Benim gibi bir spor kaçkınının gönlünü çelen yer

Geçen hafta egzersiz çılgınlığından söz eden yazımı Feride’nin kulağımdan tutup götürdüğü Hillside ile noktalamıştım.

Gerisi bu hafta yazılmak üzere.. . İstinye Park’ın üst katını boydan boya kaplayan bu dev merkez benim kapısından girdiğim üçüncü spor merkezi aslında. İlki Tunalı Hilmi Caddesi’nde açılan ve Ankara’nın ilk aletli spor salonu olmakla övünen bir yerdi.

Ankara’nın ilk aletli spor salonu olmakla övünen o yer caddedeki apartmanlardan birinin bodrum katındaki loş bir mekandı. Yere gelişi güzel atılmış bir iki mavi minder, salonda bulunan tek alet olmanın haklı gururunu taşıyan atlama beygiri, uyum sağlamak için mavinin çeşitli tonlarından seçilmiş çamaşır sepetlerinde kaldırılmayı bekleyen bir iki ağırlık ve tavandan sarkan iki cılız halatıyla öyle hazin bir yerdi ki, girişte asılı afişlerin büyüsüne kapılıp da gelenler eşikten geçer geçmez modern bir spor salonundan çok beden eğitimi dersi verilen bir sınıfa girdikleri hissine kapılıyor, sahibinin çalışırsanız sizin de olur diyen boğum gövdesine de o gövdeye hiç mi hiç yakışmayan tiz sesiyle döktürdüğü dillere de aldırmadan gerisin geri çıkıyorlardı..

Ama adam kolay pes etmemişti ne yalan.

Salonun varlığını duyurmak, sporun erdemini anlatmak için kendisininkinden de boğumlu bir gövdenin kollarını kavuşturup pazularını sergilediği bir fotoğraf ile Brigitte Bardot’nun bikinili bir resminin iç içe geçtiği el ilanları bastırmış, yememiş içmemiş gece gündüz demeden o günlerin en gözde piyasa caddesi olduğu için gençler tarafından mesken tutulan Tunalı Hilmi’de fotokopiyle çoğalttığı bu ilanları dağıtmıştı.

Sabır mermeri deler derler ya onun da sabrı semeresini verdi ve başlarda sinek avlayan salon zamanla dolup taşan bir yer haline geldi.

Ancak hedef kitlede küçük bir sapma olmuştu anlaşılan.

Küçük salonu dolduranlar ne Cumartesi günleri duvarların üzerine tüneyip çekirdek çitleyen delikanlılara benziyorlardı ne köşede açılan ünlü hamburgerciye gelen cilveli kızlara.

Zaten çok geçmeden tabeladaki spor ibaresi de yerini Çince karakterleri hatırlatması için hece hece yazılmış ve her harfine kuyruk takılmış Tek-wan-do’ya bıraktı.

Önceleri bu değişimi boğum adamın ticari zekasına yormuş o yıllarda televizyonda izlenme rekoru kıran popüler dizinin etkisiyle kendilerini müstakbel çekirgeler olarak gören gençleri salonuna çekmek için yaptığı manevralardan biri sanmıştım. Ama çok geçmeden gelip gidenin tüyü bitmemiş Kung-fu namzetlerinden çok askeri darbe sonrası sokaklardan çekilmek zorunda kalan, içlerindeki şiddeti nereye akıtacaklarını bilmediklerinden tuğla kırarak naralanan sarkık bıyıklılar olduğunu anlayıp huzursuzlanmaya başladım.

Orası kaç yıl açık kaldı, geçen zamanla değişti mi, kapandı mı bilmiyorum.

Kendilerine milliyetçi yaftası yapıştıranların en gözde sporunun hala tekme sallayıp tuğla kırmak mı olduğundan da haberim yok.

Bildiğim spor salonlarından fellik fellik kaçmamın nedenlerinden birinin de o izbe salonla o karanlık bakışlı adamların aklıma kazılı resimleri olduğuÖ

NY’NUN AMOK KOŞUCULARI

Gelelim eşiğinden adım attığım ikinci salona..

İlk kez New York’a gitmiş, dilini yutan bülbüle dönmüşüm.

Elimde harita Manhattan sokaklarında dolaşır, ezberleyecekmiş gibi binaları incelerken gözüm bir gökdelenin alt sayılabilecek katlarından birinde kan tar içinde koşan yüzlerce insana ilişti.

Dizlerinden altını görmediğim için durdukları yerde koştukları izlenimi veren bu insanlar sanki arkalarından kovalayan birileri varmış gibi öyle can havliyle koşuyorlardı ki insan önüne dizildikleri cam engel olmasa sapır sapır sokağa döküleceklerini sanıyordu. Önce kimden kaçtıklarına bir anlam veremedim. Bir tuhaflık vardı ama. Hepsinin boynundan aynı beyaz havlular sarkıyor gene hepsi bir hizada ve aynı hızda koşuyorlardı. İşte o zaman sokakta yürümekten korktukları rivayet edilen New Yorklulara gönül rahatlığıyla koşmaları için kucak açan spor salonlarından birinin önünde durduğumu keşfettim.

Birkaç gün geçtikten sonra şehri kavuran salgının adını koydum: Herkesi Amok koşucusuna çeviren virüsün adı joggindi.

Şehir ahalisi vakit bulduğu anda kendini sokağa atıyor,caddeleri kat edip parklardan geçiyor, yılmadan usanmadan,bitap düşene dek koşuyordu.

Bu da yetmediğinde pıtrak gibi birbiri ardına açıldığı söylenen spor salonlarına doluşuyordu.

Dönüşümden bir gün önce ilk gün karşıma çıkan spor merkezine gittim. Derdim dünyayı saracağına kalıbımı basacağım çılgınlık üzerine ampirik çalışma yapmak.

Burun kıvıra kıvıra girdiğim salondan yalana yalana çıktığımı dün gibi hatırlıyorum.

Hayır bu meret benim yapacağım iş değildi elbet.

Ama neredeydi atlama beygirli o cinnet, neredeydi bin bisikletli bu cennet?

İlki iş yerime komşu olduğu için ikincisi yayılan bir salgını yerinde görmek için merak edip girdiğim bu iki salon dışında spor merkezlerinden hep uzak durdum.

SPORTİF YAŞAMA ALANI

Sonra Feride beni Hillside İstinye’ye götürdü.

Gitmemin nedeni ne yalan anlata anlata bitiremediği merkez değildi. Bir Feride’yi kıramam, iki Hillside’da çevremdeki herkesin öve öve bitiremediği tembel işi bir alet olduğunu biliyor ve merak ediyorum.

Hillside’ın dillere destan titizliği daha garaj katında anlaşılıyor. Döne döne indiğiniz labirentin her köşesine oraya giden en kestirme yolu gösteren tabelalar asılmış. İsterseniz garajdan isterseniz alışveriş merkezinin her hangi bir katından asansöre biniyor ve merkezin üst katını kaplayan dev bir komplekse geliyorsunuz.

Geldiğiniz yere spor salonu demek mümkün değil. Burası içinde spor yapanların da olduğu bir yaşama alanı. Yok yok.

Üye olmayanlara da açık ilk katta: Yabancı yayınlar da bulunduran iyi bir kitapçı. Bol seçenek sunan ister kiralayıp ister satın aldığınız bir DVD dükanı. Ünlü bir kuaför salonu. Çocuklara ya da çocukluklarını kaybetmeyenlere yönelik bir oyuncakçı. Mönüsünde sadece salata sunmayan Doors grubuna ait Kitchenette. Eve dönerken alışverişinizi yapabileceğiniz Türkiye’nin tüm yörelerinin gizli tatlarını bulundurmakla haklı olarak övünen, danışmanları Artun Ünsal olduğu için olsa gerek peynir çeşitleriyle insanı şaşkına çeviren Antre Gourmet. Adını şifa barı taktığım, meyve kokteylleriyle iddialı küçük bir bar. Özel ders almak isteyenlere ayrılmış bir salon. Grup halinde ders almak isteyenlerin gittiği başka bir salon ve Sanda SPA var.

Sanda SPA benim gibi SPA delisi olmayanları, saatlerce mıncıklanmaktan hoşlanmayanları bile anında kendine meftun ediyor. Bir kere olsun gidilmeli ve SPA nasıl olurmuş görülmeli diye düşünüyorum.

İnsana Binbir gece masallarını hatırlatan atmosferiyle gerçekten bu güne kadar görmediğim güzellikte ve temizlikte bir yer.

Üst kat başka alem.

Tıpkı New York’taki gibi yüzlerce kişiye aynı anda spor olanağı sunan iki dev salon düşünün. Birinde hızlı çalan müzik eşliğinde spor yapan gençler var diğeri zamanı dar olanların hoca gözetiminde sporlarını yapıp gitmeleri için düzenlenmiş. Ayrıca adını bile duymadığım ama pek revaçta olduğu söylenen derslerin verildiği iki büyük salon da bu katta. Aletler o kadar yeni ve benim için tuhaf ki insan spor salonundan çok uzay mekiğine girdi duygusuna kapılıyor.

MEST OLDUĞUM BÖLÜM

Gelelim beni mest eden bölüme. Açık ve kapalı havuza... Kapalı olanı ince uzun bir havuz Açık olanı bakla şeklinde. Her ikisini birbirinden ayıran cam paneller hava ısındığında açılıyor ve her ikisi de İstanbul’a kuşbakışı bakıyor.

Bayıldım, bayıldım, bayıldım..

Ben ağzımın suları aka aka sağa sola bakınırken Feride beni sana demedim mi, ifadesiyle süzüyor.

Demesine dedi de burası anlatmakla anlaşılacak bir yer değil ki.

Derken Ufuk hocayla tanıştım. İri yarı güleç yüzlü Ufuk hocayla. Kendisi söylemese de duruşundan bile uçan kuştan haberdar olduğu belli.. O Hillside’dan sorumlu devlet bakanı ise daha sonra beni teslim ettiği milli kürekçi Fatih hoca da devlet bakan yardımcısı.

İkisi de yardıma hazır.İkisi de spor yapmaya karar verirsem beni yönlendirecekler ama benim niyetim niyet değil. Ben Power Pilates diye bir alet duymuşum, üzerine çıkanları on dakikada bir saatlik spor yapmış gibi yoğurduğu söylenen bir alet, aklım fikrim tembel işi bu alette.

Astronotların uzayda kaldıkları sürece adelerinin eridiğini keşfeden bilim adamlarının geliştirdiği bir meret bu Power Pilates.

İndisi bindisiyle yarım saat sürse de gerçekten üzerinde geçirdiğiniz hepi topu on dakika.

Ama ne on dakika.

Kan ter gözyaşı pahasına.

Yalnız hocasız yapılacak iş değil. Yanlış durmak, fazla abanmak canınızın yanmasına daha da beteri istemediğiniz bir adalenizin şişip istediğinizin yerinde saymasına neden olabileceği gibi, seans bitimi doğru esneme hareketleri yapılmadığında vücudunuzun taş keseceği de kesin.

Mahallenin delisi gibi bir koşu gidip bu garip alete ine bine iki hafta geçirdikten sonra bir baktım önüme gelene Hillside anlatıyorum.

Ve çok bilirmişim gibi söze bildiğiniz spor salonlarından değil diye başlıyorum.

Bilmem ama bildiğim bir şey var ki o da yabana atılır cinsten değil.

Benim gibi spor kaçkını birinin bile gönlünü çeldiyse bu Hillside, sevenine neler sunar kim bilir?
Yazarın Tüm Yazıları