Türbanlı kızlara değil türbana karşıyım!

RECEP Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli ile partilerinin türban konusuna yaklaşımlarını ilk günden beri eleştiriyorum.

Ve bu eleştiriler dizisinin, bazı okuyucuların gözünde beni de "Baykalvari bir yasakçı çizgiye" getirdiğini fark ediyorum.

Bu konuda geçtiğimiz on yıl içinde defalarca yazdım ama gazete köşe yazarının bir sorunu da yazdıklarınızın, bir süre sonra uçup gitmesidir. O nedenle türban yasağı konusundaki tutumumu bir kere daha hatırlatmak istiyorum.

Kişisel olarak türban fikrine karşıyım. Kadınların toplumsal yaşama katılabilmesinin belli örtünme kurallarına uyma şartına bağlı olmasını kabul edebilmem mümkün değil.

"Türban taktığı için toplumsal yaşama katılması hoş görülen ya da ancak böyle mümkün olan" kadınlar olduğunu da biliyorum.

Bunu kimisi "dini inancı gereği" yapıyor, kimisi "toplumsal baskıdan kurtulmak için".

Hayata bakışımın bir gereği olarak o kadınların haklarını savunmak zorundayım.

Sadece onların değil, kadınları ikinci sınıf bir toplumsal cinsiyet olarak tarif edenler tarafından mağdur edilen bütün kadınların haklarını savunmak benim görevimdir.

Bundan 1500 sene öncesinin toplumsal koşullarında getirilen dini kuralların, akılla bugüne uyarlanması gerektiğini düşünüyorum. Allah, bize aklımızı kullanmayı emretmiyor mu?

İnsanı, diğer canlılardan ayıran şey de akıl değil mi? Bunu kullanmayacaksak, bu yetenek bize neden verildi?

Bazı erkekler, kadınların saçını görünce tahrik olup, günaha giriyor diye kadınların değil, o zihniyetteki erkeklerin "bir yerlere kapatılması gerektiğini" düşünüyorum.

Yaşam içindeki duruşunu "solda ve demokrat" diye tanımlayanların mücadele etmesi gereken şey bu zihniyettir, şu ya da bu nedenle veya baskıyla türban takmak zorunda kalan kızlar değil!

Öte yandan, İslamcı zihniyetin yaşamın her alanında hákim olma çabasının, kaçınılmaz olarak demokrasiyle çatışacağını düşünüyorum.

Bu nedenle laik bir düzenin, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede demokrasinin yaşayabilmesi için "gerekli şart" olduğunu düşünüyorum.

Ancak laik ve insan haklarına saygılı bir demokrasinin vazgeçilmez koşulu da insanların kendi istedikleri gibi yaşayabilme haklarıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken tek ayrım, kimin kamu hizmeti vermekle yükümlü olduğu, kimin kamu hizmetinden yararlanma talebinde bulunduğudur.

Kamu hizmeti verenlerin, siyasi ya da dini tutumlarını açıklıkla ortaya koyacak sembol, giysi vs. kullanamayacaklarını, kullanmamaları gerektiğini düşünüyorum.

Kamu hizmetinden yararlananlar için böyle bir sınırlama düşünülemez. Üniversite öğrencisi olan kızlar için de böyle bir sınırlama olamaz.

18 yaşını geçmiş, kendi kararıyla istediği yaşam biçimini tercih etmiş herkes, kamu hizmetlerinden eşit olarak yararlanmalıdır.

Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Türban takan kızlara değil, türban fikrine ve bunu dayatanlara karşıyım.

Üniversitelerde, solculuk ve Kemalizm adına, kendi okul arkadaşlarına karşı gösteri yapanlar bunu akıllarından çıkarmamalılar.

Türban fikri ile mücadele etmek başka şey, türbanlı kızların eğitim görme haklarına karşı çıkmak başka bir şeydir.

Lambalı bir radyoyu sevdim

MÜZİK sistemimin omurgasını "lambalı" aletler oluşturuyor. Ses yükselticim ve bakır uçlu kolonlarıma sesi dağıtan sistemim lambalı. Gül ağacından bir kasa içindeler. Lambaları ısındığında kendimi uçak pistinde zannediyorum, zaten eski tip radarlarda kullanılan lambalar bunlar.

Ancak kaset ve CD çalarım ile radyom dijital.

Hepsi bir arada, çelik ve camdan yapılmış bir gökdelen ile ahşap bir yalı yan yana gelmiş gibi duruyorlar.

Rahmetli babam "ileride mühendis olacak" diye müsamaha etmeseydi, radyom ve pikabım da "ahşap yalı" gibi olabilirdi.

Evdeki şahane ahşap kasalı radyoları, pikapları bir tornavida yardımı ile dağıtmayı bildim ama bir daha toplamayı hiç başaramadım. Hep bazı parçalar dışarıda kaldı.

Belki de gerçekten mühendis olmalıydım. Ikea’dan aldığım "şeylerde" bile malzeme artıyor ama "şeyler" fonksiyonlarını ifa etmeye devam edebiliyorlar.

Radyo dağıttığım o güzel günleri hatırlamama, dün gece Bodrum’a gelmem neden oldu.

Küba’da yemek yerken, muazzam eski radyo ve pikap koleksiyonuna bir kez daha hayranlıkla baktım.

Onları sevip okşadım.

Lambalı Grundig’in önünde otururken Yassıada duruşmalarını heyecanla takip eden, Salim Başol’un taklidini yapıp herkesi güldüren sıska, "dört göz" çocuk yeniden karşıma çıktı.

Rüzgárlı Tepeler’i, Sefiller’i okumadan önce o radyolardan dinledim. Çift kişilikli sapık Norman ile o radyolarda tanıştım, gece tuvalete yalnız kalkamaz oldum.

Küba’nın "antika" radyolarına bakarken sokakları portakal çiçeği kokan Antalya’yı özlediğimi fark ettim. Ama en çok da babam ile anneannemi özlemişim, burnumun direği bunu hatırlattı bana.

"Eski radyolar gibi çatıya saklanmış aşk" şarkısını mırıldandım.

Hepsini çatıdan çıkarmaya karar verdim!
Yazarın Tüm Yazıları