Ali Atıf Bir

Kent pazarlaması (City Marketing)

20 Ağustos 2006
PERŞEMBE günü Kelebek’te Bursa’da yapılan eşcinsel yürüyüşünün "muhazakakar magandalar" tarafından engellenmesini kınayan bir yazı yazdım. Eşcinsellere yönelik protesto eylemlerine karışan Bursalı okurlarımdan bazıları, "Biz muhazakar maganda değiliz. Sorunumuz eşcinsellerle de değil. Gitsinler istedikleri yerde yürüsünler. Ama Bursa’da değil. Zaten adımız çıkmış dokuza, inmez sekize..." şeklinde mesaj gönderdiler.

Anlayacağınız Bursa’daki eşcinsellere karşı direnişin nedeni, Bursa’nın Zeki Müren’e gönderme yapılarak zaman içinde oluşmuş "eşcinselliyle ünlü kent" imajı...

"Eşcinsel kenti" imajından rahatsız gençler ve esnaf da şimdi Bursa’da eşcinsel düşmanlığı yapıyor. Sanki zaman içinde üretilen ve imajın yaratılmasına neden olan öyküleri anlatanlar eşcinsellermiş gibi...

Ben de bana mesaj atan genç arkadaşlarıma soruyorum. Madem "Bursa’nın çağrışımlarından" hoşnut değilsiniz, bugüne kadar kentinizin imajını değiştirmek için ne yaptınız?

Kent pazarlamasında "bireysel başarı öyküleri" inanılmaz etkilidir. Hele de bu öykü Zeki Müren gibi Türkiye’ye mal olmuş bir "sanat güneşi"ne dayanıyorsa, duygusal bağlantılar hedef kitleyle öyle bir titreşir ki, oluşan imajı kafalardan kazımak büyük çaba gerektirir. Alın size örnekler Woody Allen ve Manhattan, Mevlana ve Konya, Süleyman Demirel ve Isparta...

Aslında Zeki Müren ve Bursa ilişkisi tüm kent pazarlamacılarına örnek olmalı... Kentlerine imaj yaratmak isteyenler önce kentlerinde insanlara dokunan "bireysel başarı öyküleri" var mı, ona bir baksınlar.

Bursalılara da önerim "eşcinsel imajından" bu kadar rahatsız olmamaları. Zeki Müren’in öyle ya da böyle kafalara kazıdığı imajı silmek gerçekten zor. Zeki Müren’i takdir etmeyen Bursalı var mı? O halde çağrışımlarından niye rahatsız oluyoruz?

Üstelik eşcinsellere sahip çıkmak, onların eğlence mekanı yapmak, bir kenti olduğu gibi eşcinsel niye yapsın ki?

Aksine günümüzde büyük bir zenginlik getirebilir. Bakınız Mikonos Adası... Bilmem anlatabildim mi?

Not: Kelebek’teki yazıda daha önce Rize Emniyet Müdürü nasıl olayları yönetemediği için görevden alındıysa Bursa Emniyet Müdürü de görevden alınsın demiştim. Daha önce görevden alınan müdürün Ordu Emniyet Müdürü olduğunu bile bile... Rize’de fındık ne arar? Oluyor böyle Freudyen sıçramalar. Düzeltirim.

Mış gibi yapma kültürü

12 Eylül 1980 ihtilali sonrasındaki düşünce yapısı içinde Türkiye’de üniversitelere iki ders zorunlu olarak kondu. Biri Türk Dili ve Edebiyatı... Diğeri Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi...

Yaklaşık 24 yıldır bu iki ders Üniversitelerimizde "YÖK zorunlu dersler" adı altında okutuluyor. Belki "okutuluyor" demek yanlış. Çoğu üniversite bu iki dersi "sadece zorunluluk" olarak görüp, konusunda uzman olmayan, pedagojik formasyonu bulunmayan, bir üniversitede ders verecek niteliklere sahip olmayan kişilere verdiriyor.

Özetle "mış gibi" yapılıyor. Sonuca bakalım.

Türkiye’de dincilerin sayısı 24 yılda kaç kat arttı acaba? En son Boğaziçi Üniversitesi’nde din temelli alternatif mezunlar derneği BURA kuruldu. Ve de ilk icraatleri kampusa cami istemek oldu. Şaka gibi değil mi?

Türk dilindeki erozyonu ise "ÖSYM G..tümü Ye" klibinden daha iyi ne tanımlayabilir?

"Mış gibi" yapma kültürünün bizi nerelere getirdiğini görüyor musunuz? Ya bu dersler hakkıyla verilsin, ya da kaynaklar boş yere harcanmasın, "bir yararı yok" deyip kaldırılsın.

Hakkıyla okutulduğu halde sonuç bu oluyorsa, o zaman "öğretilenleri" bozan diğer nedenleri tartışalım...

Nelere dikkat ediyorlar

BAZI okurlarımın reklamlarda dikkat ettiği şeyler beni oturduğum yerden zıplatıyor. Sizlerle de paylaşmadan edemiyorum. Bakın ne diyor bizlerden biri:

"Televizyonlarda son yayınlanan Akbank Axess kart reklamında, sevgili Axess kızımız Özgü Namal, Teknopuanlari ile kendisine laptop almış arkadaşına ’Pek bir akıllı göstermiş seni’ tarzı ima ve ironi ile karışık bir laf ediyor. Böyle yapınca aslında Tekno puanlarını kullanacak olan kişilerle dalga geçerek, sinir bozucu bir hale bürünüyor bence. Gerçi negatiflik yaratarak da ilgi çekilmek istenmiş olabilir ama yine de çok ters geliyor bana. Bu konuda sizin düşüncelerinizi de öğrenmek isterim."

(Evrim Ece YARDIMCI, Aplikasyon Uzmanı, M.Sc. Biomedical Engineering B.S. Computer Engineering&Information Technologies.)

Yorum: Burada sadece metni tamamlayan bir mizah unsurundan söz ediyoruz. Siz de bilgisayarcı olduğunuz için seçici algı yoluyla reklamın içine derinliğine girmişsiniz. Senin gibi derine inenlerin sayısı çok olmadığı sürece sorun yok Evrimcim. Şunun surasında kaç aplikasyon uzmanı var Türkiye’de! Bir Kanat Atkaya, bir sen...

Dünya’da tekiz

Hangi konuda? Hemen söylüyorum.

Başbakanımız ve Meclis Başkanımız kendi ülkelerinde Silahlı Kuvvetler’e mensup olsalardı "irticai hareketleri" nedeniyle atılma olasılıkları yüksekti. Bu pozisyonlamaya sahip başka bir ülke yok. İran bile.. Eğer İran ordusuna girseydi Ahmedinecad bile çok rahatlıkla Genel Kurmay başkanlığına getirilebilirdi.

Sanırım çelişkiyi anladınız... Bu çelişki çözülmediği sürece Türkiye’de çalkantı bitmez. Ne içerde ne dışarıda...

Çelişki sürdükçe türban ve çevresindeki dini hassasiyetler içerde Türkiye’yi gerdikçe gerer. Çelişki sürdükçe Amerika ile ilişkilerde güven bunalımı mümkün değil bitmez. Amerika ve İsrail ile askeri stratejik ortaklık, kim ne derse desin, ya da olayı "dini lanetlemelere" dayandırsın, şu an Türkiye’nin çıkarına... Ama normalde ordu mensubu olsa "irticai faaliyetler" nedeniyle atılacak biri, Amerika ve İsrail stratejik ortaklığına gönülden inanabilir mi? O inansa karşı taraf onun samimiyetine inanabilir mi?

Çaktınız mı durumu? Kimse kimseyi kandırmasın düzlüğe çıkmak istiyorsak ya asker Tayyip Erdoğan’a gerçekten yaklaşacak ya da Tayyip Erdoğan askere..

Erdoğan’ın askere tam yaklaşma olasılığı var mı? Askerin Tayyip Erdoğan’a... Gördüğünüz gibi başa döndük...

Dünya Hidrojen Enerjisi Başkanı Prof. Nejat Veziroğlu, "Türkiye’yi hidrojen enerjisinin merkezi yapabiliriz" diye 3 Temmuz 2006’da Tayyip Erdoğan’a mektup yazmış. Kimin umurunda? Japonya’da yılda 400 bin yeni ürün, icat patent başvurusu yapılıyor. Türkiye’de sadece 2 bin... Gerçekten kimin umurunda?

Ali Kırca ekrana çıkarsa

ALİ Kırca gibi Türkiye’de televizyonun, televizyon haberciliğinin, televizyonda siyasi forumun tarihini yazan başarılı birini, şerefsizin biri "onun en mahrem görüntülerini" internete koydu diye asacak değiliz. Böyle bir şey asla doğru değil. Asılacak biri varsa o da internete o görüntüleri koyan şerefsiz. Tartışılacak olan da o şerefsize verilmesi gereken gerçek ceza..

Burada eleştirilecek, habercilik adına tartışılacak tek konu Ali Kırca’nın ailevi durumu. O da tartışılır ama bu konuda da onu asmak "değerlere", "durduğunuz yere" bağlı olarak değişir.

Burada en önemli konu Ali Kırca ile "aile-kadın" kanalı haline gelen ATV’nin durumu. ATV Ali Kırca’yı eylülde ekrana çıkarırsa önce rating sonra itibar kaybeder mi, kaybetmez mi? Yanıtı için biraz bekleyeceksiniz. Yarın "Cem Hakko’nun eşinden boşanma haberleri Vakko’ya zarar verir mi" konusuna açıklık getirirken, Ali Kırca-ATV ilişkisine de açıklık getireceğim. Azzz sonraaa...

Uyarı

BAZI reklam dernekleri para kazanmak için faaliyet alanlarını masum "kurs" işinden çıkarıp, reklamcılık alanında bırakın lisans eğitimini, yüksek lisans eğitimi verdirmeye kadar vardırdılar. Yani utanmasalar "doktora" eğitimi verecek kadar kendilerini yetkin hissedecekler.

Buna haddini aşmak derler. Önce adam bir bakar kaç adet reklam doktoralı reklam öğretim üyem var diye... Yüksek lisans işi çocuk oyuncağı mı? Eğitim işini yalap şap kampanya yapmakla karıştırıyorsunuz galiba... Oyun mu oynuyoruz burada. İyice işin cılkını çıkardınız.

Orada durun! YÖK sizi durdurmazsa bir durduran bulunur. Aslında Türkiye’de tüm yüksek lisans ve doktora eğitimlerini bir kez daha gözden geçirmekte yarar var galiba...

Çekirgelik

SON üç günde Türkiye’de trafik kazalarında 83 kişi öldü, 282 kişi yaralandı. Formula 1’iniz hepinize hayırlı ve uğurlu olsun...

(Prof. Dr. Ali Atıf Bir)
Yazının Devamını Oku

Ölüme yakın deneyimler

18 Ağustos 2006
Dharma’dan çok ilginç bir kitap çıktı: Işıkla Gelen Değişim. Ölüme yakın deneyimleri anlatıyor. Hani ölümü burnunun ucunda hissedenlere yönelik, "Bir ışık huzmesi gördüm, nur yüzlü dede çıktı, hayatım film şeridi gibi önümden aktı" geyikleri vardır ya... İşte bu konuyu biraz daha bilimsel olarak analiz eden bir çalışma bu. Melvin Morse ve Paul Perry gibi ciddi de ciddi yazarları var.

Ölüm anını hep çok merak etmişimdir (biliyorum eninde sonunda göreceğim ama hani görmeden ne olacağını bilsem fena olmaz diyorum). Bu nedenle, kitabın ciddiyetine bakıp "ot, böcek, sevgi, huzur, enerji" kitaplarına yaptığım muameleyi yapmadım, oturup eni konu okudum.

Dünya üzerinde milyonlarca insan ölüme yakın deneyimler yaşamış. Ölümden dönen binlerce insanın incelenmesi sonucunda, tıp araştırmacıları "ölüme yakın deneyim"i tanımlayan ortak unsurları ve aşamaları belirleyebilmiş. Temel olarak bu deneyimin dokuz karakteristlik belirtisi bulunuyormuş.

Kitapta ÖYD’lerin dokuz önemli belirtisi gerçek hikáyeleri ile anlatılmış. Küçük örnekleri sizinle paylaşayım. Merak ederseniz gerisini siz alın okuyun:

1. Ölmüş gibi hissetmek: "Anlatması çok güç. Öyle bir andı ki; kocamın karısı değildim, çocuklarımın annesi değildim, annem ve babamın çocukları değildim. Yalnızca ve tamamen kendimdim." - Kalp rahatsızlığı sonrasında, 65 yaşında Chicago’lu bir kadının sözleri

2. Acı duymamak ve huzur: "Sanki beni dünyaya bağlayan ipler kesilmiş gibiydi. Artık ne korku hissediyordum, ne de kendi bedenimi. Doktor ve hemşirelerin benimle ilgili bir çaba içerisinde olduklarını duyabiliyordum, ama bu durum benim için hiçbir şey ifade etmiyordu." - Trafik kazası sonucu "ölen" Georgia’lı bir ev hanımının sözleri.

3. Bedenin dışına çıkmak: "Yukarıdan hastane yatağında yatmakta olan kendi bedenime bakabiliyordum. Etrafımda telaşla koşuşturan doktorlar ve hemşireler vardı. Onların odaya bir makine getirdiklerini ve yatağımın ayakucuna yakın bir yere yerleştirdiklerini görebiliyordum. Kutuya benzeyen makinenin yanlarına bağlı iki kol uzanıyordu. Sonradan anladım ki bu alet kalp durduğu zaman onu yeniden çalıştırmak için kalbe şok uygulayan o makinelerden biriydi. Bir rahip içeri girdi ve bana bir tür cenaze duası okumaya başladı. Yatağın altına doğru ilerledim ve olan biten her şeyi buradan izlemeye devam ettim. Tıpkı bir tiyatroda seyirci olmak gibiydi. Yatakta duran bedenimin arkasında bir duvar saati vardı. Hem yataktaki siluetimi hem de 11.11’i gösteren saati görebiliyordum. Daha sonra tekrar bedenimin içine girdim. Uyandığımı ve ayak ucumda bedenimi izlemiş olan kendimi aradığımı hatırlıyorum." - İlaç tedavisine reaksiyon gösterdiği için ölümden dönen Arizona’lı bir kadının sözleri.

4. Tünel deneyimi: "Fırtına patlamak üzereydi ve ben golf oynuyordum. Bir anda üzerime yıldırım düştü. Birkaç saniye havada, bedenimin üzerinde asılı kaldım. Daha sonra kendimi bir tünelin içine çekiliyormuş gibi hissettim. Etrafımda hiçbir şey göremiyordum, ama çok süratli bir şekilde ilerliyormuşum gibi hissediyordum. Kesinlikle bir tüneldeydim. Tünelin diğer ucuna yaklaştıkça büyüyen ışığı görünce bunu daha iyi anladım." - Yıldırım düşmesi sonrasında güneyli bir araba galericisinin sözleri.

5. Işık saçan insanlar: "Tünelin sonunda beni bir grup insan karşıladı. Hepsi de tıpkı fenerler gibi parıldıyorlardı. Sanki içerideki her şey ışıklıymış gibi etraf parıl parıldı. Oradaki insanların hiçbirini tanımıyordum ama hepsi de beni çok seviyormuş gibi görünüyorlardı." - Kalp rahatsızlığı sonrasında 10 yaşında bir erkek çocuğun sözleri.

6. Işıktan varlık: "Kocaman çiçeklerle dolu bir bahçede uyandığımı hatırlıyorum. Çiçeklerin büyük yıldız çiçeklerine benzediklerini söyleyebilirim. Bahçenin ortamı sıcacık ve aydınlıktı. Çok güzel bir yerdi. Biraz bahçede dolaştım. O ’varlık’ da orada duruyordu. Bahçe muhteşem güzellikteydi ancak O’nun varlığının yanında tüm bu güzellikler sönük kalıyordu. O’nun tarafından sevildiğimi ve desteklendiğimi hissettim. Hayatım boyunca yaşadığım en büyülü duyguydu. Yıllar önce yaşamış olmama rağmen hálá o duyguyu hissedebiliyorum." - Çocukluk ÖYD’sini anlatan orta yaşlı bir kadının sözleri.

7. Hayatını yeniden gözden geçirmek: "Bu aydınlık varlık, etrafımı çevirdi ve bana hayatımı gösterdi. O ana kadar yaptığım her şey tekrar değerlendirebilmem için gözlerimin önünden geçiyordu. Bazı kısımlarını görmek ne kadar tatsız olsa da hayatımı baştan sona seyretmek çok güzel bir histi. Bu süreç içinde özellikle bir olayı hatırladım. Çocukken kız kardeşimin Paskalya sepetini kaçırmıştım, çünkü içinde benim istediğim bir oyuncak vardı. Hayatımı gözlemlediğim bu süreçte onun yaşamış olduğu üzüntü, kayıp ve yadsıma duygularını da hissettim. Hem incittiğim insanlar olup üzüntüyü, hem de yardım ettiklerim olup mutluluğu yaşamıştım." - 23 yaşında ÖYD yaşamış Ohio’lu bir kadının sözleri.

8. Geri dönüşe gönülsüz olmak: "Hayatım gözlerimin önünden geçtikten sonra bedenime geri dönmek istemedim. Orada çok rahattım. Etrafımı saran aydınlık saf ve kusursuz sevgiydi. O (aydınlık varlık), geri dönmek isteyip istemediğimi sordu. Ben ise ona ’Hayır’ cevabını verdim. Bu cevabım üzerine O, bana dönmem gerektiğini, çünkü daha yapılacak birçok şeyin beni beklediğini söyledi. Böylece tekrar bedenime döndüm. Bunu anlatmanın başka bir yolu yok. Bir anda yatağımdaydım ve makinenin kolları elinde olduğu halde karşımda duran doktoruma bakıyordum. Bir an için hayata döndürülmüş olmaktan dolayı öfke duydum. ’Bir daha asla bana bunu yapmayın!’ dedim. Bu sözlerim beni kurtarmak için oldukça çabalamış olan arkadaşım için gerçek bir şok oldu." - Meslektaşlarından biri tarafından hayata döndürülen bir kardiyolog.

9. Kişilik değişimi: "Hastanede uyandığımda ilk gördüğüm şey bir çiçekti. Ağlamaya başladım. İster inanın ister inanmayın ama fark ettim ki, ölümden döndüğüm ana kadar hiç gerçek anlamda bir çiçek görmemişim. Öldüğümde öğrendiğim en önemli şeylerden biri, her birimizin yaşayan ve çok büyük bir evrenin birer parçası olduğumuzdu. Eğer kendimize zarar vermeden başka bir kişiye ya da herhangi başka bir canlıya zarar verebileceğimizi düşünüyorsak, feci şekilde yanılıyoruz demektir." - Kalp krizi sonrasında hayatta kalan 62 yaşında bir işadamı.

Bırrrr... Biraz ürperdiniz değil mi? Ben de öyle. Bir süre Zincirlikuyu Mezarlığı’nın yakınlarında dolaşmamam lazım. Ne yazıyordu girişte: Her canlı ölümü tadacaktır!

(*) Melvin Morse, Işıkla Gelen Değişim, Dharma, 2006

Ali Kocatepe kir tutmaz

Dün yazdım Rumeli Hisarı’ndaki rezaleti. Yine tekrar ediyorum. "Para ödemediler" bahane... Önemli olan Hisar’daki konser eğlencesine son verip camiye altlık hazırlamak. Ama o gece olmadı. Ali Kocatepe ve Aysun Kocatepe çıktı, birbirinden güzel şarkılarla ve anılarla bize çok lezzetli bir gece yaşattı.

Sezen Aksu, hemen üçüncü şarkıdan sonra gelip Ali Kocatepe şarkıları ile geceyi çok hoş hale getirdi. Nükhet Duru, Ferhat Göçer, Redd, Deniz Seki yine Ali Kocatepe şarkıları ile tüm Hisar’a gelenleri zevkten köşeledi. "Hey Gidi Dünya"nın Hıncal Uluç ve Timur Selçuk’un dahil olduğu eski ve sıkı koroca söylenmesi ise görülmeye değer bir tabloydu.

Sezen Aksu’nun Ali Kocatepe için söylediği bir söz çok hoşuma gitti: "Buraya geldim, çünkü bu adam kir tutmuyor." Gerçekten de öyle, Ali Kocatepe’nin sahnedeki varlığı insana huzur veriyor. Demek ki yakınlarına da geçirdiği enerji aynı.

Ali Kocatepe Türk pop müziğine damgasını vurmuş bir dev, onun müzik hayatı aslında Türkiye’nin bir dönem geçirdiği değişimin de müzikli öyküsü. Bu nedenle Ali Kocatepe konserinden büyük keyif aldım. Hisar yönetiminin ona yaşattıklarına da çok üzüldüm. Bu konser mutlaka ve mutlaka tekrarlanmalı, hepimiz de iki elimiz kanda olsa bile Ali Kocatepe’nin yanında olmalıyız.

Bir şeyi unuttum. Bence gecenin sahneye çıkmayan bir kahramanı daha vardı o da, Hıncal Uluç. Ali Kocatepe’nin, Nükhet Duru’nun anlattığı tüm anılarda başroldeydi. Sanki konserin diğer parçası Hıncal Uluç’tu. Bir sıra arkasında oturduğum için sürekli Hıncal Uluç’u gözleme olanağı buldum ve bir kez daha ona hayran oldum. Hıncal Uluç bir etkinliği izlemiyor yaşıyor, sonra da yaşadıklarını yazıyor. Bence başarısının sırrı da bu.

CUMA İTİRAFI

drpeace; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 28; İl: İstanbul

Canımdan çok sevdiğim annem, evimizi taşırken yanıma gelip üzgün bir ses tonuyla: "Oğlum arkadaşının resmini taşırken camı kırıldı" dedi. Resim mi? James Dean«in tam boy resmi.

Not: Nesil farkı nesiller değişse de değişmeyen bir kavram. Bakalım farkı kapatabilen peşpeşe iki nesil olacak mı? Eğer dünyanın senaryosunu Göl Evi’nin senaristi yazarsa belki.
Yazının Devamını Oku

Rumelihisarı’nda rezalet

17 Ağustos 2006
Salı gecesi Rumelihisarı’nda çok büyük bir rezalete tanık oldum. Türkiye’de pop müziğin tarihini yazanlardan biri olan Ali Kocatepe’ye yapılanlar karşısında, kanım çekildi, resmen dondum kaldım, çok ama çok utandım... Yerin dibine geçtim... Büyük umutsuzluğa kapıldım. Kendi adıma AKP iktidarına verdiğim sürenin artık sonuna geldiğimi hissettim.

Bu yazı bir sonun başlangıcı. AKP’li "ortak akıl" Türkiye’nin çok dinli, çok kültürlü, çok sesli mozaiğini tek dinli, tek sesli, tek kültürlü hale getirmeye ant içmiş. Böyle bir zihniyete izin vermem, hoşgörmem artık mümkün değil...

Su iyice ısındı, kurbağa profesyonel yüzücü oldu, AKP’nin topu tankı yok ama, saman altından su yürüten anti-laik AKP ortak aklı, her türlü aydınlık Cumhuriyet kazanımını "kodu mu oturtuyor!"

İşte kanıtı...

Ali Kocatepe müzik yaşamındaki 41 yılı özetleyen karma albümünü tamamlayan bir de Rumeli Konseri yapalım demiş. Konser saat 21.00’de başlayacak. Konser günü Hisar kapılarının öğleden sonra açılması gerekiyor. Kapılar açılsın ki, ses düzeni kurulsun, enstrümanların ayarı yapılsın, hazırlıklar başlasın...

Ali Kocatepe ve ekibi konserden beş saat önce gelmişler. Hisar kapıları duvar. Sormuşlar soruşturmuşlar. Öğrenmişler ki, Hisar Müze Müdürü, organizasyonu yapan Galip Güner’in 9 bin YTL olan kira bedelini yatırmaması nedeniyle kapıları açmamış. Saat 15.00’te İl Kültür Müdürlüğü hesabına ücret yatmış. Ama kapıların açılması 20.00’yi bulmuş.

Hisar Müze Müdürü’nün ifadesinden anladığım; ödeme dekontunun Hisar’a ulaşması geciktiği için kapıların ancak 20.00’de açıldığı... Bu koca bir yalan! Ali Kocatepe gibi Türkiye’ye mál olmuş bir müzik adamına dekont gelmedi diye kapı açmayan Müze Müdürü’nün, bu saçmalığa göz yuman İl Kültür Müdürü’nün başka bir sorununun olması gerek, öyle değil mi?

Var... Hisar yönetimi Ali Kocatepe’nin kendince mason olduğunu öğrenmiş ve yüzlerce masona da bilet vermesine sinirlenmiş. (Ali Kocatepe üyesi bulunduğu Rotaryenler Derneği üyelerini konsere davet etmiş. Sanırım Müze Müdürü onları mason sandı!)

Ayrıca Ali Kocatepe’nin bir şarkısını seslendiren Sefarad grubunun, Musevi oldukları için Hisar’da sahne almasına da içerlemiş... İşin ilginci aynı Hisar yönetimi iki gün önce de Yavuz Bingöl’ün konsere çıkamaması için elinden geleni yapmış. Bildiğiniz üzere Yavuz Bingöl de Sünni değil Alevi...

Diyeceksiniz ki daha önce aynı sorunları Hisar’da kim yaşamıştı? Zerrin Özer, Işın Karaca, Yeni Türkü, Zülfü Livaneli ve birçok sanatçı da yaşadı. Evet, yaşadı... Çünkü hepsi bir yaşam biçiminin yansımaları ve AKP bu yaşam biçimine karşı. Sorun sadece para olsa emin olun iş çözülürdü.

Asıl soruna gelirsek... Asıl sorun; dincilerin laik Türkler’in eğlenme biçimine, yaşam tarzlarına diş bilemeleri... Bu nedenle cami Müslümanlığı yapıyorlar. Akıllarınca her eğlence mekanına cami kondurup istemedikleri yaşam biçimine son verecekler.

Ama amaçlarına ulaşamadılar. Konser bir saat geç başladı. Ali Kocatepe bir konuşma yapıp gerilimi ortadan kaldırdı. Saat 02.00’ye kadar da mükemmel bir şov yaptı. Bu mükemmel şovun ayrıntılarını yarın Hürriyet Cuma’da okuyacaksınız.

Önerim en kısa sürede Sefarad, Yavuz Bingöl ve Ali Kocatepe’nin Rumelihisarı’nda ortak bir konser vermeleri. Hisar’daki faşizan davranışa bundan daha iyi yanıt olur mu?

Bursa Emniyet Müdürü niye hálá görevde

Bursa’da eşcinseller yürüyüş yapacaktı ama yürüyemedi. Eli satırlı, bıçaklı çok sayıda Bursalı muhafazakar maganda "Bursa’nın imajını bozacağı için" eşcinsellere saldırdı, tartakladı.

Eşcinseller bir anayasal hak olan "iletişim özgürlüklerini" kullanamadılar. Tüm bunlar olurken Bursa polisi ne yapıyordu? "Karşı taraf çok öfkeli deyip" eşcinselleri yıldırmaya çalışıyordu. Devletin polisi eşcinsellerin anayasal haklarını kullanmalarını sağlayamadı, bir avuç magandayı püskürtemedi.

Anımsarsanız Rize Emniyet Müdürü, fındıkçıların protestosu karşısında Başbakan’ın "halkı dağıt" kararına uymadığı için görevden alınmıştı. Peki Bursa Emniyet Müdürü niye hálá görevde? Başbakan’ın işini yapmayan Emniyet Müdürü’nü yerinden etmesi için işin içinde Cüneyd Zapsu’nun mu olması gerekiyor?

Bu arada "türbanı" dini ifade özgürlüğünün göstergesi sayan dinci basının eşcinsellerin iletişim özgürlüğüne niye sahip çıkmadığı da ayrı bir konu... Öyle çifte kavrulmuş bir standartları var ki, insanın hallerine gülmekten ölesi geliyor.

Tırtıl

Erkekler doğurabilse kürtaj kutsal bir şey olurdu... (F. Kennedy)

Yazının Devamını Oku

Dizi oyunculuğunun sırrını çözdüğüm an

15 Ağustos 2006
Ah Polis Olsam’ın ilk bölümü bugüne kadar dört kez yayınlandı. Farklı saatlerde yaptığı reyting ve share rakamlarına bakıldığında eğer "senaryo" ve çekim kalitesi aynı çizgide giderse, "akıllı mizahın" dozu biraz daha artırılırsa, dizinin uzun süre ekranda kalacağı çok açık.

"Niye bu dizi izlenir, kim izler" sorularının yanıtını isterseniz başka bir yazıya bırakıp, benim oyunculuk öyküme dönelim.

Daha önce, lise ve üniversite yıllarından "tutkulu" bir oyunculuk maceram olduğunu sanırım artık biliyorsunuz. Hocalığın insan önünde "oynama" yeteneği kazandırdığını zaten tahmin edersiniz. Bir de açıköğretim derslerinden, iletişim fakültesi stüdyolarından, daha önceki televizyon programlarından kameraya aşinalık olunca dizi oyunculuğu konusunda öldürücü bir zorlanma geçirdiğimi söyleyemeyeceğim.

İlk bölümü izleyin, koridorda Atilla Arcan’la birlikte yürüdüğümüz ilk sahneye bakın. Dizi oyunculuğunun farklılığını sezdiğim yer tam orasıdır. Çünkü tam o noktaya kadar aynı stüdyodaki gibi kamerayla ilişkimin olacağını sanıyordum. O sahneden sonra anladım ki kamerayı unutmam, normal oyunumu oynamam lazım. Üstelik de hiç abartmadan.

Ama bir özelliğim var ki, beni çok yakından tanıyanlar bilirler, dizi çekimlerinde başıma dert oluyor. O da aslında geleneksel Türk tiyatrosuna uygun bir "doğaçlama adamı" olmam.

Kendimi tutamayıp, hemen ayak üstü replik patlatıyorum. Bir de karşımda Atilla Arcan, Şafak Sezer gibi bu işin üstatları olunca bazen yönetmenlere saç baş yolduracak hale geliyoruz.

İlk bölümün ve ikinci bölümün yarısının yönetmeni "Köpek", "Serseri", "Kuş Dili" gibi başarılı dizilerin yönetmeni Cem Akyoldaş’tı. Cem, kısa sürede bu özelliğimizi kavrayıp, İlk bölüme çok hoş sahneler ekledi.

Şimdi yönetmeniz Ekmek Teknesi’ne önemli reyting başarıları getiren Sadullah Şentürk.

Sadullah da çok titiz ve pratik yönetmen, şu anda biraz ortalık yangın yeri, o nedenle daha çok "zorunlu hareketlerle" saç baş yoluyor. Biz de espri patlatmaya biraz korkuyor, ağzımızda geveliyoruz. O gevelemelerden bile Sadullah bazen hoş espriler çıkarıyor. Üçüncü bölümden sonra "Ah Polis Olsam", "doğaçlamada" tamamen yıkılacak göreceksiniz!

İşin ilginç yanı da ne biliyor musunuz?

Sadullah Şentürk’ün bizim Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin 1996 mezunu olması. Sadullah’ın öğrenci olduğu yıllarda, ben doçenttim. Diyebiliriz ki hoca-öğrenci yönetmen-oyuncu olarak aynı sette buluştu. Güzel duygular bunlar.
"Ah Polis Olsam" set maceralarım devam edecek.

Emel Acar’ın defilesi Fashion TV’de

Şimdi size son aldığım bir haberi duyuruyorum. Erdal Acar’ın eşi Emel Acar, 13 Eylül’de Çırağan Oteli’nde bir defile düzenliyor.

Defilede Acar’ın kendi tasarladığı 60 parça elbise 19 manken tarafından sergilenecekmiş.

Elbiseleri sergileyecek 19 mankeni Emel Acar, ince eleyip sık dokuyup seçmiş. Seçerken de özelliklede de "kendini medyaya sakız etmeyenelere" öncelik vermiş.

Şimdi sıkı durun...

60 parça elbiseden sergilenecek son parça sürpriz bir gelinlik. Ve gelinliği podyumda sergileyecek olan da Emel Acar’ın kendisi.

Şimdi daha bir sıkı durun... Gelinliği sunarken damat olarak Emel Acar’a kim eşlik edecek dersiniz?

Evvvettt. Eşi Erdal Acar. Hem de çocuklarını da yanına alarak...

13 Eylül Emel Acar’ın doğum günüymüş ve Erdal Acar eşine doğum günü hediyesi olarak böylesine büyük bir jest yapıyormuş.

Bu arada 13 Eylül’de Çırağan’a gidemeyenlerin Emel Acar-Erdal Acar ikilisini Fashion TV’den de izleyebileceklerini belirtelim.

Tırtıl

Bütün kadınlar annelerine benzemek ister. Bu onların trajedisidir. Erkekler ise asla annelerine benzemek istemez. Bu da onların trajedisi... (Oscar Wilde)
Yazının Devamını Oku

Beş para etmez pazarlama

14 Ağustos 2006
PAZARLAMAYA harcadığınız para işinizi büyütmüyorsa ve karşılığında daha fazla para kazandırmıyorsa o zaman pazarlamanız beş para etmez demektir." Mark Stevens bu düşünceyle yola çıkmış bir çeşit "yatırımın geri dönüş oranı" gibi karmaşık bir konuyu basit bir dille anlatan Ekstrem (Sıradışı) Pazarlama kitabını yazmış (*). Ekstrem Pazarlama uygulamak için de on kural oluşturmuş. İşte bu kurallar:

1. Kural: Yatırdığınız her 1 YTL için 1 YTL’den fazla kazanmanıza yol açan ekstrem (sıradışı) pazarlamaya odaklanmak şart!

2. Kural : Pazarlama dediğiniz şey sadece reklam, sponsorluk, halkla ilişkiler gibi şeylere para harcamak değildir. Bunlar sadece araçtır. Pazarlama; -gelirlerini, kárını ve değerini- büyütmekle ilgilidir.

3. Kural: Satışı pazarlama sürecindeki son basamak olarak gören bir şirket işe kıçından başlamış demektir. Hepsi hatalı. Satış ilk sırada olmalı. Önce ürünün ya da hizmetin değer vaadine dayanan yeni iş almaya yönelik yeni bir strateji geliştirin.

4. Kural: Rakiplerinizin ne yaptığının canı cehenneme. Her şeyi yeniden düşünün ve baştan başlayın. Alışılagelmiş düşünceyi benimserseniz asla sürüden ayrılamazsınız. Sağlıklı şüphecilik iyi bir şeydir. Pazara giden "doğru yol" hakkında duyduğunuz her şeyi sorgulayın.

5. Kural: Küçük oynamayı bırakın büyük oynayın. Orijinal Uzay Yolu’nu anımsıyor musunuz? Yaratıcıları işi doğru anlamıştı. ’Daha önce hiçbir adamın (ya da kadının) gitmediği yerlere cesaretle gitmek’ istersiniz. Yoksa işe gitmek ne gibi bir zevk verir ki? Herkes zikzak yapıyorsa siz zakzik yapın.

6. Kural: Kim demiş sinerji işe yaramaz diye? Bütünleşik pazarlama pratik faydalıdır. Sayısız çalışma göstermiştir ki; ’sinerji’ yaratmak için yapılan şirket birleşmeleri genellikle başarısız olur. Bununla beraber, bir şirket kapsamında pazarlama sinerjilerinin gücünü elde etmek için yapılan girişimler çoğunlukla başarılı olur.

7. Kural: Tembel pazarlamadan vazgeçin. Pazarlamanızın her parçasını bütünleyin. Harcadığınız her 1 YTL’nin pazarlama bütçenize daha fazla sıfır değil, pazarlama programınıza ateşleme gücü eklediğini garanti eden bir plan yapın..

8. Kural: Pazarlama yatırımınıza en yüksek getiriyi sağlayacak olanları bulmak için bir girişime başlamadan önce çeşitli yaklaşımları kapsamlı olarak deneyin, uygulayın, sonuçları ölçün. Penisiline alerjiniz olduğunu bilmediğinizde koca şırıngayı poponuza batırtmaya razı oluyor musunuz? Önce küçük bir alanda deneme yapıyorlar değil mi? Hem de her seferinde. Klişeler bazen tekrar etmeye değer bir gerçeğe sahip oldukları için klişe olurlar. Örnek: Önce eşeğini sağlam kazığa bağla sonra Allah’a dua et!

9. Kural: Satışı ve geliri arttırmak için mutlaka servet yatırmanıza gerek yok. Tamamen yeni pazarlar açmaya ve yeni ürünler satmaya çabalarken, çevrenizdeki alçak dallarda toplanmaya hazır meyveler olduğunu unutmayın. Önce bunu işleyin.

10. Kural: Tıbbın ilk kuralı, pazarlamanın da son kuralıdır: Zarar verme. Eğer yatırılan paranın karşılığında önemli bir getiri sağlayamıyorsanız, sürdürmek için yasal bir zorunluluğunuz yoksa, devam eden tüm programlarınızı durdurun.

Mark Stevens belki yeni şeyler söylemiyor ama bir gerçeğin altını defalarca çizdiği için mutlaka kitabına göz atılması gerekiyor. O gerçek de şu: Sonuçlara odaklanın!

Gerçekten de böyle. Sokağa atılacak paranız varsa beş para etmez azarlama uygulamalarına devam!

(*) Mark Stevens, Kár Odaklı Pazarlamanın 9 Temel Kuralı, Mediacat, 2006.

Telekom’un altyapısı

TELEKOM’un Lig A sponsorluğunu duyurduğu gazete reklamında "165 yıldır ülkemizin iletişim altyapısını sağlıyoruz" ifadesi var.

Sonra "futbolun altyapısına da hizmet ediyoruz" bağlantısı ve sonra "Geçmişte olduğu gibi gelecekte de çağdaş Türkiye için altyapı yatırımlarımıza devam edeceğiz" sonuç cümlesi.

Güzel ifadeler bunlar. Ama Telekom özelleştikten sonra Telekom’a bir şey oldu. Altyapı kurulum hizmet bedelini hizmet verdiği kişi ya da kurumdan tahsil ediyor.

Gebze dolaylarında organize sanayi bölgesine yatırım yapan firmalar "hızlı internet bağlantısı istiyoruz " deyinceTelekom "Ödeyin 40, 50, 60, 100 milyarları Fiber kablolama yapmam lazım" diyor.

Bu ne güzel iş beyler, bu ne güzel özelleştirme! Devletin "altyapı yatırımı gerektiren" en önemli kurumunu alacaksın, sonra altyapı hizmetinin bedelini kullanıcıdan almaya başlayıp "altyapı hizmeti sağlamakla övüneceksin!"

Nasıl özelleştirmeler bunlar anlamıyorum. Eğer birinin alt yapı yatırımları için gereken sermayesi yoksa Telekom gibi, "bilgi toplumunu yaratmada" stratejik öneme sahip bir kurumun ihalesi bu kişiye, kuruma nasıl, niye verilir?

Olması gereken Telekom’un kendi parasıyla alt yapıyı sağlayıp, sonra da işletim hizmetinden parasını kazanması değil mi?

Telekom "Lig A’ya sponsor olmak istiyorum" dediğinde, ya ona da biri çıkıp "Maç oynamak için stadyum gerekiyor birkaç milyon dolar da sen at bakalım" derse?

Bazen gerçekten çok ama çok saçma işler yapıyoruz.

Çekirgelik

Birçok işadamı pazarlamayı işleri büyütmek değil de para harcamak sanıyor.

(M. Stevens)
Yazının Devamını Oku

Toroğlu savaş bile çıkarabilir

13 Ağustos 2006
ÖZELLİKLE televizyonda "ekran figürü" yaratırken ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini Erman Toroğlu’nun "Kodu mu oturtan komutan istiyorum" özlü ve güzel sözünden sonra iyice anlamışsınızdır sanırım. Fizik-Kimya-Biyoloji bilinmeden nasıl doktor olunmuyorsa, iletişim kuramları bilinmeden de medyacı (televizyoncu-gazeteci) olunmaması gerektiğini de!

Defalarca yazdım. Erman Toroğlu aynı "bodoslama" yorumları futbolcular, hakemler, kulüp başkanları ve federasyon için de yapıyor. Kodu mu oturtan taraftar, başkan, futbolcu, hakem istiyor. Onlar da kodu mu oturtuyorlar. Ve de özellikle taraftarlarla-hakemler arasındaki gerginlik arttırıyor. Futboldaki şiddet tetikleniyor.

İletişim fakültelerinde iletişim kuramlarını boş yere okuttuğumuzu sanıyorsunuz galiba... İletişim kuramlarını bilen, iletişimin etkilerini yiyip yutan bir yönetici asla Erman Toroğlu’nu ekrana çıkarmaz. Çünkü, Erman Toroğlu’nun tarzıyla, tavrıyla, eğitimiyle, kültürüyle her an "bodoslamadan" bir gaf yapıp Türkiye-Yunanistan savaşı çıkarabileceğini bilir!

Zapsubelek etkisi

TAYYİP Erdoğan’ın Cüneyd Zapsu’ya niye bu kadar gereksinimi var anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum... Bir Başbakan kendini bu kadar yıpratan birini niye hálá çevresinde tutar?

İngilizcesi falan için mi? Hiç sanmıyorum Başbakan elini sallasa elli tane mütercim tercümana değer.

Zapsu’nun dış politikada kimsenin bilmediği pazarlık yeteneği var da ondan mı yararlanıyor? O da değil, Dışişleri’nde söz konusu pazarlıkları Zapsu’dan daha iyi yapacak çok sayıda görevli var.

O halde niye bu Cüneyd Zapsu ısrarı? Niye bu bile bile imaj aşınması.

İş öyle hale geldi ki Zapsu evinde oturduğu yerde kanat çırpıyor. Başbakan ofisinde çürük domates saldırısına tutuluyor (Kelebek etkisi gibi bir şey anlayacağınız, Zapsubelek de buradan geliyor.)

Zapsu fındık işiyle 2002’den bu yana ilgilenmediğini söylüyor. Başbakan ise "Fındıkçıları batıran Zapsu’dur" algısı nedeniyle öfke dalgasının kucağında buluyor kendini...

Fındıkçı öfkesinin Başbakan’ı daha da zor durumlara düşürmesi an meselesi... Her an yeni bir "Ananı da al git!" krizi yaşanabilir.

Örneğin Başbakan ona soru soran bir fındık üreticisine sinirlenirse her an "Konuşma lan .... ağuzlu" gibi özlü ve güzel bir söz söyleyebilir.

Niye hálá "Zapsu da Zapsu" o zaman?

Başbakan’ın "arkadan dolanıp gizli kapaklı iş bitirmeyi" yöntem haline getirdiğini biliyoruz. Yöntemi yeterince tartışmalıyken bir de niye hálá imaj kıran Zapsu’yla devam? Nedir bu göbek bağının sırrı?

Başbakan’ın anketini okumak

ANIMSARSANIZ
Başbakan Malezya yolunda ANAR’ın anketine dayanarak yorumda bulunmuştu. Şu an seçim olsa yüzde 32.7’lerde gezindiklerini, ikinci partinin yüzde 11’le CHP olduğunu, diğer partilerin Meclis’e giremeyeceklerini, bu nedenle de barajı düşüreceklerini söylemişti.

Oysa o güne kadar okuduğumuz, gördüğümüz diğer araştırmalar DYP’nin üçüncü parti olarak Meclis’e girebileceğini gösteriyordu. Bir haftadır "Başbakan niye bu açıklamayı yaptı?" diye düşünüyordum. Sonunda buldum...

Daha önce de yazdım. Bir, şu anda seçim yok, iki ortada sandık yok... Seçim araştırması yapılabilir ama gerçekmiş gibi yaymak doğru değil.

ANAR, AKP’nin resmi araştırma şirketi. ANAR’ın hamilerinden biri AKP’li Devlet Bakanı Beşir Atalay. Dolayısıyla baraj maraj bahane. Başbakan araştırma sonuçlarını açıklayarak araştırmalarda yükseldiği görülen Ağar’ın önünü kesmek istiyor. "Barajı düşürürüz" deyip diğer partilerde "iş yok" mesajını güçlendiriyor.

Yeri gelmişken, bir seçmen davranışı araştırması okunduğunda ilk bakılacak şey araştırmanın sponsoru, ikincisi örnek büyüklüğü, üçüncüsü örneğin temsiliyet yapısı, dördüncüsü soruların soruluş biçimi, beşincisi cevap vermeyenlerin oranı.

Partilerin kendilerini olduğundan büyük göstermeye çalışmaları çok normal. Çünkü sizin güçlünün yanında olma eğiliminizi, yükselenin yanına geçme eğiliminizi biliyorlar. Siyasi partiler araştırma yapıp hormonlu bilgi yayma isteğine devem edeceklerdir. Bu onların genlerinde var.

Önemli olan sizin okuduğumuz araştırmaları bir "yansızlık" süzgecinden geçirip bir sonuca varmanız. İstatistikten korkmayıp biraz öğrenmeye çalışsanız çok iyi olur.

Gerçekleri söyleyen siyasetçiye ulaşılamayacağını dünya biliyor artık, gerçek demokrasiye ancak bilinçli vatandaşlarla ulaşılabileceğini de... Kimseden bir şey beklemeyin, "Siz ne yapıyorsunuz?" sorusuna yanıt verin.

Boyutu mu işlevi mi

ÜÇ
boyutlu Patos cipslerinin reklamının her şeyden önce çocuklara kötü örnek olduğunu söyleyebilirim. Çok tehlikeli bir reklam. Eğer altı yaşın altındaki çocuklar reklamdaki gibi nesneleri havaya atıp yutmaya çalışırlarsa, ölüme varan olaylarla karşılaşabiliriz. Bu sakıncalı yanının dışında reklamın mesajı, dili, tekniği ürünün vaadine uygun. İki boyutlu koca göğüs bayan Patos yiyince birden üç boyuta geçip göğüs düğmeleri patlıyor. Yanındaki genç de aynı şeyi yapınca bilin bakalım neresinden üç boyuta ulaşıyor. Reklamı bir daha izleyin ne dediğimi anlayacaksınız... Özellikle koca göğüs bayanın nereye baktığına bakın ama...

HDI yabancı bir sigorta şirketi galiba... Lansman reklamında "Buradayız!" diyor. E iyi. Biz de buradayız! Başka?

İslami bilgisini artırmak isteyenlerin oranı yüzde 6.7

"EĞİTİM şart, eğitim şart"
diye dalgamızı geçiyoruz ama eğitim olayını ne nitelik açısından çözebiliyoruz ne de nicelik...

Sayılar ortada... Okullaşma oranları meydanda... Her yıl "bana üniversite eğitimi verin" diye yakaran yaklaşık 1 milyon gence "kusura bakmayın koltuklarımız doldu" deyip kapıyı gösteriyoruz.

OECD tarafından yapılan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sınavının sonuçları nitelik sorununu ayna gibi özetliyor: Türk eğitim sistemi, en temel amaç olan düşünme, algılama ve sorun çözme yeteneği gelişmiş bireyler yetiştirmekten uzaktır! (*)

Türkiye’deki eğitim talebini belirlemek için TNS Piar 18 yaş üstü, Türkiye temsili 2 bin kişiye Haziran 2006’da "Halihazırdaki eğitim düzeyinizi düşündüğünüzde şimdi size okuyacaklarımdan hangisi sizin kendi eğitim durumunuz ile ilgili düşüncelerinizi en iyi yansıtır?" sorusunu sordu. "Daha fazla eğitim istiyorum" diyenlerin oranı tam yüzde 63.1. Korkunç büyük bir rakam.

TNS Piar’ın ikinci sorusu şuydu: "Eğer imkanınız olsaydı hangi konulardaki eğitim düzeyinizi artırmak isterdiniz?"

Yanıtlar yine çok ilginç. Türkiye’nin yüzde 6.7’si İslami konularda eğitim istiyor. Bu sonuç eğer doğru İslami bilgiler verilmezse insanların nasıl "hurafelerin" esiri, tarikatların, yalancı hacıların hocaların oyuncağı olacağının da kanıtı. Aynı şekilde sağlık konusunda eğitim almak isteyenlerin oranı ise yüzde 6.1. Sağlıkta da halkını eğitmeyen çıkıkçıya, üfürükçüye ve obeze razı olur!

Üniversite eğitimi almak isteyenlerin oranı yüzde 5.2. Mesleki eğitim görmek isteyenlerin oranı yüzde 3.7. İktisat, hukuk, kültür-sanat, edebiyat, tarih gibi sosyal ve siyasal konulara ilgi ise çok yüksek yüzde 13.7. Bilgisayar, yabancı dil, ileri teknoloji talebi de hiç küçümsenecek oranda değil yüzde 10.3.

Tablolarda gördüğünüz gibi eğitimde sorun talep de değil... Türk insanı müthiş bir eğitim açlığı çekiyor. Her konuda... Lisans, yüksek lisans, doktora, meslek eğitimi, kurs, halk eğitimi her seviyede her konuda.

Devlet ise vatandaşının beynini doyuracak örgütlenmeyi bir türlü beceremiyor. Kendi beceremediği gibi "eğitim devlet işidir" deyip özel sektörün önünü de yeterince açmıyor, hatta eğitimde özel sektör düşmanlığı yapıyor.

Uzaktan öğretim yöntemi hálá "pedagojik" değil "politik" bir yöntem olarak görülüyor. Oysa Türkiye’nin kurtuluşu bir yandan devletin verdiği eğitimi piyasaya dönük hale getirmekte, diğer yandan eğitimde özel sektörü desteklemekte, diğer yandan ise çağdaş anlamda bir uzaktan öğretim sistemi kurmakta. Türkiye’deki uzaktan öğretim modeli ne yazık ki biraz eskimiş bir model... Bu modeli de artık tartışmaya açmakta fayda var.

(*) Şeref Saygılı ve Cengiz Cihan. Eğitim ve Sürdürülebilir Büyüme, TÜSİAD Yayını, Haziran 2006

Eğitim düzeyi artırılmak istenen alan

İslami Bilgiler: % 6.7

Sağlık: % 6.1

Yabancı Dil: % 5.2

Üniversite Eğitimi/Yüksek öğrenim görmek: % 5.2

Mesleki eğitim: % 3.7

İktisat: % 3.2

Hukuksal konular: % 3.1

Kültür-Sanat: % 2.9

İleri Teknoloji/Teknoloji: % 2.7

Bilgisayar: % 2.4

Sosyal/Siyasi konularda: % 2.4

El işleri/El Sanatları: % 2.3

Eğitimcilik: % 2.3

Genel Eğitim: % 2.1

Öğretmen: % 1.4

Ziraat: % 1.1

Tarih: % 1.1

Edebiyat: % 1.0

Elektrik/Elektronik: % 1.0

Orta Öğrenim (Ortaokul/Lise): % 1.0

Diğer: % 9.0

Hiç bir konuda eğitim düzeyimi arttırmama gerek yok (gerek yok): % 6.0

Her alanda bilgili olmak isterdim: % 3.7

Bilmiyorum/Emin Değilim: % 24.2

Toplam Cevap: 2170

(Sayı 2009, Kaynak: TNS Piar)

Eğitim almak

isteyenlerin oranı


Mevcut Eğitim düzeyimden daha ileri bir eğitim almak isterdim: % 63.1

Mevcut eğitim düzeyimden memnunum: % 34.5

Mevcut eğitim düzeyimden daha az bir eğitim almak isterdim: % 2.3

Sayı 2009 (Kaynak: TNS Piar)

Çekirgelik

Çocuklar kocalara benzer. Başkalarına ait oldukları sürece sorun yoktur. (Red Skelton)
Yazının Devamını Oku

Yazıyla şipşak seyahat fotoğrafları (*)

11 Ağustos 2006
Ünlü reklamcılarımızdan Nesteren Davutoğlu’nun lezzetli kişisel "reklamcılık seyahatini", birkaç yıl önce Epsilon yayınlarından çıkan "Ada’da Zaman"da okuduk. Davutoğlu’nun "çalakalem anı özetleme" özelliğini ve yeteneğini de "Ada’da Zaman’da keşfettik. Sonra kitapçıya gittik, baktık sevgili Nesteren işi geliştirmiş. Bu kez gerçek "seyahat yazılarını" kaleme almış. Daha doğrusu yine "çalakalem tuttuğu" anılarını üç kitap halinde yayınlamış: Norveç Defteri, Afrika Defteri, Balkanlar Defteri.

Ortaya çok lezzetli işler çıkmış. Okudukça görüyorsunu ki, Nesteren yazmıyor da, yazıyla şipşak fotoğraf çekiyor gibi. Şipşak duygular, şipşak düşünceler, şipşak yaşananlar.

Ben Balkanlar Defteri’nden başladım. Şaşırdım. Heryeri gezmiş Balkanlar’da Nesteren. Hiçbir yeri ıskalamamış. Rodop Dağları’nı şöyle anlatıyor:

Rodop Dağları, Nestos deltası.

Doğaya teğet geçtik. İçeri davet etti,

Kocaman kollarına, doğaya borcumuz olsun.

Kavala’da Maria ve Kostas’la sohbet çok sıcak:

Dağ ve denize inişiyle Kuzey Ege limanı bir güzel ki.

Otele bavullarımızı bırakıp, balkondan geceye bakıp,

derin nefes alıp doğru Yusuf’un hatırladığı meyhaneye...

Gece koyu, kapkaranlık ve sıcak.

KAVALA’da hoş bir gece geçireceğimize eminim.

Balıkçı meyhanesinde iyi bir rastlantı.

Bir ses; biz hangi masaya otursak diye aramızda

Konuşurken "BUYURUN EFENDİM".

Seslenenler MARIA ve KOSTAS, tanışıyoruz.

Sahile geniş kıyısı olan meyhanede,

Sırt sırta oturuyoruz, masadan masaya sohbet ediyoruz.

Önce Maria kendini tanıtıyor:

"Doğma büyüme Beyoğlulu’yum ben, Maria.

Annemin mezarı orada, Anneciğim..."

Maria ile Türkçe, meyhaneciyle türlü dilleri birbirine karıştırarak anlaştık.

Camlı vitrinden büyük balıklar çıkardı;

Kilo fiyatlarını, isimlerini söyledi.

"Ben 16 yaşında geldim buraya. Sarayburnu’ndan

Necip Ramazanoğlu üvey babam, Türk’tü. Beni o büyüttü. Padişahın torunuydu. Eminönü, hepsi onundu, aldılar..."

Sonra Kostas:

"Gemlikte doğdu kocam, bir aylıktı,

1922’de kaçmışlar buraya."

Tekrar kendi hikáyesine dönüyor, çünkü gençliğini, hayatını hatırlıyor, gözleri parlıyor.

"Üvey babam büyüttü beni; ah babam, anneciğim oradalar.

Koskocaman eşek oldun, derdi babam.

Koskocaman eşek kızım

4. Şube’ye gidince, bana polis "Gel gel diyor, hoşgeldin Karakız". Benim orada vesikam vardı, fotoğrafımı verdi, çok sevindim, çok."

Arada ouzo’dan yudum. Iassu! Şerefe.

"Kocam tütün fabrikasında çalışıyordu. Burada hep tütün.

İngilisce, Alamanca, Fransisca iyi bilirim."

Zaten Yunanca, Türkçe anadilim, İtalyanca ben bilirim.

"Mutlaka gelin önümüzdeki yaz, gelin İstanbul’a."

"İnşallah efendim... İnşallah efendim..."

İstanbul, sizi görünce sevinir.

Oğulları Tanassi gelecekmiş İstanbul’a, mobilya fuarına, bizi arasın dedik.

Lafta kalır herhalde.

Kostas çok yakışıklı diyoruz, elini havaya kaldırıyor, "Türkçe unuttu o, ben hiç unutmadım. Çünkü İstanbul’u, ah çok severim!"

Ve yorum:

Balkanlar gezimizin ilk gecesinde, Ege Denizi’nin kuzey kıyısında, Kavala’da bir sahil meyhanesinde, pek hoş sohbetler yaptık. Maria ve Kostas ile Yusuf, Sedat ve Nesteren’in sohbetleri balıktan da güzeldi. Koca göbekli meyhaneci, bu işten pek hoşlandı. Maria Kaçikari’nin adresini aldık. Söz; O’na bu gece çektiğimiz fotoğrafları yollayacağız. İstanbul’undan hatıra olsun.

Nesteren sıcacık diliyle Balkanlarda bizi gezdirmeye devam ediyor. Kutsal Dağ, Meryem Ana’nın Bahçesi, Selanik, Edessa, İkon Galerisi, Üsküp, Kosova, Arnavutluk, Mostar Köprüsü, Bosna, Hersek, Karagöz Bey Camii...

Oralarda olmaktan duyduğu heyecan, okurken size de geçiyor. Kitap, arkasında da belirttiği gibi Balkanlar’ın ışığı, rengi, enejisi olduğu gibi içinize akıyor. "Bir gün ölmeden buraları ben de görmeliyim mutlaka" diye bir duygu kaplıyor içinizi. Hele de kökleriniz oralardaysa, kitap biter bitmez arabanıza atlayıp Kapıkule sınırına dayanmanız an meselesi. Belki de bazıları çoktan yola çıktı bile.

(*) Nesteren Davutoğlu, Balkanlar Defteri, Epsilon, 2006.

Aşk her zaman iş yapıyor

Yazın ortasında Tepe Nautilus’da, geceyarısı son seansta, Göl Evi’ni izlemek için bir salon dolusu insan toplanmıştı. Neden? Çünkü aşk her zaman, her yerde kesinlikle satıyor.

Ancak bir salon insan, film bittiğinde mosmor olmuştu. Çünkü birileri onları "müthiş aşk" filmi diye kandırmıştı.

Göl Evi, kusura bakmayın ama rezalet bir film. İçinde aşk falan yok, sadece "anlamama" duygusu var. Film bittiğinde içinizi asla sıcacık aşk duyguları sarmıyor. Kendinizi iyi hissetmiyorsunuz. Aptallaşıp kalıyorsunuz. Yazık olmuş Keanu Reeves ve Sandra Bullock ikilisine. İkisini de yıllar yıpratsa da, bu ikiliden dillere destan bir aşk filmi çıkardı. Yazık olmuş.

Bu arada, anlayan biri söylesin lütfen, filmin sonunda kadın 2006’da ise erkek arayı nasıl kapattı?

Sandra ablam var diye!

Oyster Residence başka bir butik

Antalya-İzmir sahili üzerindeki gezimizin bu müstesna bölümünde, Fethiye Belcekız plajında, Oyster Residence’dayız. Daha içeri adım atar atmaz farklılığın mekanına geldiğimizi anlamış bulunmaktayız. Fethiye’de deniz kenarındaki ünlü Beyaz Yunus balık lokantasını bilirsiniz. (Bilmiyorsanız bu yaz mutlaka ama mutlaka uğrayın, bu yaz bulunduğu yerden başka yere taşınıyor). Oyster Residence Beyaz Yunus’un sahibi Mehmet - Günsenin çiftinin gerçek "residence"larıymış. Daha sonra otele çevirmişler. Daha sonra da hayat arkadaşlıklarını bitirmişler ama iş arkadaşlıkları devam ediyormuş. Otelin yönetimi Günsenin Hanım’da...

Günsenin Hanım’ın İngiltere’de aldığı moda tasarımı eğitiminin etkileri, içindeki "yaratıcı ruh", Oyster’ın her yerinde buram buram hissediliyor. Odaların her biri farklı döşenmiş, acayip de güzel olmuş.

Her oda doğrudan bahçeye açılıyor. Tam bahçenin sağında, herkese yetecek kadar keyifli bir havuz var. Oyster Residence’ı iki sözcükle tanımla derseniz. Sakinlik ve huzur derim. İnanılmaz bir sakinlik, inanılmaz bir huzur. Konfor beş yıldızlı, sessizlik butik.

Belki de dinlenirken, güneşlenirken çıkan tek ses, Babadağ’dan iniş yapan yamaç paraşütçülerinin, kumsala inerken havayı yalayarak çıkardıkları hışırtı.

Oyster daha çok İngiliz turistlerin tercihi. Keşfetmiş cenneti amcalar. Bir yanda sessizlik ve huzur, diğer yanda metrelerce Belcekız plajı. Oyster’ın kendine özgü yiyecek-içecek menüsüne de diyecek yok. Hiçbir şey sıradan değil. Çikolalı kirazı çok beğendim örneğin.

Niye yalan söyleyeyim, Oyster’daki huzurun tadı damağımda kaldı. Eylül’de de mükemmel oluyormuş. Ha, birşey söylemeden edemeyeceğim. Oyster’ın tam yanında bir diskotek var. Gece yarısından sonra bu disko bazen azıtıyor ve "yüksek ses" konusunda kimseyi de dinlemiyor.

Aslında bir süre önce buralara jandarma bakarken sorun yokmuş, ama iş jandarmadan belediyeye geçince işin rengi değişmiş.

Acaba belediye başkanı jandarmadan sonra neyin değiştiği konusunda bize açıklama yapabilir mi?

CUMA ALINTISI

’’Kötülük etme fırsatı insanın karşısına güne üç kere çıkar; iyilik etme fırsatı da yılda bir kere.’’ (Voltaire)

CUMA TAKINTISI

Sarıyer’den Rumeli Kavağı’na giderken sağda, Geliş isminde bir balık lokantasını öneriyorum bu hafta. Balıkçı Kahraman iyi hoş ama balığı bir de Gelişli’de yemenizi tavsiye ederim. Çok güzel balık pişiriyorlar. Gelişli Kardeşler, 13 yıldır aynı yerde balıkçılık yapıyor. Mezenin, ara sıcağın üstadı olmuşlar. Bu haftasonu Gelişli’ye takıyoruz. Hele de ayışığı varsa, Boğaz’ın manzarasına da doyum olmuyor.
Yazının Devamını Oku

İçimdeki iflah olmaz oyunculuk tutkusu galip geldi

10 Ağustos 2006
Biliyorum, "Bu dizi işi de nereden çıktı" diyorsunuz. Hatta, "Adam şaşırdı, yakında albüm bile çıkarır" diye düşünenleriniz vardır.

Orada bir durun...

Henüz tam bir albüm yapacak hale gelmedim. Ama niye bir single olmasın değil mi?

Önce bir şan derslerine başlayayım, kısmetse önce single’ı çıkarır, peşinden bomba gibi bir albüm yaparım...

Üstelik benim sesim de gerçekten iyidir biliyor musunuz?

Aslında doğduğumda sesimi hemşire fark etmiş ama ana-baba "okuyacak büyük adam olacak" sevdasıyla üstüne düşmemiş, öyle körelip gitmişim.

Gerçi bir başlasam şu anda Ferhat Göçer’e bile rakip olurum.

Biraz daha sabır. Halkımın beni sahnelerde, ekstralarda görmesi için henüz erken olduğunu düşünüyorum.

Dizi macerası Sinan Çetin’in, "İşin yoksa bir uğrasana, seni star yapacağım" diye aramasıyla başladı. Şimdi diyeceksiniz ki, "Vaayy nereden çıktı Sinan Çetin’le bu muhabbet..."

Sizi de anlamak mümkün değil. Eleştirdiğim, hakkında yazı yadığım ya da hakkımda yazı yazan, eleştiren herkesle dostluğumu arkadaşlığımı kessem, dünyada arkadaşım kalmaz.

Örneğin bazıları sanıyor ki Ali Saydam’ı eleştirdiğim için ona aynı zaman da düşmanım... Ya da o beni eleştirdiği için onunla konuşmuyorum, ortak proje yapmıyorum, birlikte tatile geziye gitmiyorum.

Yok böyle bir şey.

Sinan Çetin de Ali Saydam da birçok reklamcı da, televziyoncu da, siyasetçi de, bürokrat da çok iyi arkadaşım, dostum... Ama eleştirmek, eleştirilmek başka bi rşey, dostluk arkadaşlık başka bir şey...

Sevmek başka, düşünce farklılıklarını, hataları eleştirmek başka. Bu nedenle "klasik" düşüncelerden vazgeçip biraz medeni olursanız çok sevineceğim...

Neyse Sinan Çetin telefonda, "Seni star yapacağım" diye dalgasını geçince önce şaka yapıyor sandım... Akşam Plato’da, "Ah Polis Olsam"ın ekibiyle senaryoyu konuşunca işin ciddiyetini anladım...

"Dur dedim, bu gece bu teklifin üzerinde uyuyayım, yarın sana dönerim..."

Gece epeyce düşündüm... Eğrisini doğrusunu... Artısını eksisini... Pusudaki fırsatçı "geçirme" avcılarının göz bebeklerindeki parıltıyı... Her zaman, böyle kritik kararlarda yaptığım gibi yüreğimin sesini dinledim...

İçimdeki iflah olmaz oyunculuk isteğini doyurmaya karar verdim. Ertesi gün, "Evet" dedim Sinan’a ve "Ah Polis Olsam"la dizi yolculuğum başladı...

Yapacak bir şey yok.

Seviyorum bu işi... Bu akşam Kanal D’de izleyin bakalım.

Salı günü dizi anıları hızla devam edecek. Tüm ayrıntılarıyla...

Geleceği satın alabilecek tek şey bugündür (Samuel Johnson)

Yazının Devamını Oku