Bir saplantının romanı

Çok gariptir şu hayat... Sevdiklerimizin esiri oluruz. Onları öylesine benimseriz ki gündelik yaşamımızı belirlediğinin çoğu zaman farkına bile varmayız. Hem bir kızı seveceksin, tutku derecesinde onun peşine düşeceksin, müziksiz bir an bile yapamayacaksın, bir de bunların romanını yazacaksın. Şinasi Bademcioğlu, bu gelgitlerden başarılı bir roman çıkarmış ortaya.

Haberin Devamı

Şinasi Bademcioğlu, iyi bir gözlemci olarak roman kahramanlarının bütün özelliklerini romanına yansıtmış. Dostu yazardan arkadaş çevresine kadar. Onların dış ve iç dünyalarını mercek altına almış.
Bir eleştirmen, bir çevirmen nasıl olur? Kimlikleri tahlil ederek onları yeniden yaratmış. Birçok kimse kendini bulur. Kırıntılar arasında ben de varım.
Sevgilisi paralı, bir başka sınıftan, o da bunu seviyor. Her buluşmanın sonunda bir kavuşma bekliyorsunuz, sadece platonik şehvet titreşimleri yaşanıyor. Her buluşmadan sonra bir konsere gidiyorlar ya da başka bir yorumla, konsere gitmek için buluşuyorlar. Erkeğin soruları dahi aşka değil müziğe dair.
Konuların arasına
müzik parçaları giriyor
Kitabın adı: ‘Bir Günde Yazar Oldum’.
Doğrudur, o birikimin artık kâğıda dökülmesi gerekirdi. Kitabın adının öyküsünü öğrenmek için yazıyı sonuna kadar okumanız gerekecek. Kitap edebiyatla müziğin buluşması. Eleştirmen de müziği çok seviyor, ortak tutkuları... Romanı okurken onun yakın çevresini anlattığı kararına varacaksınız. Belki de kahramanları tanıyacaksınız.
İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’na giriyor ama çıkıyor. Kitap bu bilgiyle başlıyor. Ayten ve Şahin esas kahramanlardan ikisi. Ama hepsinin de ortak noktası müzik. Behzat, dinlediğinin derinine inmedikçe dinlemeyi bırakmıyor.
Behzat’ın müzik zevki parçalı. Hem Selahattin Pınar’ı seviyor, hem Nevzat Atlığ korosuna hayran hem de Brukner ve Mahler’e âşık.
Romancı ortam tasvirlerini hep müzikle yapıyor. Behzat’ın tedirginliğini anlatmak gerekirse Rus roman kahramanlarından örnek vermek gerek. Yusuf Atılgan’ı da hatırlatıyor bize. ‘Aylak Adam’ı... Eski İstanbul özlemini anlatırken Yaşar Güvenir’in benim de çok sevdiğim tangosunu anıyor: “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli...”
Romanın üslup özelliğinden söz edeyim... Konuların arasına müzik parçaları giriyor, belki de yazar bu bestelerle kelimelerini tamamlamak istiyor. Bu arada İstanbul’un çeşitli semtleri romana renk katıyor. Semt, müzik, edebiyat... Kahramanların zaaflarını ortaya koymaktır. İşte örnek: “Aklıma Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un ‘Kahire Üçlemesi’nin ikinci kitabı ‘Şevk Sarayı’nda roman kahramanı Yasin’e söylettiği söz geldi . ‘Hiçbir şey acınası bir yaşamın etkilerini insan vücudu kadar net kaydedemez. Kadınların neden giysi delisi olduklarını şimdi anlıyorum.”
Ayten’le ismi konulmamış dostluklarının buluşmalarını yakın arkadaşları da yorumluyor, başta İlhami olmak üzere.
Kitabın son paragrafıyla bitirmeli yazımı: “Öylesine ciddiydi ki artık inanmaktan başka çarem yoktu. Bu arada ilk yazımı yazdığımı düşündükçe heyecandan kalbim çarpıyordu. ‘Teşekkür ederim. Bir günde yazar oldun’ dediniz ya. Evet öyle dedim tabii.”
Bir saplantının romanı

Yazarın Tüm Yazıları