duygular içindeydim. Gördüm ki, böyle hisseden sadece ben değilim. Nitekim Silivri hâkimlerden, biri başkan olmak üzere yedisi, gidişata “ters” düştüklerinden görevlerinden alındı.

JÜRİ SİSTEMİ OLSAYDI NASIL BİR KARAR ÇIKARDIAcaba Amerika’da olduğu gibi, bu ceza davasında kararı halktan seçilmiş bir jüri verseydi, sonuç ne olurdu? Pek tabii jürinin kimlerden seçileceğine göre sonuç değişirdi. İTÜ Arenada konsere gidenler arasından seçilecek bir jürinin kararı, herhalde Kadir Gecesi Eyüp Sultan’a gidenler arasından seçilecek jürinin kararının tam zıttı olurdu.

KIYMET HÜKMÜ / DEĞER YARGISI“Yapay Zekâ” nın kurucularından Herbert Simon, ne hakkında olursa olsun alınan her kararın hatta edilen her cümlenin iki unsurdan oluştuğunu gözlemlemiş. Bunlardan birincisine “gerçekler” (facts), diğeri “value” (değer) demiş. Simon, “değer” öğesini (aslında değer yargısını), “doğruluğu veya yanlışlığı matematik ve mantıksal yöntemlerle kanıtlanamayan hüküm” olarak tanımlamaktadır. Simon, insan ile bilgisayar zekâları arasındaki farkın, önyargılardan kaynaklandığını söyler. Bilgisayarlar, önyargısız karar alma yazılımı kullanırken, insan beyni, “ön-değer-yargılı” muhakeme yöntemiyle çalışır. İnsan beyni, salt gerçeklere dayalı, %100 saflıkta “objektif” karar üretemez. Buna hukuk da dâhildir.

ORDU İSLAM’IN VASİSİ OLSAYDIHer dini ve İslâm’ı da reddeden ve Rusya’nın vesayeti altında yaşamayı tercih eden yerli komünistlerin, bundan 35 yıl önce Türkiye’de seçimle iş başına gelmiş olduğunu varsayalım. İktidardaki yerli komünistlerin Rusya’nın telkiniyle Kürt, Türk ve gerekirse daha fazla sayıda etnik temele dayalı devletçiklerden oluşacak bir “Anadolu Sovyetler Birliği” inşa etmekte olduğunu farz edelim. Bu şartlar altında Ordu’nun “İslam’ı ve İstiklâli” korumak adına hükümete baskı yaptığını, hatta akıllarından darbe yapmayı geçirdiklerini düşünelim... Bunu da o günkü hükümet istihbar edip, adalete intikal ettirmiş olsaydı. Acaba o tarihteki komutanlar hakkında mahkemeden çıkacak idam benzeri ağır cezaları için o günün dindarları, oh olsun! der miydi? AB ve ABD kararlar hakkında ne derdi? Demokrasi tramvayından, acaba kimler inerdi?

Yazının Devamını Oku

Eksi faiz servet vergisidir

7 Ağustos 2013
Yıllık enflasyon %9 (8,88) oldu. Bu, mal ve hizmetlerin Temmuz 2013’daki genel fiyat düzeyi bir yıl öncesinden kabaca %9 yüksek demektir.

Enflasyon, münferit kalemlerin nispi fiyat değişiklikleri göstermez. Yani domates fiyatları % 9’dan çok, kiralar daha az artmış olabilir. Ayrıca, ilan edilen enflasyon oranları, Türkiye ortalamasıdır. Yani bu oranlar, ilden ile de farklıdır. Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) ile ifade edilen enflasyonu ölçmenin birkaç faydası vardır. Bunların başında da “ücret ayarlaması” yapmak gelir. Zaten TÜFE, ücret karşılığı çalışanların eline geçen paranın, satın alma gücünde bir yılda ortaya çıkan aşınmayı gösterir. Bu yüzden enflasyon endeksine İngilizcede “Cost of Living” Almanca’da “Lebenshaltungkosten” Türkçede “Ücretliler Geçim Maliyeti” denirdi. Enflasyon, bir kerelik fiyat artışı değil “fiyatların ve ücretlerin” peş peşe arttığı bir süreçtir. Sadece fiyat artışı enflasyon yaratmaz.

FAİZ PARANIN KİRASIDIR

Faiz, paranın fiyatı değil, kirasıdır. Paranın fiyatı, ancak bir başka para birimine (veya sepete) göre söylenebilir. Eldeki para, yabancı para ile değiştirilmeden “fiyatı” belli olmaz. Gerçek kişinin para değiştirmesinde vergi yoktur. Ama para kiralamada vergi vardır. Onun için “para faizsiz-dükkân kirasız” olmaz. Maliye, “ödünç verdim-faiz almadım”, “dükkân arkadaşımın-kira ödemiyorum” savunmalarını kabul edemez.

EKSİ KİRA OLMAZ, AMA EKSİ FAİZ OLUR

Enflasyon, parasal varlıklarının “hem anasını hem de danasını” aşındırır. Bir yıl önce bankaya yatırılan 100 bin lira, yani “ana” para eğer enflasyon % 9 olmuşsa, bugünkü satın alma gücü 91 bin 740 liradır. Eğer bir yılda net 6500 lira faiz alınmış ise faizin yani “dananın” bugünkü değeri (satın alma gücü) 5960 TL’dir. Ana, dana ile birlikte 97 bin 700 lira eder. Yani 100 bin liralık mali servet azalmış, yani 2 bin 300 lira “servet vergisi” ödenmiş demektir. Eğer 100 bin lira ile bir dükkân alınıp, ayda net 500 liraya kiraya verilmişse yılın sonunda durum şudur: Dükkân yine 100 bin lira ediyordur. Alınan 6 bin lira kiranın, enflasyondan arındırılmış getirisi de 5 bin 500 liradır. Ana ile dana toplanınca varlık 105 bin 500 liraya ulaşmış yani 5 bin 500 artmıştır.

EKSİ FAİZ, DEVLET BÜTÇESİNE EK GELİRDİR

Türkiye’de özellikle 2003-2009 arasında, para sahibi yerli ve yabancılar yüksek reel faiz ele ettiler. Bu da ülkemizde “milli servet” dağılımını bozdu. Eğer bir ülkede belli bir dönemde nakit parası olanlar sırf faizle, servetlerini aşırı arttırdılarsa, bunu bir servet vergisi ile aşındırmak akla gelebilir. Uygulanan “eksi reel faiz” aslında gizli alınan bir “servet vergisi” dir. Servet vergisi ödemek istemeyen mevduat sahiplerinin, faizlerin yükselmesini istemelerine “faiz lobiciliği” denebilir. Buna karşı çıkanlar da “gayrimenkul lobisi” mensupları olmuyorlar mı?

Yazının Devamını Oku

FAVÖK’ü bırak VÖK’e bak

3 Ağustos 2013
Bugünkü yazı konusunu CEO’ların performans kriterlerinin en önemlisi olan kârın irdelenmesi olarak seçtim. FAVÖK “Faiz-Amortisman-Vergi-Öncesi-Kâr” demek.

Yani firmanın faiz ve amortisman giderleri ile ödeyeceği vergi sıfır olsaydı, ulaşacağı kâr rakamıdır. VÖK ise “Vergi-Öncesi-Kâr” demektir.

İŞ İDARESİ NEYDİ

Hocalarımız ve ustalarımız bize, VÖK’ü yani firma kârını istikrarlı bir şekilde arttırmanın, firma yönetme mesleğinin en önemli başarı kıstası olduğunu bellettiler. Bu düstur halka açık şirketlerde “hissedarlara en fazla değer yaratma” (best value for the shareholders) kıstası ile de örtüşüyordu. Çünkü kârını arttıran firma, daha çok temettü (kâr payı) dağıtıyor, firmanın borsa değeri de temettü oranına göre yükseliyordu. Böylece hissedarların hem gelirleri hem de servetleri aynı anda artıyordu. Bunu sağlayan yöneticiler de abat oluyordu.

İŞ İDARESİ NE OLDU

1980’den ve özellikle 1990’lardan sonra küreselleşme ile birlikte, uluslar arası dev firmalar, doyuma ulaşmış iç pazarlarından çıkıp, dünyaya açılmaya başladı. Bunlar, sektörü ve kâr etmeyi biliyordu. Onların ihtiyacı, yeni girecekleri ülkede, mümkün olan en yüksek piyasa payıyla işe başlamaktı. Bunun için kârlı olmasa da önemli piyasa payı olan yerel firmaları çok iyi fiyatla satın almaya başladılar. Böylece ucuzcu bir rakip de kendiliğinden elimine oluyor ve firmanın fiyat zammı yapma imkânı artıyordu. Durumu çakan yerel patronlar, “ürünlerini değil, firmalarını satarak” servete kavuşmaya yöneldi. Görüldü ki; küçük ama kârlı olmak değil, kârsız ama pazar payı büyük olmak para ediyordu. Onlar da hemen büyümeye yöneldiler. Büyüme, borç ve yatırımla oluyordu. Bu da faiz ve amortisman giderlerini arttırıp, kârı düşürüyordu. Bunu kamufle etmek için FAVÖK icat edildi. Kârsız şirketlere sakal bıyık takılıp, kârlı görünümü verildi. Firma değeri FAVÖK’ün 10 katıdır denince de zarardaki şirketler çok yüksek bedelle sahip değiştirdi Herkes zengin oldu.

ŞİMDİ NE OLACAK

Yabancıya gelin gidemeyen “kârsız büyümeci” yerel firmalar ciddi sıkıntıya düştüler. Üstelik bu firmaların başında kâr etmeyi bilmeyen patronlar ve yöneticiler var. Bunların kurtuluşu, yine de “satılmaktan” geçiyor. Ama alıcı diye ortada dolaşan “paralı yatırımcılar” da iş bilmiyor. Bu firmalara şimdi kâr etmesini bilen yöneticiler gerek.

Yazının Devamını Oku

En büyük günah: Kul hakkı yemektir

31 Temmuz 2013
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ekonomi gazetecileriyle bir iftar sofrasında buluşup, sohbet etmiş.

Yemekten sonra yaptığı konuşmada, en büyük günah “kul hakkı yemektir” demiş. Din bilginlerinden sıkça duyduğumuz, Allahın “Benim karşıma kul hakkı yemiş olarak gelmeyin” demesi de aynı mealde bir başla İslami hatırlatmadır. Bir başka söylem de milli servet savurganlığı veya talanı karşısında “Saçı bitmemiş yetimlerin hakkı yendi” ifadesidir.

DİYANET, MÜMİNLERİ AYDINLATMALIDIRBen bir iktisat yorumcusu olarak kul hakkı yemenin, gerçek hayatta ne anlama geldiğini örnekleriyle anlatabilirim. Hem de çok iyi anlatırım. Konuya giriş olarak, kul hakkı yemek “milli gelire az katkı yapıp, çok pay almak” demektir tanımını verebilirim. Bu ise fakirleşme kısır döngüsü yaratan bir toplumsal ahlaksızlıktır ve bununla mücadele edilmelidir diyebilirim. Ama laik bir insan olan benim söylediklerim, cennete gitmeyi amaçlayan Müslümanların indinde bir değeri yoktur. İslam’dan sadece bireysel değil, toplumsal bir fayda da çıkması gerekir. Ricam şudur: Gazetelerde veya TV’lerde halkı irşat eden din hocaları ile cuma hutbeleri hazırlayan Diyanet, “İslam’da günah olan kul hakkı yemenin ne tip eylemleri kapsadığını” örneklerle anlatmalıdır. Anlatmalıdır ki; insanlar hesap gününde zora düşmesin. Yoksa en çok kul hakkı yiyenler bile, “Ben hiç kul hakkı yemedim” aldanması içinde olabilirler. Bilmemek onları günahtan kurtarmaz. Bu vebal, cenazede helallik almakla da bitmez herhalde.

DAHA BÜYÜK GÜNAH: TOPLUMUN KUL HAKKINI YEMEKTİRKul hakkı yemenin iki yöntemi vardır. Birincisi ikili ilişkilerde karşısındakini kazıklamaktır. Mesela bir taksi şoförü Hava- limanından aldığı yabancı yolcuyu uzun yoldan götürüp iki misli para alarak veya bir doktor hastasını korkutup, pahalı ve gereksiz tıbbi tetkikler yaptırarak onu sömürebilir. En basitinden insanlar borçlarını ödemeyerek kul hakkı yiyebilir. Bunlar anlaşılması kolay olaylardır. İkincisi ve daha önemi olan yöntem ise, kamuyla yaptığı işlerde mesela “ihaleye fesat karıştırarak” veya “imar durumunu değiştirerek” “toplumun kul hakkını” yemektir. Diyanetin bilhassa bu ikinci tür “toplumun kul hakkını yeme” eylemlerini ayrıntılı bir şekilde anlatması şarttır. Bu kabil hayatın içinden açıklamalar Türk ekonomisinde verimsizliğine yol açan rüşvet ve irtikâbın kısaca çürümenin de çarelerinden biri olacaktır.

Son Söz: Din, Dünya içindir.

Yazının Devamını Oku

Bu yıl nasıl geçecek

27 Temmuz 2013
İktisatçılar tahmin yapmaya mecburdur. Çünkü toplum onlardan bunu bekler.

Herhangi bir konuda “tek” bir doğru cevap varken yanlış cevap sayısı mantıksal olarak “çok”tur. Yani tahminde yanılma ihtimali, tutturmadan daima yüksektir. Bu bakımdan iktisatçılar tahmin yapmaktan hoşlanmaz. Ama işlerinin gereği yapar; yaptığı zaman da kötümser tahminde bulunur. Çünkü işler fena gitmeyecek diye tahminde bulunmak fazla ilgi toplamaz. Üstelik “bu yıl kriz yok, hayat üç aşağı, beş yukarı aynen devam edecek” şeklinde yapılan bir kestirimin yanılma olasılığı da çok düşüktür. Ama hiçbir cazibesi yoktur. Buna mukabil, “kriz kapıda” şeklinde bir öngörü, bunu söyleyeni derhal ilgi odağı haline getirir. Bu yüzden iktisatçılıkta üne kavuşmak için “Felaket Kâhini” olmak (ve tutturmak) şarttır.

ALKOLİK İLE DOKTOR MUHABBETİ

Alkolik bir adam, yani öğle yemeğinden önce içki içmeden duramayan bir kişi, dilinin peltekleşmesi, burnunun kızarması ve yürürken yalpalama şikâyetleriyle doktora gider. Daha muayene başlamadan doktor, hastanın nefesindeki ağır alkol kokusunu alır. Hasta, hikâyesini anlattıktan sonra, derdinin çaresini sorar? Doktor da tedaviniz için neler yapılması gerektiğini anlatmadan önce size içkiyi bırakmanızın şart olduğunu söylemek isterim der. Hasta, “yahu her gittiğim doktor da aynı şeyi söylüyor, siz benim içkime karışmayın, beni tedavi edin, ben bunun için buradayım” der.

DIŞ-BORÇ-KOLİK

Türk ekonomisinin derdi “dış-borç-kolik” olmasıdır. Bu, aslında “halkı tasarrufa zorlamadan, yani milleti üzmeden yabancı sermaye ile iktisadi kalkınma” cingözlüğü sonucunda oluşan yapısal bir bozukluktur. Bu politika AKP ile de başlamamıştır. Ama 10 yılda 342 milyar dolar cari açıkla AKP bu politikanın şampiyonudur. İlgiyle izlenen “Faiz Lobisi-Başbakan” maçı, lobinin(!) galibiyetiyle sonuçlandı. Merkez Bankası faizleri arttırdı. Geçen hafta Başbakan Yardımcısı Babacan “faiz artacağının sözü bile yetti; bir haftada yurda 1 milyar dolar geldi” diye sevinçten gözleri parlayarak gazeteciler müjde verdi. Aslında bu ne hazin bir durumdur.

5-5-5 UYDURAMADIK 7-3-6 VERELİM

Bu yıla “enflasyon, büyüme ve cari açık % 5 olacak” diye başladık. Görünen o ki, enflasyon 7, büyüme 3 ve cari açık 6 olacak. Üstelik bu yıl “hem döviz fiyatları hem de faizler” artmaya devam edecek. Not: Bu kötümser bir tahmin değildir.

Yazının Devamını Oku