Bahar Korçan

Ara zamanlar

29 Ekim 2004
Ara zamanlarınız var mı sizin de? Benim var. Her koleksiyon öncesi kendi ara zamanıma bir dalıyorum, balıklama dibe doğru, çıkarana aşk olsun! Tanımlamak ihtiyacı doğdu içimde bu hali. Aslında ara zamanı yaşayan ‘aracı’ için durum gayet hoş. Özgür olmak buna denir kesinlikle. Sırıtarak deli deli, bir fikrin peşinde divane olup kapılıp gidivermek büyüsüne, sonucu bilinmeyen bu yaratının izinden gayetten keyifli.

Antenlerin hepsi dünyadan başka her diyara çevrili, bir sinyal gelecek diye başı duman, aklı kaçkın dolaşıp durmak aynen buna denir. Nedir yani gelecek bu ‘şey,’ nedir? Önemi, maksadı bu kadar mı önemlidir ki, uğruna deli olunur? Diye soranlarınız olur tabii gayet haklı olarak. Hemen açıklayayım:

Önce soru çeşitlerimizi görelim:

1- Nerden geliyor bu fikirler canım?

2- Aaa! Nasıl buluyorsunuz bunları hayret değil mi?

3- Etkileniyorsunuz herhalde birilerinden. Tabii tabii kesin etkileniyorsunuz di mi?

4- Vitrin geziyor musunuz? Yurt dışında kim ne yapmış, bakıp onlardan bir şeyler falan alıyorsunuzdur herhalde????

5-Nerelere uçuyorsunuz böyle yahu? Ne kullanıyorsunuz tüm bunları yaratmak için?

6- Nasıl yani masaya oturup, çizmeye başlar mı insan birden? Nerden geliyor bunlar NERDEEEN?

Soru çeşitlerimizin bu meraklı halleri böyle uzayıp gidiyor işte. En merak edileni de ‘nerden geliyor bunlar?’ Cevap veriyorum: Ara zamanlardan!

Ya da daha açıklayıcı bir cevap edindim son günlerde kendime. Ben iyi cins bir printer’ım diyorum. Biri ya da birileri yazdır’a basıyor Bahar’dan çıkıyor, olay budur.

* * *

Dönelim ‘ara zamanların’ açıklamasına. Bu her insan için ‘belirli bir süre’ gerekli aslında. Bu oluşturduğunuz alan yalnız sizin. Hiçbir sıradan zorunluluk, sıradan bir düşünce zinciri, sıradan bir günlük yaptırım bu alana giremez.

Beslenmenin çok çeşitliliğini yaşadığım ara zamanlarda ben printer olarak bir sürü şey doğuruyorum. O bir kanal gibi aslında girince üretmenin mutluluğu ve sarhoşluğundan ben kendimi bilmezken, yakınımdakiler benimle ilgili yaşadıklarını anlattıklarında şaşırmamak elde değil. Dünyasal bedenim, ruhum aracı olarak dünyada olmasa da buralarda dolaşmak zorunda tabii ki.

Peki ne oluyor ben böyle iken. En önemli belirti: Sakarlık. Dünya ile iletişim ‘0’ hatta eksilerde sürünürken, benim başıma bir sürü kaza da geldi maalesef. Bileğimi kestim bir seferinde. Düşmeler, çarpmalar, konuşulanları dinler gibi yapıp, başka telden cevaplar vermeler.

* * *

En zor durumu yakın çevrem yaşıyor. Daha dün kızım ve sevdiğim Cem çok kibar bir isyan çıkardılar. Bu ara zamanlardan ne zaman çıkacaksın acaba? Yok hala oralarda yolculuk sürecekse bilelim mümkünse bir süre görüşmeyelim ne dersin dedi Cem ve Lal.

Haklıydılar aslında, bir aracı ile yaşamak hiç kolay değil inanın. Bu bencillik tufanı yalnızca yaratım için bile olsa dünyalılar için çetin bir mesele. Allah’tan ben farkındalıklı bir kadınım, usulca bu isyanı bastırdım.

Ara zamanlar kişinin kendine yaptığı ve evrenle bağlantıda olduğu özel anlardır yalnızca. Ben hayatımda ne bir sigara içtim, ne de uyuşturucu nedir ne adını ne tadını bilmedim. İhtiyaç yoktu çünkü. Evrenin bize anlatacak çok şeyi var, dinlemeyi bilmek gerek. Ara ara da olsa ara zamanlara gitmek gerek.

Keyifli dinlemecelere...

Paylaşım: Bu yazımı her bir notasında başka yıldızları bulduğum, Rahman Altın’nın, Köksüzlük koleksiyonum için bestelediği aynı adlı CD’sini dinleyerek yazdım.

Not: Bu CD satılmıyor. Yalnızca Bahar Korçan mağazasında isteyeniyle buluşuyor.
Yazının Devamını Oku

Suzan

26 Ekim 2004
Suzan’ı hatırlıyorum.<br>Saçları sarı ve kıvırcık. Gözleri boncuk mu desem, deniz mi,

Yoksa gökyüzü bulaşmış türünden

Mavi masmavi.

Yanakları hep al al dı.

Hep sağlıklı, hep şişkocuk .

Tombikti kolları, bacakları.

Hafiften kire yüz tutmuştu beyaz pabuçları.

Ne gülümserdi durmadan, ne de ağlamaklı olurdu

Aniden

Hep beni bilen, beni anlayan istikrarlı bir duruşu vardı

Suzan’nın.

Çocukluğumu porselen kalbinde saklamıştı sımsıcak.

Onunla konuştuğum çocuk sesimi sabırla suskun

Dinlerdi.

Ne anılar gizlemiştim kimseler bilmeden ben Suzan’a

Babamı bekliyordum, burnum camda

Nefesime yazmıştım

Kocaman da bir soru işareti iliştirmiştim sonuna sorunumun

Kardeş?

Babamı bekliyorum.

Bir Suzan yanımda.

Elinden sımsıkı tutuyorum.

Babamı bekliyorum.

Annem karnını tutarak gitti.

Üzerinden çoook zaman geçti.

Üstelik ağlıyordu.

Suzan da gördü.

Hastahane çok uzak mı?

Soruyorum Suzan’a, uzak biz gidemeyiz diyor.

Babam geldiğinde, camdaki yazım ağlamış gibi akıp gitmişti camdan.

Hiçbir şey soramadım babama.

O da ağlıyordu annem gibi.

Bebek gitti dedi.

Annem diyemedim, o iyi merak etme dedi.

Koşarak odama döndüm.

Bu kaçıncı giden kardeş dedim.

Gittikleri yerden de bir türlü dönmüyorlar diye çok üzüldüm.

Sonra Suzan’a sarıldım ağladım ağladım.

* * *

Bir gün bebeğime bir şiir yazacağım hiç aklıma gelmezdi. Ama hayat illaki aşk, hırsla mal mülk, sabit kariyer dönencesi ya da umutsuz umutlardan ibaret olmamalı. Çocukluğumuzdaki her detay bence çok önemli. Çünkü bizi biz yapanlar çocuklukta şekilleniyor. En büyük paylaşımlarda oyuncaklar ile oluyor. Bazıları ile olan ilişki gerçekte bile olamayacak kadar sahici oluyor.

* * *

Bebeğim Suzan ve benim aramdaki ilişkide çok farklı ve keyifli idi. Kızıma bakıyorum, onunda bir özel arkadaşı var. Adı İpek. İpek boz renkli bir küçük ayı. Bir yaşında ona vermiştim. O gün bu gün ayrılmaz ikili oldular. Hatta bir ara İpek’in İstanbul havaalanında bir kayboluş ve garip bir şekilde aylar sonra bulunuş öyküsü var ki, iyi bir senaryo olur.

* * *

İşin sırrı her zaman ki gibi sevgide yatıyor. Ne yazık ki geçen bu uzun yıllar sonucu ben Suzan’ı bir şekilde kaybettim. Geçen gün sordum annem de hatırlamıyor. Üzülmedim desem yalan olur. Bari siz sahip çıkın lütfen çocuklarınızın oyuncaklarına. Hele özel olanlara sevgi ile bakın. Paylaşınca sevgiyi, ha bir insan, ha bir hayvan ya da bir oyuncak ne fark eder ki. Yeter ki paylaşın, gerisi sıkıcı hayat detayları işte...

Mutlu mutlu kalın...
Yazının Devamını Oku

Sahici mi polyester mi

19 Ekim 2004
Bir rüya gördüm. Rüyamda, ben çalışmayan bir kadındım. Pencereleri yüksek ve geniş, su yeşili duvarlı bir odada, aynı tonda yumuşak koton çarşafların içinde, bol yastıklı, az sevgili bir yatakta gözlerimi rüyaya açtım. Güneş dik açılı halinle odayı doldururken anladım ki saat haylice öğlene durmuş. Yavaşça ve nazlıca yataktan kalkmaya yeltenirken, odamın kapısı hafifçe çalındı. İçeriye elinde gümüş tepsi, mis kokulu çörek ve taze kahve kokusu ile hizmetçi girdi. Sakince kahvemi içtim. Sıcak çöreğin ucundan kibarca bir küçük lokmacık kopardım. Fazla yiyemem, rejimdeyim dürtüsü rüya da bile benliğimi ele geçirmişti, şaştım.

Pat, başka bir sahne; her yanımda orkideler var, binlerce orkide ormanındayım sanki. Bedenini göremediğim eller bana masaj yapıyor. Sonra cilt bakımı, kaş alımı, botox, otox, şu tox cinsinden yalancı beslemeler ile uğraşıyorum. Yanlarım simit gibi, estetik ameliyat bile oluyorum HAYRET!

* * *

Pat, başka bir öldürücü sahne, ben, kuafördeyim!!!! Saatlerimi, vınlayan ve sıcak nefes üfleyen bu makinesi bol diyarda geçiriyorum. O ne? Üzerimde boğazdan yavaşça boğarak öldüren o boya önlüklerinden var. Ben saçımı boyatıyorum!!! Hem de kömür karasından vıcık kanarya sarısına! AAAhhhhh! Kaşlarımı da boyuyorlar. Bu rüya değil düpedüz kabus cinsi.

Pat, Allah’tan başka bir sahneye geçtik. O ne, ben artık sarı saçlıyım. Kendime inanamayarak ve böylesine pervazsızca rüyalarda nasıl dolaşıyorum hayret ediyorum. Her yanında pırıltılı şakırtılı elbiseler asılı duran çok büyük bir mağazadayım. Soyunma odasının her yanı pembe camdan, acıkınca bir parça koparıp yiyiyorum.

Çığırtkan kız, gönül rahatlığı ile yiyebileceğimi, diyet şekerden özel yapıldığını söylüyor.. İçim rahatladı. Soyunma odasındaki aynadan kendime baktım, bir şok daha yaşadım göğüslerim füze gibiydi.

Silikon taktırmışım. Rüya bu ya beyin gücünle çalışıyorlarmış. İstediğim gibi büyüyüp, küçülüyorlar. Aman ne güzel! Bir elbise seçtim kendime, boyu bel bitimi ile popo kıvrımı arası bir yerlerde. BÇantam da menşur Fransız markası muis fiton.

Harikayım canım harika. En harikası da bütün bunları kendi param ile yapmıyor olmam. Çünkü benim çok zengin bir kocam var. Ben çalışmıyorum, yalnızca yaşıyorum ya, hepsini o ödüyor. Akşam müthiş bir parti var.

Masajımı oldum, şu tox’umu yaptırdım, saç baş yerinde, beynime emir verdim göğüsler 90 oldu. Artık DJ eşliğinde arz-ı endam edebilir, çaktırmadan nice gönüller çelebilirim.

OH! Tatlı hayat, çünkü ben çalışmayan bir kadınım. Beynimi zorlamaya, üretken olacağım, ülkeye faydalı bir şeyler yapayım, idealler, hedefler, aman iş güç yürüsün planları ile yürek sıkmacalar, para pul hesabına kapılmacalar, hayatı derinden algılamacalar falan kimin umurunda. Ben yer, içer, giyinir para harcar, üstüne de güzelleşir, arada sevgi nedir bilmem ama olsun. Ben böyle mutluyum, tüm bunlar şu ve bu dergide birileri resmimi çeksin de altına aman bu güzellik , bu şıklık, nedir yahu deyip beş yıldız koysun diye. Amaç budur işte!

* * *

Kan ter içinde uyandım. Telefon çalıyor. Bir arkadaşım, gülerek beni arıyor. O meşhur şu ve bu dergilerden birinde benim resmim çıkmış. Altındaki yorumu kahkahalarla bana okuyor. Biri beni hiiiç beğenmemiş. Bakımsız, saçlar dağınık, üstelik şişko ve üstelik terzi kendi söküğünü dikemezmiş yorumu ile.

Yıldız bile koymamışlar. Bir de öğüt var çok önemli, acil kilo vermesi tavsiye edilir. Vah, benim halime. Sen yıllardır, idealler uğruna saçını başını süpürge et, sonra bir yıldız bile alama!

Resimdeki kendime baktım. Her kimse yazan, çok doğru söylüyordu. O gün mağazamın sezon açılış partisinde çekilmişti. Ben o gün kızımı okula hazırlamak üzere her sabahki gibi 06.30’da kalkmıştım. Sonrasında atölyede üretim, sonrasında akşamki parti hazırlığı, mağazayı yerleştirme, binbir detay koşturması, saat 17.00 Lal okuldan eve geliyor. Onunla ilgilenmek, ortaokul son senesi LGS sınavına hazırlık, zor sene onun için. Akşamüstü kahvaltısını hazırla, dertlerine çözüm üret, o arada yüz kere çalan telefonlar, mağaza da son durum.

Saat 19.30. biraz sonra konuklar gelecek, sevgilim kolumdan çekiştirerek ‘Artık hazırlan’ diyor. Koşarak, elbisemi giyiyorum, saça başa zaman yok ki, şöyle bir ruj, bir rimel vitrine çıkıyorum. Yorgunum ama çok mutluyum.

Dünyada 46 butikte Bahar Korçan/ İstanbul markası ile ihracat yaptığımız koleksiyonumu, kendi şehrimde, kendi insanlarımla buluşturacağım, çok heyecanlıyım.

Umurumda mı saçım, cilt bakımım? Sonuçta ürettiklerim mağazada asılmış pırıl pırıl bana gülümsüyorlar ‘İşte mutluluk budur’ diyorum içimden ve flaşlara gerçekleşmiş bir idealin tebessümü ile bakıyorum.

‘Çok şükür ki çalışan bir kadınım ben’ dedim arkadaşıma. Rüyamdaki polyester sarışın Bahar’ı uzaya fırlattım. Aynada kendime bakınca saçı başı karışmış bu kara Bahar’ı bir beğendim, ‘Yaşasın’ dedim gizliden. Sahici olmanın altına bir kez daha çok yıldız verdim.
Yazının Devamını Oku

Eşiti bulmak

14 Ekim 2004
Son zamanlarda sıkça duyduğumuz kelimeler demetinden önemli bir örneği açıklamak istedim bugün. ‘Farklı Disiplinler.’ Özellikle sanatçı tayfasının çok benimsediği bu laf; anlamını gerçekten kavrayanlara ilaç niyetine fayda, anlamayıp boşa kürek çekenlere karışıklık getiriyor.

Dünyanın bu yuvarlanıp gitme durumlarında genellikle önceyi sezenler sanatçılar oldu her dilimde. Gelecek senaryolarını ‘oluşu gerçek’ sanatçıların işlerinden keşfetmek mümkün. Tabii ki bu büyük genelleme ‘oluşu gerçek’ dememle, kendiliğinden süzgeçten geçiyor, geriye gelecek ipuçlarını bize şimdiden veren ‘gelecek kurucularına’ kalıyor.

Geçtiğimiz cumartesi, hava henüz kışa dönmemişken; görmek istediğim sergiler gezisine çıktım. Her sergide ve sanatçıların ürettiklerinde konu hep aynı idi; ‘farklı disiplinler.’ Benim eleştirmen olma gibi bir arzum ve umudum yok ama, öylesine anlamı kaçmış işler gördüm ki, yazmadan da duramadım.

Garanti Galeri’de 28 Eylül’den beri sergilenen Hollandalı tasarımcı Hela Jongerius’un ürettikleri ile mutlaka buluşun. Sergi 13 Kasım’a kadar açık. Farklı disiplinler arası yolculuk öylesine ince zeka ve zevk ile birleşmiş ki, ortaya hem fonksiyonel, hem yeni, hem geleneksel endüstri ürünleri, aynı zamanda sanat eserleri çıkmış.

Beni en çok etkileyen kısmı da hepsinin el yapımı ve belirli sayıda üretilmesi oldu. Jongerius’a 1997 Amsterdam Sanat Vakfı’nın Endüstriyel Tasarımında Teşvik Ödülü’nü kazandıran, görünce işte budur dediğim bir lavabo var ki hemen bir tanesine sahip olmalıyım diyorsunuz.

Poliüretan malzemeden üretilen, hafif ve esnek bu oval lavabo en küçük mekanlara bile sığabiliyor, çünkü malzemesi esnek.

Bir de kalbimi sıkıştıran dikişli tabaklar serisi var. Porselen ve iplik. Tek tek üzerinde delikler açılmış tabaklar elde iğne iplik dikilerek desen yapılıyor. Sanatçının diğer işleri de görülmeye, hayret edilmeye ve övülmeye değer. İşte farklı disiplinleri kendi platformunda birleştirip, yaşamsal ihtiyaçlar zincirine sunan gerçek bir gelecek görücü Helga Jongerıus.Gördüğüm diğer sergilerdeki kafaları haylice karışmış ve anlatımı havada asılı kalmışları anlatmak istemiyorum. Ama yine de ellerine sağlık, uğraşmışlar ve volumü farklı da olsa bir üretimde bulunmuşlar. Çabaya saygı düşüncesi ile cümlemi bitireyim.

Evren büyük esnek bir küre. Her an genleşiyor, değişiyor, farklılaşıyor. Farkı, tüm bu değişimlere, başka elementlere, başka yıldızlara, milyonlarca farklı canlı ve cansızlara ve düşünün sonsuz farklı her bir noktaya rağmen; evrende her şey aslında BİR’i anlatır. Her şey birbirinle gizli bir iletişim halindedir.

Bu sır dolu tuhaf ilinti zincirinin birer halkasıyız biz. Her birimiz bir küçük noktayız ama evren bizi, biz evreni veririz. Eşittir= bir nokta= bir insan= herhangi bir başka nokta= bu eşitlik sonsuza kadar akar böyle. Bu eşiz bir denklemdir.

Kendini sanat ile uğraşan bir insan olarak yorumlayan herkes, bu eşiti diğerlerinden daha derinden ve daha gerçek olarak algılar. Onlar görürler, onlar oluşu gerçeklerdendirler. Olmuş gibi yapmazlar. Olmuş gibi üretmenin nasıl bir kaos oluşturduğunu iyi bilirler. Farklı disiplinlerin bence anlatımı budur. Her şey birbiri ile bu derece ilintili ve ilgili iken bunu önceden hissedip eserlerine yansıtanlara keyifli üretkenlikler dilerim.

Moda da aynı yoldan ilerlemeye çalışıyor. Kopyalamayı bırakırsak eğer, biz Türk tasarımcılarının bence kayda haylice değer bir gelecek görüşü var. İçinde yaşadığımız komposizyon öylesine karmaşık ve bir o kadar da tarihsel doygunluk içersindeki, eşiti bulmak için gönlü gerçek algılar ile doldurmak gerek. Olmuş gibi olmalara inanın hiç ihtiyacı olmayan bir topluluğuz. Gönlü eşitlerle dolmuş, görüşü gelecek, ürettikleri saydam ve mesajlı sanatçılar bize bu denklemde rehber olacaklardır.

Sevgi ile üretmelere...
Yazının Devamını Oku

Canım İstanbul

11 Ekim 2004
Bir cumartesi sabahı. <B>Koşturmalı, bol ıslanmış beş günün ardından gelen, şahsa özel kıymetli gün. Sakince uyanıp, mis kokulu kahvaltı etme günü. Ne bir ses isterim beni tırmalayan, ne de beynimi kurcalayan düşünceler zinciri.

Ama ne gezer. Hatta nerde bile gezdiği belirsiz anlamsızlıklar hortumunla uyandım o sabah. Bir rüya görüyordum, haylice garip ve şekilsizdi ama ben oyalanıyordum, ne güzeldi. Birden gerçek Nişantaşı dünyasından kocaman bir ses ordusu rüyamın içine daldı. Tamam dedim, sonunda oldu. Uzaylılar burası çok hareketli bir bölge, burada çook enteresan şahsiyetler mevcuttur diye, Nişantaşı’nı ablukaya aldılar. En devasasından bir gemi yolladılar, o gemide ne tesadüf bizim apartmanın üzerine park etti, birazdan hepimiz ışınlanacağız diye, kızımı kurtarmak maksadı ile yan odaya koşarken, benim gibi panik olmama akılcılığında olan sevgilim gerçeği duymamı sağladı.

Bu yalnızca bir jeneratör sesi idi. Köşe komşumuz Beymen mağazasının bir blok büyüklüğündeki sakinlik bozucu jeneratörü!

Biçer ve ustaca döver misali beynimizin en sakin köşelerini bile sesi ile dövüyordu.

Nişantaşı mahallisinde o sabah yalnızca bu arsız ses vardı. Sakinlik, canım cumartesi sabahı falan anında uzaya fırladı. Üstüne, tarihe baktım biz 2004 yılındayız değil mi diye sordum kendi kendime.

Evet; hatta 2005’e üç kalayız. Peki, niye elektrikler ve dolayısı ile su yok? Niye, İstanbul’un bu müstesna semtinde böyle bir köy durumu yaşıyoruz?

Cevap, yağmur yağdı!

Haksızlık. Şimdi tüm çevredeki kafelerde de bir şey yenilmez içilmez, çünkü onlarda da elektrik yok. Kimbilir mutfaklar ne alemde.

Aç kaldık. Üstüne bir donarak ölmediğimiz senaryosu eksik. Bir de vahşi hayvan saldırısı falan. Onlar da oldu mu tam bir filimiz yani. Şehirde açlık, susuzluk bu olsa gerek.

* * *

Saçma sapan rüyama geri dönmek istiyorum. İnanın bu yaşananlara göre rüyalar daha emniyetli ve daha anlamlı. Hiç değilse tüm acayip rüyaların sonunda, aman rüya işte deyip, boş verme özgürlüğüne sahibiz. Ama bu kaçınılmaz gerçeklere boş ve hoş veremiyor insan.

Bayağı ciddiye alıp, dertleniyorum. Hem canım bir tanem İstanbul diye hayatıma yazmışım, hem de ardından bu anlamsızlıklarınla karşılaşmışım; tıpkı tutkulu bir aşk hikayesi gibiyiz İstanbul ve ben.

Ne yardan, ne serden vazgeçmek var. Özlerim mesela ben şehrimi. Üç gün görmesem, içim burkulur. Anılarım saklıdır köşelerinde, bucaklarında ne şarkılar gizlidir.

Ne özeldir bu ilişki. Bir insanın şehrinle ilişkisi bence çok önemlidir.

Güvenmezsen toprağına, sen de güvensiz ve sevimsiz ve korkak olursun hayata. Sevmezsen sokaklarını şehrinin, geçmezsen ara yollarından bilmezsen içini bağrını yaşadığın yerin; kendini de şehrin gibi bilmezsin işte.

Sen kendini bilmeyince; her yer olur yaban, herkes olur bir yabancı sana. Şehrini de kendin gibi seversen, nazlı yar misali hoş görürsün bazı kaprislerini.

Rüzgarına saçlarını salarsın, yağmuruna aman ne romantik dersin, karına şiir yazar, lodosuna bu hep huyudur iki günde geçer dersin.

Canım İstanbul; bu sabah kızgın uyandım sana biraz.

Önce sinirlendim, ne yalan söyleyeyim. Yağmuruna yenildik iki gündür hepimiz. Olsun dedim dün gece, bak sevdiğim şahidimdir. Saat dokuz falandı, Pera’da idik birlikte, aynı şemsiye içinde. O çok ıslanacağız dedi, ben ne romantik değil mi diye kıkırdadım.

Hoş romantiklik, bir an sonra sel misali beni sarınca, biraz üşüdüm ama olsun. Senin sonbaharında böyle günler olur bilirim.

Ama bu sabah teknik ekibine çok kızdım. Senin şanına şöhretine yakışmayan şeyler yapıyorlar. Seni üzmek beni üzmek demektir bilirsin. Sıkıntım seninle değil, insanlarınla. Bunu defalarca konuştuk seninle.

Bu Nişantaşı tepesinin sakinlerinde bu aralar ciddi problemler görülüyor farkındasın.

Senin hislerine tercüman, ben gerekeni yaparım. Sen mutlu ol bu bana yeter.

Güzelliğini ne kadar uğraşsalar da bozamayacaklarını, her geçen yıl daha da ispat eder gibi gönlümüzde büyüyorsun.

Kendine iyi bak. Huzurun ve ihtişamın hiç bozulmasın.

Sevgiler, seni çok seven sen doğumlu Bahar...
Yazının Devamını Oku

Kahramanlar

7 Ekim 2004
Bizim ‘Kahramanlar Listesi’nde son durum: Öncelikle katılan her kişiye teşekkürler. İki farklı alan yorumu oldu. Birincisi ‘çizgi kahramanlar’, ikincisi ülkemizin gerçek kahramanları. Bizim çizgi kahramanlar hikayemize ben çocukluk yıllarından beri takılmış kalmışımdır. O anlarda tanıştığım bu başka diyarlara ait fark ötesi karakterler, ben büyüdükçe daha da içine alır oldu beni. Onlar adı üstünde çizgiler.

Yani birinin ya da birilerinin gerçek dışı aktarımları. Aslında tüm çizgi karakterler zaten kendi gerçeklerini yarattıklarından dolayı bence en özgür tipler. İşte onun için bence hepsi bu dünyaya göre birer kahramanlar.

Esas kahramanlar onların ardındaki yazar çizer ordusu tabii ki. Bu beyni de, gerçeği de, kalemi de farklı kişilerin hepsinin eline sağlık.

***

Çizgi kahramanlarda en çok gelen isim ‘Tarkan’ oldu.Tarkan karakterinin yaratıcısı ve artık aramızda olmayan Sezgin Burak’ın Tarkan ve Kurt’u hepimizin hafızasına iyice kazınmış anlaşılan. Sonrasında Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ı geldi. Yarattıkları ile tüm çocukluk anılarımda, ‘Yaşasın bugün cuma, GIRGIR zamanı’ diye koşturarak aldığım derginin ve birçok unutulmaz şahsı özel karakterin yaratıcısı Oğuz Aral’ın Avni’si de üçüncü sırada.

Bana gelen onca faks ve maillere bakılırsa bu çizgi roman olayında bir özlem durumu yaşanıyor. Okuyucular özellikle okudukları günlük gazetelerde bu eski kahramanlarla yeniden buluşmak istiyorlar. Ben elçilik görevimi yerine getireyim dedim, buradan gazeteme de duyurulur.

***


Gelelim ikinci ve esas kahramanlar olayına. Ülkemizin kahramanlarından bahsederken, hafızaları zorlayıp isimler bulunmaya çalışıldı. Kendine ve ülkenin yoluna inanan ve değişmez kahraman konumu tabii ki Atatürk’ün oldu. Sonralarında çeşitli ve birbirinden farklı isimler gelmeye başladı. Fatih Sultan Mehmet’i, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’nu yazanlar..

Ama çoğunluk, yakın geçmişe bakıldığında buralarda bir kahraman eksikliği olduğu doğrultusunda idi. Bu listeyi oluşturmama sebep olan o geceki sohbetin de ana eksikliği buydu zaten. Düşünüp yakın geçmişte geleceğe örnek bir kahraman bulamamış olmamız beni bu kısa yoklamaya itmişti.

Aslında kahramanlık bence yaşanan zaman dilimine uygun olarak şekil değiştirdi. EEskideki kahramanlık öykülerinde olduğu gibi günümüzde bir ulusu kurtarmak, dağları aşk için devirmek, zafer kazanmak, yoktan var etmek, iki başlı dev ile mücadele edip, insanlarını kurtarmak artık masal oldu.

Dikkat ederseniz son zamanlarda pozitif kahramanlık nerdeyse öldü diyebiliriz. Negatif sözde kahramanlık yani terör tüm dünyayı esir almaya çalışıyor. Bu zehrin panzehri de savaş! Negatif başkaldırmaya, negatif kahramanlık. İşte çağımızın yakın tarihinin kahramanlık öyküleri.

***

Kendi geleceğimizi kurarken, kendine ve ülkeye faydalı olabilmek öncelikle kendi insanımızı sevmekten ve tanımaktan geçer. Yaptığımız iş ne olursa olsun, kazancımızın düzeyi birbirinden farklı da olsa, bizler buralı olmayı, bu ülkeden olmayı ve yolumuz bizi nerelere götürürse götürsün bir anında zamanımızın yine bu ülke ile kesişeceğimizi unutmamak gerek.

Günümüz akışında, kendini keşfetmiş, yoluna bilinçle bakabilen, kendi ülkesine inanan, nefes aldığı dünyayı saygı ile kullanan, düşüncesi kirli tortulardan arınmış, gece yattığında gözlerini huzur ile kapayan, sabah uyandığında gülümseyebilen, seni seviyorum cümlesini içten söyleyebilen, din ayrımı yapmadan ve kimseyi inancından ötürü yargılamadan kabul edebilen, inançlar uğruna şekilciliğe bürünmeden yaşayabilen, kendine ve evrene sahici herkes bence KAHRAMAN’dır.

Sevgi ile kahramanca kalmalara...
Yazının Devamını Oku

Karadeniz’e

4 Ekim 2004
<B>G</B>ittiğim her şehirde suyu arar gözlerim. Deniz olursa ne ala. Yoksa, herhangi bir su kenarı makbuldür benim için. Suyun o akar, o derin, o her daim gizli bir heyecan içinde oluşunu çok benimserim kendimce. Marmara’ya bakar büyüdüm.

Doğduğum deniz Marmara. Sonrasında sıkça Ege’ye, Akdeniz’in biz olan ve olmayan birçok kıyısına, daha sonraları okyanusların çeşitli yamaçlarından derinlere baktım.

Çok sene önceleri Kaçkarlardan benzeri yok bir mutlukla dönerken göz ucu ile bakmıştım Karadeniz’e. Böylesine bir göz ucu yanılgısını nasıl yapmışım anlayamıyorum şimdi. Tüm bu ben olmalı bakışların içinde Karadeniz ile bir başka ilişki içinde olduğumuzu, göz göze geldiğimiz şu an daha iyi algılıyorum.

Hani uzunca yıllar görüşmezsiniz de, ilk karşılaştığınızda ona zaten delicesine tutkun olduğunuzu anlarsınız ya aniden, işte ben böylesine yanıkmışım Karadeniz’e de haberim yokmuş.

* * *

Yeniden karşılaştık geçen gün onunla. Bu kez yeşilin koyusu Rize’den bakıştık birbirimize. Yol boyunca kesti gözlerimiz birbirimizi.

Eskiden tanışığız ya hatırladı yavaştan beni. Gün boyunca bir güzel dost insanla tepelerinde dolaşırken Rize’nin, uzaklardan yine ve yeniden kesiştik.

Çapkınca ve ısrarla.

Grimsi bulutlara yeşil çalınmıştı biraz ve Karadeniz’in rengi her şeydi.

Tüm yamaçların, tüm insanların, tüm çayların, tüm bulutların rengi onun koynuna akmıştı. Çağırdı durdu beni.

Kimseler duymadı. Yalnız ben duydum nefesini tuzlu yosunlu.

Fısıldadı içime içime, anlatacak çok şeyi vardı belli.

Belli o da özlemişti beni. Sonunda fazladan nazı attım gökyüzüne, çevirdim rotamı eski aşk Karadeniz’e.

Akşam üstü saat: 17.25.

Hoş hep akşam üstü gibi, güneş küskün, biraz nazlı bu diyarlara. Vardık hep birlikte sonunda onun kıyısında, yüzünü ufuğa dönmüş, incir ağaçları barında bir güzel ev’e.

Aman Tanrım bu nasıl bir görkemli duruş şeklidir yeryüzünde.

Bu nasıl bir anlamdır saklı derininde.

İşte tüm o sonsuzluğunla Karadeniz karşımda!

* * *

Hemen çıkardım ayakkabılarımı. Bir koşu merdivenlerden bir an önce sevgilisinin kucağına atılmak isteyen aşık gibi denizime koşuyorum. Çıplak ayaklarıma irice yuvarlanmış taşlar batıyor. Yengeç misali yalpalaya yalpalaya ona kavuşuyorum. Bir huzur doluyor içime.

O mağrur ve gururlu ağır dalgalanıyor ayaklarımda. Baktım ki o diğer denizler gibi küçük heyecanların anlık telaşların denizi değil. O büyük düşünenlerin denizi gibi. Fırtınası da gurur kokuyor, sakinliği de. Kışı da telaşsız, yazı da anlık heyecanlardan arınmış bir halde.

Eski bir kalıntı var sahilinde. Küçük bir parçası kalmış bir kıyı kalesi belki de.

Üstüne tırmanıyorum uzaklarına bakıyorum. Uzaklarında dünya ya, küsmüşlük var biliyorum. Bir yanı hayata küsmüş, bir yanı mağrur dalgalanan Karadeniz’e aşkımı anlatıyorum.

Bir kadın ve bir denizin aşkını anlatan bir masal duyarsanız bir gün, bir kıyısında herhangi bir şehrin, unutmayın o biziz!
Yazının Devamını Oku

Kafamız sağlam mı

30 Eylül 2004
Gönlü ve işine olan inancı benzersiz doktor bir arkadaşım var. Geçen günkü sohbetimizde çok önemli bir şey söyledi. ‘Bir ülkenin geleceği yalın, idealleri gerçekleşmiş, gelişme düzeyi planlanmış gibi yürüyen ve aydınlık olabilmesi insanlarının sağlıklı olması ve iyi eğitim almış olmaları ile doğru orantılıdır’ dedi. Sonra beraberce düşündük, bizi düşündük.

Kaçta kaçımız tam anlamı ile doğru beslendik, sağlığımız sistemli olarak kontrol ediliyor, buna bağlı olarak beynimiz standartlara uygun çalışıyor mu acaba? Kaçta kaçımız istediğimiz eğitime kavuşmuş durumdayız ya da eğitimin getirdiği bilinç farkındalığını yaşıyoruz? Sağlıklı beden, sağlıklı beyin, sağlıklı bir vicdan ve sağlıklı bir eğitim seçme ve uygulama özgürlüğü, dahası temiz ve yalın bir toplum olabilmek, bence önce bireyin kendi bedenine özen göstermesi ile başlıyor.

Sonra genel ve artık kemikleşmiş sağlıksızlık sorunlarını ve sorumsuzluklarını düşünürken, bazılarının bizleri daha da deli etmek için bir de danası delisi bol kanları da, bir güzel sessiz sakin damarlarımıza boşalttıkları haberleri patladı. Tabii ki alacakaranlık kuşağına giriyorum ben, ister istemez ve devamlı ve oralardan da çıkmak hayli de çetin oluyor.

Ne yani birileri bizim beynimizin çalışmasını istemiyor mu ki bu insanlar ne doğru dürüst bedenine bakmayı bilsin, ne de öğrenmek zarardır misali engeli bol testlerle yolları kapatılmak istensin? Bol test, bol kurs, bol bütçe, bol kendini gelecekte ne işe yaradığı meçhul soruların cevabına bulmaya kaptırmaca.

Üstelik bu testler biter türden değiller. LGS var, ÖSS var yan yana gelmiş birtakım büyük harflerden oluşmuş hayatımızın ortasına güm diye oturtturulmuş. Dedim ya bu bir çeşit alacası bulacası bol hallerin üzerimize serpiştirilmiş durumu olsa gerek. Ben hayal kurup, bu hayalin gerçekleşmesini bol gönülden isteme seçimimi kurmaya devam edeceğim işte!

Kendime ve bedenime iyi bakacağım, beynim temiz ve daha iyi işlesin diye iyi besleneceğim, içimi tortulardan, bulanık isteklerden, adam sen de yalnız bende hallerden, ego soslu insanlardan asla, katiyen olmaz şeklinde uzak tutacağım. Seçimlerimi özgür bir Türk bireyi olarak kendi çarkımda yapacağım. Canım kızıma da tüm bu iyi ve doğru insan olma hallerini aktaracağım.

Gelecek nasıl olsa gelecek. Nasıl ve ne halde kapımızı çalacağı Tanrı dışında bir de bize bağlı. Gelecek Türkiye’sine içi, dışı, beyni, kalbi temiz çocuklar yetiştirmek de yalnızca bizim elimizde.

Sağlıklı yalın günlere
Yazının Devamını Oku