Çiçek gibi tavsiyeler

İşte yine bir cumartesi ve yine hafta içi şahsi gündemime giren, sizlerle paylaşmak istediğim bazı konular. Buyurunuz efendim!

Haberin Devamı

BİR UYGULAMA: SESLENEN KİTAP

Nasıl işimi görüyor anlatamam. Ben yolda, otobüste, metroda müzik dinleyen biri değilim. Müzik dinlemek benim için ayrı bir iş. Oturacağım, müziği açacağım ve dikkatimi vererek müziğe kulak kesileceğim. Yani müzik dinlemek değil de, müziği dinlemek benimkisi. O yüzden hareket halindeyken müzik dinlemiyorum.

Kitabı eline alarak okumak, kitaba dokunmak, kokusunu almak elbette çok farklı. Ama İstanbul’da yaşıyorsan ve hayatının önemli bir bölümü toplu taşımada ya da trafikte geçiyorsa, bu zamanı kaliteli bir şekilde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu iki durum birleşince, Seslenen Kitap uygulamasını buldum ve indirdim bir süre önce. Her boş anımda, trafikte, yürürken telefonumdan kitap dinliyorum. Çok keyifli, bir deneyin.

Haberin Devamı

Yazarların kendi sesinden kitap dinlemek de ayrı bir keyif. Tabi her yazar kendi kitabımı seslendirmemiş. Başka hangi kitaplar var, bilmiyorum ama Can Dündar’dan Lüsyen’i, Cem Mumcu’dan Makber’i, Nebil Özgentürk’ten Türkiye’nin Hatıra Defteri’ni, İclal Aydın’dan Bir Cihan Kafes’i dinledim.

Kitapların 30 dakikalık, ücretsiz deneme versiyonları var. Dinleyip, devam etmek isterseniz alıyorsunuz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bu şekilde dinleyip sevdim. 1961 yılında yazılmış bir kitabı elli altı yıl sonra okumuş olmanın utancıyla yazıyorum, iyi ki o kitabı almışım, dinlemişim.

Gülse Birsel’in sesinden Haldun Taner Hikayeleri’ni dinledim. Çok keyifliydi. Mazlum Kiper’in sesinden İlber Ortaylı’nın kitabı Türkiye’nin Yakın Tarihi’ni dinledim. Çok iyiydi.

Bu aplikasyon sayesinde, kelimelerin efendisi Sezgin Kaymaz’ı keşfettim mesela. Bakele ve Bugün Bize Kim Geldi kitaplarına bayıldım. Hele bir de uyumaya çalışırken, gözlerini kapatıp dinleme olanağı var ki, insan hemen gece olsun istiyor. Emek harcayan herkesin ellerine sağlık!

BİR KİTAP: APTAL BEYİN – DEAN BURNETT

Bu kadar kitap aplikasyonundan bahsetmişken, bu hafta okumaya başladığım bir kitaptan bahsetmezsem olmaz. Yazar Dean Burnett, Cardiff Üniversitesi Psikolojik Tıp ve Klinik Sinirbilim Enstitüsü’nde öğretim görevlisiymiş. Ama aynı zamanda bir blog yazarı ve amatör stand up’çı. Bu adamın yazdıklarını okumalıyım dedim. Enteresan bir karışım olmuş çünkü kariyeri. Tabi beyin denilen tuhaf malzemenin de çok fazla ilgimi çekmesi yüzünden kitaba atladım.

Haberin Devamı

Beyin çok acayip bir yaratık bence, organ falan değil. Kafamızın içinden, bütün vücudu kendi kafasına göre yönetmesine gıcık oluyorum. Canı istediğini unutuyor, istesen de hatırlayamıyorsun. Öyle bir siliyor ki bazı şeyleri, öyle derinlerde saklıyor ki, bin psikiyatrist bulup çıkartamıyor. İstemediğini unutmuyor ama! Sen unutmak istiyorsun, unutturmuyor. Her dakika aklına geliyor.

Vücut düşüp bayılıyor misal, pis herif (beyine çemkiriyorum) vücudun hayati organları hariç çalışmasını durduruyor. Daha zor durumlarda kendi hariç her şeyi kapatıyor. Ya kardeşim kim dedi sana böbreğimi kapat diye? Belki bu durumdan kurtulunca beyinsiz ama sağlıklı bir vücut sahibi olmak istiyorum? Belki kafama hiç bir şey takmadan yaşayan aynı zamanda fit biri olmak istiyorum? Niye en son kendini kapatıyorsun? Sordun mu bana? Sormuyor. Kafaya göre hareket ediyor.

Haberin Devamı

Yanılıyor mu peki bazen? Sıklıkla yanılıyor evet. Mesela saniyede 24 resim karesini arka arkaya gösterince, onu film sanıyor, bayılıyor izlemeye. Kandırılabiliyor mu? Hem de ne biçim. İki araba yan yana dururken, yanınızdaki geri geri gitmeye başlayınca, kendinizi ileri gidiyormuş zannetmiyor musunuz? Bir illüzyonist dikkatinizi başka yöne çekince, elindeki para bir anda yok olmuyor mu? Şaşırıyor, acayip seviniyor, emir veriyor ellere ‘sihirbazı alkışla, birbirine vur elleri!’

Bütün bunlara sürekli kafa yorarken, Aptal Beyin elime geçince keyifle okumaya başladım. Yazar beyne ‘insanın hayatını sabote eden bir organ’ olarak yaklaşmış. Dili oldukça eğlenceli ve akıcı. Şimdilik çok iyi gidiyor, tavsiye ederim!

Haberin Devamı

BİR FİLM: LİFE - HAYAT

Süper klişe bir konuyu çok iyi işlemiş adamlar. Uzay, Mars, Mars’tan gelen uzaylı, uzay gemisinde kaos, uzaylının mürettebata dalması, gerilim dolu sahneler... Bu tanımlamalarla hangi film aklınıza geliyor? Alien – Yaratık değil mi? İşte mevzusu bu kadar tanıdık.

Bu dezavantajlı durumu bence çok ciddi idare etmişler. Öncelikle her zaman düşündüğüm bir konuya değinmişler. Neden uzaylıların elleri, kolları, kafası olmak zorunda? Film üreticileri 1950’li yıllardan beri uzaylı tiplemelerini hep insana benzettiler. Korkunç görünümlü, düşmanca tavırlı, saldırgan ama sakil, zor hareket eden, ittirsen düşecek, içinde insan olduğu belli kostümlü adamlar uzaylıyı oynadılar hep beyaz perdede. Teknoloji ilerledikçe Alien filmindeki yaratık çok etkiledi bizleri. Ama yine içinde insan olan, çok gelişmiş bir kostümdü.

Haberin Devamı

2000’li yıllardan sonra çekilen filmlerde, bilgisayar teknolojisinin film endüstrisinde yoğun kullanılması sayesinde, kostüme ihtiyaç duymadan ekrana taşınan yaratıklarla karşılaşmaya başladık. Çok etkileyicilerdi. Yine de çoğu insani özellikler taşıyordu. İkiden fazla olsa da eller, kollar, bacaklar, kafa, göz...

İşte Life’ı sevmemdeki ana nedenlerden biri. Bu filmdeki uzaylı bambaşka bir şey. Şekli bambaşka, tükettiği hava bambaşka bir karışım, dayanıklılık seviyesi bambaşka. İnsanla uzaktan yakından alakası yok. Bence uzaylı diye bir şey varsa, böyle olur!

Severek izlediğim Ryan Reynolds, The Last Ship dizisinde fark ettiğim Hiroyuki Sanada, beşinci Görevimiz Tehlike’deki şahane abla Rebecca Ferguson ve çok sevdiğim oyuncu Jake Gyllenhaal var filmde. Bu arada size bir hizmet: Gyllenhaal İsveççe ‘heylenhülehe’ diye okunuyor, boşuna okurken derbeder olmayın.

Herkese iyi hafta sonları dilerim.

*

Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam

Yazarın Tüm Yazıları