Ceren Şehirlioğlu

Yeni sezonda ‘Gezi’ etkisi

25 Ağustos 2013
Bu yıl bizi uslu uslu diziler, domestik yarışmalar, Gezi operasyonlarından paçayı kurtaran hikâyeler bekliyor.

Televizyonda Gezi temizliği yeni sezon başlamadan etkisini hissettirdi. Direnişi destekleyen taraf reyting kurbanı, yıldızları toptan uyuşturucu bağımlısı oluverdi. Tezahüratların sesi kısıldı, prime time eğlencesine domestik dokunuşlarla ‘evinizde uslu uslu oturun’ ayarı çekildi. Önümüzdeki yıl sokağın sesi susmaz belki ama, televizyonun sesinin tekdüzeliğe kurban gideceğinin işaretlerini birer birer almaya başladık.

‘Leyla ile Mecnun’u kaybettik

Son zamanlarda televizyon için yapılan en cingöz, en özgün işlerden biri meğerse hiç izlenmiyormuş! TRT reytinglerin düşüklüğüne bu zamana kadar dayanabilmiş, güle güle demenin vakti çoktan gelmiş geçiyormuş. ‘Leyla ile Mecnun’ gibi gündemi takip eden, raslantısal bir zamanda değil, bugünde yaşayan, ince bir mizahla, olan biteni kavrayan işler bir süredir iktidarın canını sıkıyor. Bir de eylemler sırasında oyuncularının gaz maskeli fotoğrafları sosyal medyayı coşturunca reyting bahanesiyle kenara çekilip haddinin bildirilmesine şaşırmak mümkün değil. O sözde izlenmeyen dizi, final kararıyla binlerce hayranını ayağa kaldırdı. TRT, ‘Televizyonda iyi şeyler de oluyor’ diyebilenleri yeni sezon için bir hayal kırıklığıyla daha küstürdü.

İşte bunların hepsi uyuşturucu bağımlısı!

Liste uzun. Bir anda 26’sı şarkıcı ve oyuncu 48 kişi uyuşturucu kullanmak ya da temin etmek iddiasıyla gözaltına alındı. Gezi eylemlerine destek veren Kenan İmirzalıoğlu, Berrak Tüzünataç, Sarp Apak, İlker Aksum, Özge Özpirinçci gibi isimler karar kesinleşmeden, adli kontrolleri yapılmadan ‘uyuşturucu itirafları’ gibi başlıklarla gazetelerin birinci sayfalarına düştüler. 5 Ağustos operasyonu, Silivri kararlarının açıklanacağı güne denk gelmesiyle ayrı bir tartışma penceresi açtı. Şimdi Türkiye’nin en çok izlenen dizilerinin yıldızları üzerlerindeki bu çamur lekesiyle hayranlarının, iş anlaşması imzalayacakları yapımcıların önüne salıveriliyor. Bu tesadüfler zinciri içinde Narkotik Şube’nin rutin operasyonlarından biriyle karşı karşıya olduğumuza inanmak da güçleşiyor.

Şşt bakalım! Şşt bakalım!

Digiturk Beşiktaş-Trabzonspor maçında ‘Her yer Taksim, her yer Direniş’ sloganı atan Beşiktaş taraftarını duyar duymaz efekti kıstı. ‘Spor dışı söylemlere yayın ilkeleri doğrultusunda izin vermediklerini’ açıkladılar. Yani spor dışı söylemin hangi koşullarda tehlikeli olduğuna, siyasi sloganın hangisinin küfür ve hakaretle yan yana geldiğine biz karar veririz, dediler. Bugüne kadar spor dışı bin meseleye ses çıkarmış taraftarların ağzından lafları cımbızla seçilir oldu. Mısır’daki darbe karşıtlarına destek veren Emre Belözoğlu kahraman, Çarşı marjinal sınıfına giriverdi. Yeni sezonda maçları izlerken de diken üstünde olacağımız belli oldu.

Uslu uslu evinizde oturun

Yazının Devamını Oku

Herkes Meryem herkes tükenmiş

18 Ağustos 2013
Meryem Uzerli bitap düşüp kaçtığı İstanbul setlerine dört şartla geleceğini açıkladı. Evrim Solmaz 14 saat çalıştığı diziden ayrıldı, davasını da kazandı. Türkiye setlerde en ağır çalışma şartlarına sahip ülkelerden biri. Ama düzene dur diyecek dalga kabarıyor.

Meryem Uzerli’nin bölüm başı 25 bin euro talep etmesi dışında makul istekleri var.
Sezon boyunca en fazla 20 bölüm çekmek, haftada dört gün, günde 9 saat çalışmak (zaten iş kanununa göre normal çalışma limiti haftada 45 saat).
Uzerli’nin talepleri ilk bakışta diva şartnamelerini andırıyor. Oysa sinema filmi uzunluğunda bölümleri çekmek için tozlu setlerde sabahlayan herkesin bu kadar esnek olmasa da insani şartlara ihtiyacı var. En son ‘Deniz Yıldızı’ dizisine günde 14 saatini vermekten tükenen Güneş Emir, sözleşmesini tek taraflı feshetti. Yapım şirketi 100 bin dolarlık cezai şart davası açtı ama mahkeme talebi reddetti. Bize yansıyan, kamera önündeki yıldızların ‘tükenmişliği’. İşten ayrılma, isyan edip seti terk etme lüksü olanların haberlerini okuyoruz. Halbuki Meryem Uzerli, Hürrem kostümünü giymeden ütüsünü hazır eden asistan, saç maşasını ısıtıp bekleyen kuaför, sarayı sabahın ilk ışıklarıyla aydınlatan ışıkçılar, her bölümün ardından montaj odasındaki kanepede uyuklayan post prodüksiyoncuların çoğunun bu berbat koşullara rağmen çekip gitme lüksü yok.
Çünkü işverenleri olan yapım şirketleri tarafından sigortasız çalıştırılıyorlar (geçen yıl dizilerde oynayan 846 oyuncudan yalnızca 8’i sigortalıydı). Bütün gün sırasını bekleyen, soğukta, 40 derece sıcakta, kumanyayla idare ederek bekleyen figüranlar, “Tükendim, gidiyorum!” diye rest çekemiyor.

ÇÖPLÜK YANINDA SET İKİ SAAT UYKU

Türkiye dizi setlerindeki çalışma şartlarıyla Hindistan ve Kore’yle yarışıyor. Hindistan’da kısa süre önce kalp krizinden hayatını kaybeden bir oyuncu, koşulların sorgulanmasına yol açtı. Bollywood’a transfer olan oyuncu Ronit Roy dizi setlerini şöyle anlatıyor: “Günde 14-16 saat çalışıyorduk. Setler tarif edilemez pislikteydi. Bir keresinde şehir çöplüğünün yanına kurulmuş platoda çalışmak zorunda kaldık, kokunun, yayılan hastalığın önüne geçilemiyordu. Yemekler karın doyurmaktan öte insanın yiyebileceği gibi değildi. Hijyenden eser yoktu.”
Kore’nin dizi yıldızı Han Ye Seul, haftada altı gün, zaman zaman günde sadece iki saat uykuyla çalıştıkları düzeni boykot etmek için 48 saat iş bıraktı. Ardından çıkan hararetli tartışma, yapım şirketlerinin, kanalların ve reyting sisteminin yeniden kurgulanması gerektiği sonucuna bağlandı.

Yazının Devamını Oku

Her anne biraz manyaktır

4 Ağustos 2013
‘Bebek İşi’ huysuz loğusası, şaşkın babası ve konuşan bebeğiyle binlerce kez izlediğimiz bir komedi klasiği olsa da Nurgul Yeşilçay, Timur Acar ve Erkan Can’ın yeteneğiyle bıktırmadan idare ediyor.

Öncelikle, biliyorum, evet, dizilerde oynayacak yenidoğan bebek bulmak afrikalemuru bulmaktan zor. Zaten bulunsa da hangi annenin bilirubin seviyesi 15’in altına inmemiş, eciş bücüş yavrusunu setlere teslim edecek kafada olacağı da şüpheli. Ama çözüm bu mudur? Hastanede zar zor 3 kilo gelirken, evde 5 buçuk kilo toparlak bir üç aylığa dönüşen bebekler prodüksiyon şartlarına anlayışımı zorluyor. Bebek İşi (Show TV) de, aynı dertle başladı ama Erkan Can’ın müthiş seslendirmesi ve iyi yazılmış ‘Bak Şu Konuşana’ replikleriyle küçük Yankı’nın insanüstü gelişimini görmezden geldim.
Bebek komedileri fazla yaratıcılığa açık alanlar değil. Bugüne kadar yapılmış en iyi örnekleri bile aynı klişelerden beslendi. Çünkü doğum travması-saçmalayan hormonlar-düzeni altüst eden yavrucak-dünyadan habersiz baba dengeleri gerçek hayatta da çok çeşitliliğe izin veren şeyler değil. Bir bebek dünyanın her yerinde aynı biçimlerde vakit alır, her kadın aşağı yukarı aynı duygularla sonsuz PMS döngüsüne girer ve gece gündüz birbirine girerken babalar genellikle uyur. Bu hikâyeyi akıllıca anlatan Up All Night gibi tatlı sitcom’lar olduğu gibi, vasatlığın dibine vurup karakterleri gerçek dışı uçlara çekerek espri arayan (aşırı perişan anne/çok şuursuz baba) örnekler de bol.
Bebek İşi, Up All Night’ta kurgulanan modern genç evli dinamiğine yakın. Elbette Erkan Can’ın delikanlıca konuşturduğu bebekle Bak Şu Konuşana türünün takipçisi. Zamanında Alev Sezer’in belki orijinalinden bile cool dublajını yaptığı bebeğin, Erkan Can’ın ‘harbi’ tonunda başka türlü bir ‘cool’la buluştuğunu görüyoruz.
Kocasına ağız dolusu küfreden, ayılıklarına kıl olan, kıyafetlerine sığamamayı, ‘fil gibi olmayı’ dert edinen, köpürüp köpürüp arkasından ‘Aşkııım‘ diye yumuşayıveren Candan karakterinde 1 Kadın 1 Erkek’in Zeynep’ini görmemek mümkün değil. Üstelik format da 25 dakikalık süresi, ilişki şakaları, uslu seks göndermeleriyle Zeynep-Ozan fenomenini hatırlatıyor.
Ama bu yüzden taklit, kopya gibi etiketleri yapıştırıp geçmek de haksızlık olur. Ne de olsa, konu aynı pınardan besleniyor, farklı olmak için kaçacak delik bırakmıyor.
Yeşilçay ve Acar’ın samimiyeti bu tanıdık hikâyeyi plastikleşmeden kurtarıyor ama sündürülen espriler de aynı oranda baygınlık tehlikesi taşıyor. 25 dakikanın koskoca 5 dakikasında, dizinin 5’te 1’inde göklerde Ümit Besen şarkısıyla uçan bebek montajı ‘şarkıya telif ödedik boşa gitmesin’ diye mi?
‘Pipisine bakalım’, ‘hey maşallah, muazzam!’ esprisi söz konusu bebek olunca cinsel uzuvlar aile canlısı oluverdiği için mi o kadar uzun?

Yazının Devamını Oku

‘Televizyonsuzluğa hicret’

14 Temmuz 2013
Televizyonun bir propaganda aracı olmadığı, gençliği, aileleri korumadan öte işlevleri olduğu +1 TV’de yaşananlarla birlikte yeniden hatırlanmalı.

Yoksa Bülent Arınç’ın söz ettiği gibi ‘televizyonsuzluğa hicret’ edeceğiz hepimiz.
Medyada alkol yasaklarının tartışıldığı mayıs ayında Bülent Arınç, TRT Türk’te şöyle bir konuşma yaptı:
“Toplumda öyle güzel insanlar biliyorum ki televizyonlu odadan televizyonsuz odaya geçişi hicret kabul ederler. Ama kumanda denilen bir şey var, insan denilen, nefis denilen bir şey var. İnsan sadece kemikten yaratılmış bir mamul değil ki. Bizim inancımız, düşüncemiz, şehvetimiz, ilgimiz var, çocuklarımız var.”
Arınç’a göre RTÜK, anayasanın, gençliğin ve ailenin korunması ile ilgili hükümlerini hayata geçiriyordu. Televizyondaki kirlilikten etkilenenlerin televizyonsuz odaya geçmesi adeta hicretle eş tutulacak ulvi bir karardı. Başbakan Yardımcımızın tanıdığı bazı güzel insanlar bunu yapıyormuş. Ama ben özellikle son iki ay içinde olanlara rağmen hâlâ o rezil kumandayı elimden bırakmaya hazır değilim. Biz de insanız, kemikten mamul değiliz elbette ama ‘BIRA yaz 3131’e gönder, biranın dolduruş sesi cebine gelsin’ bandını görür görmez telefonum fısss diye çalsın diye titremiyoruz. Çocuklarımızı Necati Şaşmaz’ın müthiş oyunculuğundan korumayı az çok başardık bugüne kadar. Devlet baba bizi televizyon çamurundan pamuklara sararak kolluyor sağ olsun, ama şükür ki, kendi irademiz de az çok işe yarıyor.
İki kadeh rakıdan, meme ucundan, Kemal Sunal’dan, ‘aile kurumun temelini tahrip eden’ paçoz evlilik programlarından korunuyoruz da, mesela ağız tadıyla maç izleyemez olduk. TRT, Başbakan konuşuyor diye tak kesiyor canlı yayını.
Başbakan’ın konuşması böyle elzem de, 46 kişinin öldüğü Reyhanlı’da ne olup bittiği değil.
Türkiye televizyonu çok hızlı adımlarla vasatın da altında, tüm renkli uçları törpülenmiş, ders vermeye, toplumu şekillendirmeye, kafasına vura vura eğitmeye programlanmış işlere teslim oluyor. Bu kafayla, Emniyet Genel Müdürlüğü oturup üşenmeden 446 diziyi inceliyor. İlkokul müsameresi gibi, ‘Aferin Merhamet, sana emniyet kemeri kullandığın için 5 verdim’ diyor. Allah korusun, Die Hard filan Emniyet’in kontrol masasına gelmesin. Bruce’un başı yanmasın.

Yazının Devamını Oku

90’lar böyle şirin bir şey değil

30 Haziran 2013
Birol Güven’in nostalji tramvayındaki son durak ‘Doksanlar’, yüzyılın en kimliksiz, kayıp döneminde sempatik cimcimelerle dolu bir hikâye yaratmaya çalışıyor.

Dönem hikâyesi anlatmaya soyunanlar nostaljinin hastalıklı kollarına teslim olmaya çok meraklı. Eskiyi kutsal, bugünü yoz görme alışkanlığı garip bir anlam kargaşısıyla, tuhaf tespitlerle hikâyeye yansıyor. Birol Güven’in son zamanlarda pek sevdiği yakın tarih dizileri de bu sümüklü ‘ah ah o eski günler’ mızmızlığından mustarip. ‘Doksanlar’ın anlatıcısı liseli Özlem arada kurguya es verip ‘Bakın bu bakkal amca,’, ‘Bu çocukların topunu kesen eskici abi’, ‘Bu mahallemizin en yakışıklı oğlanı’ filan gibi Susam Sokağı’na bağlamak yanında, arada bir de Sunay Akın’laşıyor.
Mesela, “O zamanların büyüsü neydi bilmiyorum ama bütün dertlere rağmen hayat devam ediyordu. Umut etmeyi, sabretmeyi biliyorduk. Mutluluk her şeye sahip olmak değildi. Belki de zaman zaman bir çılgınlık yapabilmekti mutluluk!” diye ortaokul kompozisyonu tadında ah o saf ve temiz duygularla, dostlukla yaşadığımız mahallenin ruh halini anlatıyor.
Yani diyor ki, şimdi Facebook’tan çıkmayan, plazadan rezidansa koşan, yediğini Instagram’a, küstüğünü Twitter’a koyan ruhsuzlar, bakın lastik top hoplatıp, Atari salonunda ‘aduket’ çekerken ne tatlıydık, Hakan Peker efsaneydi, gerisini siz düşünün.
Ama cimcime Özlem düpedüz yalan söylüyor.
Çünkü 90‘lar hiç de öyle sempatik filan değildi. 20. yüzyılın en pasif, en yılgın, içine kapanık kuşağının anasıydı. Özlem ‘sabretmeyi biliyorduk’ derken de, her melanete eyvallah demekten, ezikliğe doymamaktan söz ediyor olmalı.
Dizinin sloganı ‘sokakta oynayan son çocuklar’ romantizminin de içi epey boş. Çünkü mesela Gezi olaylarında da gördük ki sokakta son oyunu oynayıp şimdi 30’lu yaşlarını uğurlamaya hazırlanan kuşak, bugün evinde oturup GTA’da asfaltı ağlatan çocukların peşine takılmaktan başka bir halt yapamadı.
Birol Güven, yine eski alışkanlıklarıyla tutan işin, ‘Seksenler’in ekmeğini yemek istiyor. Ama iki Hakan Peker, bir Street Fighter, Müjde Çorap ve Tom Cruise posteriyle olacak iş değil bu.

Yazının Devamını Oku

Yeni televizyonculuğun ayak sesleri

23 Haziran 2013
Artık sadece anaakım kanalların dayattığı içeriğe muhtaç olmadığımızı biliyoruz. Gaz bulutu arasından piksel piksel detay seçtiğimiz Ustream yayınları, YouTube linkleri, Çapul TV fenomeni bize cesur yeni bir dünyanın kapısını açtı.

Birçoğumuz Türkiye tarihinin en önemli anlarını YouTube’dan, Halk TV’nin pencere önünde çektiği ham kasetten, Twitter’daki canlı yayın link’lerinden takip ettik. Ustream’den yayın yapan direnişçiler ve Çapul TV’nin doğuşu, geleneksel TV yayıncılığıyla ilgili algıyı değiştirdi. Muhtaç olmadığımızı gördük. ‘Ulusa Sesleniş’ten çıkınca gidecek bir yer var. Ülke yıkılırken Survivor izlemenin alternatifi var. Merak ettiğimiz içeriğe kanlı, canlı, sansürsüz ulaşmanın yolu var. Anaakım dışında hayat var. Konvansiyonel TV ölmedi ama karşısında epey güçlü rakip var. Uzun zamandır medya dünyası “İnternet, televizyonu öldürebilir mi?” sorusuna yanıt arıyor. Televizyonun eli hâlâ güçlü. Web TV’nin önerdiği kendi içeriğini kendin yap modeli, sonsuzluk içinde editörlüğe girişmek kanepede ayakları uzatıp Muhteşem Yüzyıl izlemeye benzemiyor. Hem kucakta sıcacık laptop’la oturmak nerede, koltuğa yayılmak nerede... Yine de, internetin sunduğu seçim özgürlüğü, televizyonu yerinden kıpırdamaya zorluyor. Televizyon web’e gelemiyorsa, web televizyona geliyor. Artık pek çok TV kumandasına Facebook, YouTube tuşları yerleşmeye başladı. ABD’de Hulu, Netflix, Amazon kanal değiştirir gibi uğrayabileceğiniz istasyonlar. Netflix’in CEO’su Reed Hastings’in iki sene önce söylediği gibi: “Kablolu yayın sağlayıcınız, bir app olmak üzere.” Son günlerde iyice üzerimize çullanan sansür, tarafsız yayıncılık ilkelerinin ihlali, haber alma özgürlüğümüzün bir penguenin sırtında kayıp gitmesi, habercilerin diline devlet babanın ayar çekmesi gibi meseleler, nefes alacak özgür bir vahaya hasretimizi büyüttü. Bu dönemde çok dozunda yaptığı üç yayınla dünyanın öteki ucundan The Young Turks Network, sadece NTV filan değil, CNN ya da BBC ile de hissetmediğimiz ‘özgür yayın’ ferahlığını yaşattı. 2005’ten beri YouTube’dan yayın yapan The Young Turks Network 1 milyardan fazla tıklandı. Sadece kurucu Cenk Uygur’un nefis bir üslupla sunduğu canlı haber bülteni/talk show değil, TYT çatısı altındaki spordan magazine pek çok program da taze bir yayın anlayışının ürünü. Uygur’un yapmaya çalıştığı şey, tam da Newsroom’da kurgulanan ‘önce gerçekleri anlatma’ ideali. Bu haliyle, yeni bir seyir tecrübesine ilham vermek için birebir. TYT’nin bir gün Türkiye yayınlarına başlaması, Çapul TV’nin çalışmalar olumlu sonuçlanırsa daimi yayın hayatına geçmesi, YouTube üzerinden canlı yayın yapan kanalların artması, Türkiye’de de web TV kültürünün gelişmesi pek çok tıkalı damarın açılması demek. Bu sadece izleyiciler için değil, kanallara, çalışma şartlarına tavır koymak isteyen oyuncuların, programcıların sesini duyurması için de büyük koz olur. 90 dakikalık dizilerin yerine akıllıca yazılmış mini serilerin geldiğini, özgürce bilgilendiğiniz tarafsız haber kanallarının arttığını ya da kendi tarafınıza göre bir şeylerin mutlaka olduğunu bilmenin huzurunu hayal edebiliyor musunuz?

Yazının Devamını Oku

Amanpour fırçasına muhtaç mıyız?

16 Haziran 2013
Christiane Amanpour’un, canlı yayında ‘Gösteri bitti Mr. Kalın’ diye başdanışmana ayar vermesini, sus pus haber kanallarımızdan intikam alır gibi izledik.

Peki bizi Amanpour’un azarlarına muhtaç eden bu çaresizliğe daha ne kadar boyun eğebiliriz?

Geçen yaz sezonunun en iyi yeni dizisi Newsroom, şu sahneyle açılmıştı. Ünlü anchorman Will McAvoy’un (Jeff Daniels) katıldığı açıkoturumda genç bir öğrenci konuklara sorar: “Sizce Amerika neden dünyanın en harika ülkesi?” McAvoy, diğer konukların çünkü şöyle özgür, böyle güçlü gibi laflarını dinledikten sonra, “Hayır” der, “Amerika dünyanın en harika ülkesi değil. Dünyada birinci olduğumuz üç kategori var: Hapisteki insanlar, meleklerin gerçek olduğuna inananlar ve savunma harcamaları.”

Newsroom, geçen sezon Will McAvoy ve ekibinin yalnızca gerçeklere dayanan bir haber bülteni yapmak için verdikleri mücadeleyi anlattı. Yalanların üzerine kurulmuş düzene savaş açmış kahraman devrimcileri andırıyorlardı. Çoğu zaman fazla idealize, hatta ütopikti ama inanması güzeldi. Bu his yakın zamanda çok olmadık biçimlerde tezahür etti. Gezi direnişi boyunca, türlü sansüre, taraflı habere şahit olduktan sonra önce Halk TV’ye, sonra CNN International’a sarıldık. Başbakan’a, hükümet sözcülerine kimse anlamlı bir soru sormadığı için, büyük televizyon kanalları ‘marjinal gruplara’, ‘sevecen valiye’, ‘faiz lobisine’, ‘ulusa seslenişe’, ‘molotofkokteyli atan direnişçilere’ ve ‘biri polis beş yaralı’ gibi yalanlara teslim olduğu için, İbrahim Kalın’a fırça atan Christiane Amanpour baştacı oldu.

Hafta başında meydanı Isengard’a çeviren korkunç müdahale sırasında Anderson Cooper, Nick Walsh ve Amanpour “Türkler bizi izliyor çünkü kendi medyalarına güvenmiyorlar” derken, ekran karşısında aptal yerine koyulduğumuz her günün intikamını alır gibiydik. Oysa, gelinen nokta çaresizliğimizin acı resmini ortaya koyuyor. 2002’de İsrail ablukası altında görüştüğü Yaser Arafat’tan “Mesleğine saygı duy ve General Yaser Arafat’la konuşurken dikkatli ol. Şimdi kes sesini!” azarını yiyip suratına telefon kapanan Amanpour, şimdi İbrahim Kalın’ın bildik lafları döndürüp dolaştırmasından sıkılıp “Gösteri bitti” dediği için kahraman oldu. Ortadoğu’dan yaptığı tüm yayınlarda yanlı olmasıyla, bölgedeki Amerikan saldırısını haklı göstermesiyle eleştirilegelen CNN gazeteciliğin pınarı, dürüstlüğün şahı. Bizi kendi kanallarımızdan haber alma özgürlüğünden mahrum eden, manipülatif haberciliğin padişahı Amerikan kanallarına mecbur bırakanlar, şu iki haftada gittikçe uzayan utanç listesine sağlam bir yerden girdi.

Yazının Devamını Oku

#DirenTV, penguensiz günler yakın

9 Haziran 2013
Bir eşiği atladık.

AKM’nin tepesine çıkan o ilk çocukların gördüğü gibi yeni bir çağ serili önümüzde. Bu iklimin melteminden elbette dibe vuran televizyon da etkilenecek.

Aylarca bu köşede dizilerin vasatlığından yakındım. Birbirinin kopyası klişelerin zekamızı aşağılayarak önümüze koyulmasına kızdım. Mesaj veren sitcom’lardan, gözünü nefret bürümüş kara kara insanlarla dolu dizilerden sıkıldım. Behzat Ç. savcısıyla sevişti, Harun, Akbaba, Hayalet’le güzelce biraları götürdü diye görülmemiş baskıyla mücadele etmek zorunda kaldı. Hollywood filmlerindeki sıradan oynaşma sahnelerini veren kanallar uçuk cezalarla ezildi. Televizyon gazetecileri sağır dilsiz bir yayın hayatına mahkûm edildi. Neredeyse çaresizce alışıyordum ki, 28 Mayıs’ta bir şey oldu.
Şarkının dediği gibi, mutluluk beynime kurşun gibi vurdu.
Gezi Parkı direnişi bir daha geriye dönemeyeceğimiz biçimlerde demokrasiye, birbirimize, hayata, kuşa, ağaca, çiçeğe, yağmura, biber dolmasına bakış açımızı değiştirdi.



İktidar katında anlaşılsın anlaşılmasın, başka bir çağdayız artık. Şimdi sadece siyasette değil, gündelik hayatımızda da nasıl bir etkisi olacağına bakacağız.

Yazının Devamını Oku