Erbakan’ı da uyarmıştık

PEKİ şimdi ne olacak? AKP kapatılır mı? Yerel seçimler... Erken genel seçim mi? Kapıda kriz mi var?

Ve milletin şakaklarını zonklatan daha nice soru... Ağır ve kara bulutlar gibi üzerimize çöken felaket senaryoları... Giderek artan o iğrenç kamplaşma... Utanmazca sürdürülen "laik darbeci" ve "Müslüman demokrat" propagandası.. Daha ötede; "Kürtsen bölücüsün" çamuru...

Diyarbakır’a girerken şehrin alnının ortasına yazılan o "Ne Mutlu Türküm" yazısının tahrikkár büyüklüğü... (Neden Ankara’ya, Niğde’ye girerken yok?)

Kolların koptuğu, gövdelerin paramparça olduğu o "bilek güreşi"... İşte kimsenin kimseyi dinlemediği manzara bu...

Ve böyle bir manzarada dün Deniz Baykal’la uzun bir sohbet yapıyorum...

Sohbetin iki bölümü var... Birincisi genel Türkiye manzarası...

Diğeri özel CHP görüntüsü... Önce Türkiye... İşte hemen söylüyorum:/images/100/0x0/55eb2a1bf018fbb8f8af7e48

- Baykal AKP için açılan bu kapatma davasını demokrasi için bir başarısızlık olarak görüyor... Dahası, bu krizden çıkış için siyaset içinde bulunacak çözümlere de açık...

Başbakan Erdoğan’la bir araya gelip gelmemekten çok daha önemli görüyor bu boyutu... Çünkü böyle bir buluşma "içi doldurulmamış medyatik bir el sıkışma"dan öte gitmeyecek...

Ve çok daha önemli bir söz:

- Biz AKP’ye tuzak kurmuyoruz. Ne olurdu bazı uyarılarımızı dinleselerdi...

Bu üslupta sanki böyle yukarıdan ders veren, "Ben dememiş miydim diyen" bir tarz varmış gibi algılanabilir. Ama ben böyle bir izlenim almadım... Tam tersine uzun sohbet sonunda şunu gördüm:

- Baykal, Erdoğan’ı siyaset içindeki köklü çözümlerde buluşacak bir zeminde bekliyor.

Ama "yalnızca parti kapatmaya zorlattıran bir iki anayasa değişikliği" gibi değil. Köklü çözümler... Nitekim bu doğrultuda diyor ki:

- Biz genel seçimlerin hemen ertesinde AKP Genel Merkezi’ne gidip cumhuriyetin bazı kazanımlarına müdahale etmeyin demiştik. Bu içten bir uyarıydı. Kristal vazoyu kırmayın dedik. Aynı uyarıyı Erbakan’a da yapmıştık...

Evet, belki de en keskin sözü en sona bıraktık:

- Biz aynı uyarıyı Erbakan’a da yapmıştık.

Baykal’la yaptığımız sohbetin Türkiye bölümünden benim aldığım saf izlenim ise şu:

- Taraftarlardan, kamplardan gelen "Sen büyüksün, sen kaplansın, sen haklısın" gürültüsü yerine, siyasetin makul sesini dinlemek daha doğrudur...

Baykal, buna hazır...

Sadece gencim demek yetmez

CHP 31’inci olağan kurultayına gidiyor... Kurultayda bir genel başkanlık yarışı olur mu? Çok sorulan Umut Oran’ın adaylığı sonuç verir mi? Deniz Bey tek cümlelik bir yorum yapıyor:

- Fatih ilk kez bir kurultaya 15-20 gün kala o kurultayla ilgili konuşmuyorum. Parti içi değil Türkiye içiyle ilgiliyim...

Bu söz her şeyi anlatıyor... CHP kurultayından Deniz Baykal genel başkan olarak çıkar... CHP yerel seçimlere Baykal’la girer... Muhtemel bir genel seçime yine öyle... Deniz Bey 70’i geçti... Kafasında elbet bir takvim vardır... Ama şu bir gerçek ki; şu anda Deniz Baykal’a rağmen CHP’de bir şey olmaz. Adaylara gelince... Açık olan şudur:

"Baykal eskidi, yerine ben geçeyim. Çünkü ben gencim" demek hiçbir şey ifade etmiyor. Tamam geçeceksin de ne yapacaksın. İddian nedir?

ELEŞTİRİLEN TABLO CHP içinden ve dışından çok sayıda kişiyle görüştüm. Eleştirel tablo şu:

CHP ya da Türk solu, AKP’nin varoşlarda ve Anadolu’da tuttuğu zemine karşı yalnızca "laiklik" içine sıkışıp kaldı...

Bir sol parti olarak, ezilenler, halk, işçi, köylü, gibi kavramlar geride kaldı. Yalnızca laiklik ön plana çıktı. Halkın inancı ile o inancın siyasete alet edilmesini ayırt edemedi.

Parti yönetimine bürokratlar ve hukukçular hakim oldu. Bir Ankara partisi oldu. Partinin adındaki cumhuriyet öylesine öne çıkartıldı ki halk geride kaldı.

Parti genel sekreteri bir siyasetçi gibi değil, bir "kayyum" gibi davranır oldu. Neredeyse halka (bize neden oy vermediniz, suçlusunuz) diyecek hale geldi.

CHP Türkiye’nin inanç yelpazesini yeterince göremedi. Yalnızca Alevilik üzerinden yürüdü. Başörtüsü konusunda açılım sağlayamadı. Keskin bir karar alamadı. Laik olmayı "dinden uzak durmak", "camiye yaklaşmamak" gibi algıladı.

Irak’ta 1 milyonu aşkın insan öldürüldü. Bunların çok büyük bir çoğunluğu Müslüman’dı. CHP’den bir tek protesto gelmedi. Geleneksel olarak Ortadoğu’daki mazlum halkları destekleyen sol parti olarak hiç sesi çıkmadı. Filistin’de sustu.

Bağımsızlığı, adil olmayı AB karşıtı bir havaya indirgedi...

Yerel yönetimlerde silindi. Ege’de, İzmir’de, Trakya’da ve en önemlisi Ankara Çankaya’da yok oldu...

CHP hálá tek parti gibi davranmaktan kurtulamadı. Sanki başka bir zaman diliminde mutat işlevini sürdürür bir hal aldı. Yalnızca "cumhuriyetin kağıt üstündeki değerlerini savunan bir muhalefet heyeti" gibi genel merkez binasıyla TBMM grubu arasına sıkıştı...

Cumhuriyeti kuran parti bu cumhuriyetin halk için kurulduğunu unutur gibi bir görüntüye düştü...

Yıllarca Kürt meselesinde sesini çıkartamadı. Raporlar yazdı, toplantılar yaptı. Ama Van’da sokağa çıkıp taş atan çocuğun, sonra dağa neden çıktığını sorgulayamadı.

O çocuğu anlayamadığı için bir zamanlar kalesi olan Diyarbakır’ı kaybetti. Sonra diğer iller düştü...

Ne diyorsun kardeşim Ahmet Türk, Sırrı Sakık, gel bir oturup konuşalım diyemedi.

Bölgedeki vatandaşın masum taleplerini PKK’ya karşı duyulan öfkenin gürültüsü arasında kaybetti..

Sonuç olarak CHP, yüzde 40 oylardan bugünlere geldi...

DEVRİMCİLİK, SEVGİ İSTER Bu tespitleri şunun için aktarıyorum... Kurultayda aday olmak bir şey ifade etmez. "Ben gencim sıra bende" mantığı yanlıştır... Bülent Ecevit, İsmet İnönü gibi bir milli şefin elinden CHP’yi "Tek parti bitti. Artık halk var" diyerek aldı. Bu bir devrimdi. "Toprak işleyenin su kullananın" böyle bir çıkıştı. Baykal da öyle... Bu devrimi Mustafa Kemal ve arkadaşları başlattı. Devrimin tıkandığı yerde statükonun patinajı başlıyor... Bunun da tek ilacı gençlik değildir... Bu nedenle "Baykal oyları düşürüyor" diye eleştirmek ya da "ben gencim" demek yetmez. Bu iş devrimcilik ister. Sonra cesaret. Sonra halkı sevmek... Sonra iddia ve proje ister. Gençlik en sonra...

Samuray’ın onuru

MASANIN bir tarafında ABD’li komutanlar... Karşı tarafta Japon heyet... ABD’li komutanlar japon heyete doğru başlarını öne eğmişler...

Ve Amiral yine başı önde, Japon Belediye Başkanı’na "özür mektubu"nu sunuyor.../images/100/0x0/55eb2a1bf018fbb8f8af7e4a

Bu görüntü Japonya’da bütün televizyonlardan naklen yayınlanıyor.. Özrün nedeni ise şu:

Bir ABD’li asker bir Japon taksiciyi öldürmüş. ABD üssü uzun süre katil askeri teslim etmemiş. Ama Japon kamuoyu öylesine tepki vermiş ki... Sonunda bu özür manzarası ortaya çıkmış... ABD’li komutanlar milletin önünde özür dilemişler...

Burada iki önemli şey var...

Birincisi dikkat edin ABD’li komutan özür mektubunu Belediye Başkanı’na sunuyor.

Askeri otoriteye değil...

Bu şehrin sivil gücüdür... Samurayın onurudur...

Diğeri ise fotoğraf bize kendimizi hatırlatıyor...

Muavenet gemisindeki 5 şehidi... Kafamıza geçirilen çuvalı... Adana’da pavyon dağıtan İncirlik üssü askerini...Güneydoğu’da sınırımızı ihlal eden ABD jetlerini..

Bütün bunları bir ABD düşmanlığı için yazmıyorum...

ABD’li asker binlercesinden birisi olabilir. Suç kişiseldir... Bu yüzden ABD için bir fark yok... O dünyanın her yerinde asker bulunduruyor... Fark bu fotoğrafı anlayınca ortaya çıkıyor...

Belki de ileride bir tarih öğretmeni dersi şöyle anlatacak:

- 2008’de teröristlere karşı Kuzey Irak’ta ABD’yle istihbarat paylaşımı yaptığını zannedenler, aslında egemenliklerini paylaştıklarını çok sonra anladılar...

ABD Kuzey Irak hattını kesti

TÜRKİYE’nin Afganistan’a muharip asker göndermeme kararı, Kuzey Irak’ta yankılandı...

Nasıl mı?

Türkiye’nin kara harekátı konusunda ABD’den gelen "kısa sürede çıkın" uyarısı Ankara’da derin bir yara açmıştı. İşte o gün Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt "Afganistan’a muharip bir asker göndermem" demişti.

Ve bu karar hükümet tarafından ABD’ye iletilince ipler gerildi...

Şimdi NATO zirvesinde "Eğitim için asker göndeririz" denmesi yeterli olmadı.

ABD’nin Ankara’ya ilettiği son mesaj şu:

- Teröre karşı Afganistan’da ne kadar destek verirseniz Kuzey Irak’ta o kadar paylaşım olur...

Dikkat ederseniz Türkiye’nin Kuzey Irak’ta başlattığı fırtına dindi...

Yakıştı mı bu cinayet?

PAVURYALARIN eşelendiği denizin dibine ahtopat tam yeni yuvasını yapıyordu...
/images/100/0x0/55eb2a1bf018fbb8f8af7e4c
Yeni doğanlar derin lacivertten ışığın geldiği yere doğru yükselerek yüzüyordu...

Bir yunus henüz sıçramıştı suyu köpürterek...

Ve aniden koyu bir ağırlık çöktü üstlerine...

Binlerce ton kaya, çakıl kum, denizin dibindeki o masmavi hayata çöküverdi. Yumurtalar gömüldü. Balıklar ezildi. Karardı orası...

Güllük Körfez’nde Pina Yarımadası’nda Mehmet Nazif Günal’ın inşaat şirketinin yasa dışı olarak denize molozları döktüğü andır bu...

Tanıdığım Nazif Günal çevrecidir...

Yakıştı mı bu cinayet...
Yazarın Tüm Yazıları