Fevziye Hızlan-Doğan Hızlan Onlar 70 yılı birlikte aynı evde geçirdiler

Sadece benim değil, kimsenin haddi olduğunu düşünmüyorum Doğan Bey’i tanıtmak...

Onu sunmak... O, kendi kendini tanıtmış bir adam... 50 yıldır aynı hedefe yürüyen, aynı amaç için çabalayan, hiç yılmayan kamu meydanındaki aristokrat... Sıfatlarından sadece bir tanesi edebiyat dünyasının cumhurbaşkanı... Onun hakkında çeşitli efsaneler vardır. O vesileyle, bu vesileyle söylenir, anlatılır. Takdir edersiniz ki, herkes hakkında efsaneler üretilmez. O çok ama çok özel biri, nev-i şahsına münhasır biri... Bugün 70 yaşına bastı... İyi ki doğdunuz, iyi ki varsınız Doğan Bey! Ne yazık ki bu mutlu gününde üzgün Doğan Bey... Mami’si Fevziye Hızlan, hastanede... Onlar 70 yılı birlikte aynı evde yaşamış bir ana-oğul. Bu röportaj Doğan Bey’in çocukluğuna ve annesine dair...

Kendinizi hatırladığınızda nasıl bir dekorun içindesiniz... Nasıl bir ev?

- Üç katlı bahçeli bir ev... Anneannem ve teyzelerim var... Ben bahçedeyim... Müzikli bir ev... Teyzelerim ut çalıyor. Babam giriyor görüntüye, o da kemençe çalıyor. Bir de güzel balkonu var bu evin, ben o balkonda kitap, dergi okuyorum, hayaller kuruyorum, müzik dinliyorum. Sokaklarda oynayan bir çocuk değilim...

Kaç yaşındasınız?

- Bilmiyorum, benim hafızam annemdir. O bilir... 7-8 yaşında filanım galiba...

Mutlusunuz, huzurlusunuz...

- Hem nasıl... Hayat benim etrafımda dönüyor. Her şey bana göre ayarlanıyor... "Doğan oyalansın, evden çıkmasın!" diye çocuklar eve çağrılıyor.

Babanız kaç yaşına kadar bu evde sizinle birlikte?

- Ben 12 yaşındayken gitti... Çok da eksikliğini hissetmedim, başkalarının ilgisinin çokluğundan... Annemle teyzelerim benimle çok ilgilenirdi... Babam daha çok kendi dünyasında yaşardı. Nur içinde yatsın... En büyük meşgalesi müzikti. Ben biraz bu açıdan ona benzemişim...

Tek çocuksunuz değil mi?

- Evet. Teyzelerimin, halalarımın çocuğu yok. Hepsinin tek çocuğu benim. Haliyle, herkes şımarttı beni.

Ne yemekler pişiyor bu evde?

- Ah neler pişmiyor ki! Hangi yemekleri söyleyeyim? Dolmalardan mı, beğendilerden mi söz edeyim... Sadece yemekler mi, o tatlılar, kekler... Anne tarafım da, baba tarafım da yemeğe çok düşkün. Zaten ben de sabahları uyandığımda, "Anne, bugün ne yiyeceğim?" derdim endişeyle. O da derdi ki, "Evladım, biz de bir şeyler yiyeceğiz, merak etme..." Böyle alışmışım, yemek önemlidir bizde...

Kadın hakimiyetindeki bu evde, babanız ezilmiyor mu?

- Yok ezilmiyor... Çünkü o, kimseyle ilgilenmiyor... Kemençesiyle eski notalar çalıyor... Babam mücerret bir adam, kendi dünyasında yaşıyor...

Anne ile baba arasında aşk var mı?

- Olmaz mı? Anlatılanlara göre, annem babamı baştan çıkarmış... Yapar... Zaten babamın birini baştan çıkarmak için gayret sarf etmesi olacak şey değil...

Peki neden ayrılıyorlar?

- Seyahat meselesinden... Babam bir yere gidecek. Annem karşı çıkıyor, inatlaşıyorlar... Bakmayın, annem son derece sert ve köşeli bir kadın. İlkeler, kurallar had safhada. Müdanası yok... Herkese cevap yetiştiriyor, aile büyüklerini bile terbiye ediyor. Babamsa son derece yumuşak bir adam. İşi alaya vuruyor, ironik davranıyor.

En çok nelere kızıyor bu ailenin bireyleri?

- En çok kızılan şey, yemek zamanı gelen misafirler... Vakitli vakitsiz gelenler, anneannemi çok sinirlendiriyor. Düzeni bozan herkese kötü bakılıyor... Diyelim ki öğle yemeği 1 ile 3 arası. O saatte gelenlere, "Müsaadenizle, yemeğimizi yiyip geleceğiz" deniyor. Hiç öyle "A lütfen siz de buyurun" falan yok. Tanrı misafiri lafı vardır ya, bizim evde bu deyimi hiç duymadım...

Herkese "siz" diye mi hitap ediyorsunuz?

- Hayır... Herkese "Sen" diyorum... Ama sadece ben... Babam mesela "siz" diyor... Nezaket fevkalade önemli... Yıllar evvel babam gazeteye beni ziyarete geldi. Haberim yok... Aşağıdan biri arıyor, sekreterime soruyor, "Bir beyefendi geldi. Doğan Bey meşgul mü diye soruyor." Kimmiş... İsmini söylemiyor. "Verin ya şu adamı bana telefona" diyorum. Aaa babam! O kadar nazik... Birilerini rahatsız edecek diye aklı çıkıyor. Ama benim böyle dertlerim yok. Cep telefonundan aradığımda kimseye "Müsait misin?" diye sormam mesela. Sanki beni bekliyormuş gibi, "Yahu..." diye başlarım konuşmaya. Ama beni arayan herkes, "Müsait misiniz?" diye soruyor, büyüğüm, küçüğüm... Benim bilinçaltıma ise "Herkes benim için müsaittir" diye yerleşmiş. Tek çocuk olmanın defoları işte...

Peki en çok nelere gülünüyor bu evde?

- Ailedeki herkesin tarzında ince bir alay var. Anneannem mesela maniler söylüyor. Hepsi de alaycı insan eleştirileri... Her şey biraz dalga geçmek üzerine... O ironi, o hümor diğer aile fertlerinde de var.

Ne kadar eğlenceli, ne kadar hüzünlü bir ev?

- Çok eğlenceli... Hüzünlü bir şey? Hatırlamıyorum... Zaten biri önümde hüzünlü bir şey söylemeye kalkarsa anneannem onu susturuyor... "Başka kayığa binip, başka şey konuşalım" diyor. Halet-i ruhiyemi bozacak bir şey söylenmiyor. Çok güzel bir terbiye sistemi. O küçücük yaşında neyi halledeceksin? Dertleri mi? Üzüntüleri mi? Yoooo... Eeee? Halledemeyeceğim şey bana duyurulmuyor. Takdir ediyorum doğrusu.

Peki günün birinde gerçekten üzüntülerle karşılaşınca sendelemediniz mi, bocalamadınız mı?

- Hayır. Zaten her şeye önce kötü yanından bakarım. İlk tanıştığım insan, benim için çok kötü bir insandır... İyiliklerini görürsem, kötü puanlar yerine yavaş yavaş iyi puanları koymaya başlarım, insan kartoteksimi öyle yenilerim. Eğer gülerek, yumuşak tabiatla yaklaşıyorsan olaylara, çekiyorsun, öbüründe emiyorsun...

Siz kendinizi koruyorsunuz...

- Evet. Sivriliklerimin, çıkışlarımın olmamasının sebebi de bu. Mesela macera da sevmem. Aileden gelen bir alışkanlıkla, maceranın rahatımı bozacağını düşünürüm...

Rahatınıza düşkünsünüz...

- Evet... Evlenseydim, dört kadın alacaktım. Durumdan öyle anlaşılıyor... Çünkü bana bakan 3-4 kadın vardı. Annem, akıl ve bilgi kısmımı idare ediyordu. Teyzelerim de giyim-kuşam, yemek kısmımı... Hele bir büyük teyzem vardı. Aman efendim, manikürler, pedikürler, şapkalarla yaşardı. Beni o giydirirdi. Daha ortaokuldayken manşetli gömlekler giyerdim. Bunlar bana tabiiymiş gibi gelirdi. Sanki herkes böyle giyinirmiş gibi...

Bütün bu ayrıntıya düşkünlüğünüz, mükemmeliyetçiliğiniz onlarla iç içe olmaktan mı?

- Hiç şüphen olmasın! Onlar bana mükemmeli aramayı öğretti. Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte bir sürü kitap aldım. Listemdekilerden biri eksik kaldı. Arkadaşım dedi ki "Ya bu kadar kitap aldın, bir tanesi de eksik olsun..." "Olmaz" dedim, "beni rahatsız eder..." Bir kalem aldın mı, aynı markadan kartuşunu alacaksın, mürekkebini alacaksın. Mesela artık zor buluyorum kurutma kağıtlarını... Ama pes etmiyorum, aramaya devam ediyorum. Bunlar hayatımın parçası değil, tamamı...

Yormuyor mu sizi bu kadar ayrıntıya meraklı olmanız?

- Yoruyor... Ama artık n’apim böyle... Babamın bir amcası vardı, evine gittik bir gün, yorgun düşmüştü. Sebebi, efendim bütün gün Arnavutköy’de reçellik çilek aramış... Daha pratik ve pragmatik bir kadın olan anneciğim, "Sen da baba tarafın gibi ayrıntıda kayboluyorsun" diyor. Doğrudur...

Girit kökeni ne kadar etkili?

- Anne tarafım Giritli. Ben de kulaktan dolma Rumca bilirim. Atina’da ya da Yunan Adaları’nda iki saat sonra Rumca konuşmaya başlarım. Anneannem orada doğmuş. İlginç kadındı, asla gecelikle dolaşmazdı. Eve terzi gelirdi, artık yaşlı, iki büklüm olmuş ama terzi geldiğinde dik duruyor... Elbise dik dikilsin diye... Dikiliyor ama elbise bittikten sonra yine eğildiği için eteğin arkası havaya kalkıyor.

Çocukluğunuzun unutulmaz bir sofrası...

- Sofralar hep unutulmaz! Yemekler bir yana, sofralar da çok estetik... Çatal bıçakların konulduğu köprüler var. Hálá ihtiyaç duyarım. Hakikaten, bıçak çatalı nereye koyacaksın, tabağa koysan olmaz, kenarda yağlanır. Ah o gümüş köprüler...

5 çayı da aksatılmaz mıydı bu evde?

- Aaaaa tabii... O kaçmaz... Ben de Pavlov köpeği gibiyim şimdi. Öğle yemeğinin gecikmesine dayanırım. Ama saat 5 oldu mu ellerim titremeye başlar. Çayımı içmek, kurabiyelerimi yemek isterim... Alışmışım...

Her zaman Doğan Bey’diniz değil mi?

- Evet. Çok seyrek insanlar bana Doğan Abi dedi. Çoğu sevgilim bile Doğan Bey dediler, düşünebiliyor musun?

Çocukken sizin farklılığınızla hiç alay etmezler miydi?

- Etmez olurlar mı? Kışın golf pantolon giyerdim, o golf pantolonun altına da baklava çoraplar... Herhalde biraz tuhaf karşılanırdı. Beni zaten hep biraz garip, biraz şımarık bulurlardı. Muhtemelen özenirlerdi de ama özenmenin ikinci şeyi eleştirmektir. Arkamdan çok konuşurlardı. Ama yüzüme hiçbir söylemediler.

Spor tutkunuzun olmaması, futbola düşkün olmamanız... Sizi hiç rahatsız etmedi mi?

- Asla. İnsanlar göre göre bir şeylere alışır. Ben böyle şeyler görmedim ki! Hani mahallede top oynasaydım, çocuklarla yarış yapsaydım, kaleye geçseydim, o zaman sevebilirdim, takım filan tutardım... Öyle bir şey yapmadığım için bunlarla alakam yok.

Alaska’yı, Güney Afrika’da safariyi merak etmek... Vahşi hayvanları görmek... Hemingway’e özenmek... Bu tür şeyler...

- Hayır, hayır hiç yok böyle şeyler hayatımda. Seyahat ve macera tutkum yok. Bunları kitaplarda okurum. Güzel bir örnek var, sık sık veriyorum. Gertrude Stein’la, Charlie Chaplin bir davette. Chaplin eliyle çimleri göstererek, "Ne güzel yeşil değil mi?" diyor. Stein cevap veriyor: "Turner’ın resimlerindeki yeşili tercih ederim." Ben de safariye gitmek yerine, vahşi hayvanlarla ilgili öyküleri okumayı tercih ederim. Yurtdışında beni iyi lokantalar, iyi kitapçılar ve iyi CD’ciler ilgilendirir, gerisi boş.

20 yıldır Frankfurt’a gidiyorsunuz... Allah aşkına o şehrin nesini seviyorsunuz?

- Kitap fuarı bir yana, o şehrin donukluğunu seviyorum. Güneşsiz havasını. Her şeyin usulünce olmasını... Akşamları insanlar evine çekilir, terk edilmiş şehir duygusu verir.

Edebiyatın cumhurbaşkanı olarak anılmak yerine, ister miydiniz kendinize ait bir roman yazmış olmak?

- Başta belki bunu yapabilirdim... Ama şimdi düşün, bunca eleştiriden sonra bir roman yazsam, beni nasıl taşlarlar biliyor musun. Recm ederler, sanal edebiyat dünyasında recm olurum...

50 küsur yıldır aynı işi yapmak, hep aynı köylülükle mücadele etmek, sanatı sevdirmek için bu kadar uğraşmak, hiç yılmadan çabalamak... Bu gücü nereden buluyorsunuz?

- Mitolojik kahramanlar arasında en hoşuma giden Sisifos’dur... Sisifos ne yapar? Taşı tepeye çıkarır, taş oradan düşer, bir daha çıkarır. Eğer o taşı çıkarmaya kendini adamışsan, yorgunluk vermez, o direnç, o meydan okuma aksine seni güçlendirir.

Kendiniz için hayal ettiğiniz gelecek nasıl?

- Daha çok kitap, daha çok okuma, daha çok müzik...

Peki yeşillik bir yere mi bakıyorsunuz, ormana mı bakıyorsunuz?

- Ben bakmam ki... Çalışma odama kapanırım, müzik dinlerim, güzel yemek yerim. Ve yazımı yazar, kitap okurum. Ben bakar değilim. Denize, doğaya dalarlar. Hiç hayatımda dalmadım...

Annelerle geçirilen zaman hep eksik kalır

Kendinizi hatırladığınızda nasıl bir dekorun içindesiniz... Nasıl bir ev?

- Üç katlı bahçeli bir ev... Anneannem ve teyzelerim var... Ben bahçedeyim... Müzikli bir ev... Teyzelerim ut çalıyor. Babam giriyor görüntüye, o da kemençe çalıyor. Bir de güzel balkonu var bu evin, ben o balkonda kitap, dergi okuyorum, hayaller kuruyorum, müzik dinliyorum. Sokaklarda oynayan bir çocuk değilim...

Kaç yaşındasınız?

- Bilmiyorum, benim hafızam annemdir. O bilir... 7-8 yaşında filanım galiba...

Mutlusunuz, huzurlusunuz...

- Hem nasıl... Hayat benim etrafımda dönüyor. Her şey bana göre ayarlanıyor... "Doğan oyalansın, evden çıkmasın!" diye çocuklar eve çağrılıyor.

Babanız kaç yaşına kadar bu evde sizinle birlikte?

- Ben 12 yaşındayken gitti... Çok da eksikliğini hissetmedim, başkalarının ilgisinin çokluğundan... Annemle teyzelerim benimle çok ilgilenirdi... Babam daha çok kendi dünyasında yaşardı. Nur içinde yatsın... En büyük meşgalesi müzikti. Ben biraz bu açıdan ona benzemişim...

Tek çocuksunuz değil mi?

- Evet. Teyzelerimin, halalarımın çocuğu yok. Hepsinin tek çocuğu benim. Haliyle, herkes şımarttı beni.

Ne yemekler pişiyor bu evde?

- Ah neler pişmiyor ki! Hangi yemekleri söyleyeyim? Dolmalardan mı, beğendilerden mi söz edeyim... Sadece yemekler mi, o tatlılar, kekler... Anne tarafım da, baba tarafım da yemeğe çok düşkün. Zaten ben de sabahları uyandığımda, "Anne, bugün ne yiyeceğim?" derdim endişeyle. O da derdi ki, "Evladım, biz de bir şeyler yiyeceğiz, merak etme..." Böyle alışmışım, yemek önemlidir bizde...

Kadın hakimiyetindeki bu evde, babanız ezilmiyor mu?

- Yok ezilmiyor... Çünkü o, kimseyle ilgilenmiyor... Kemençesiyle eski notalar çalıyor... Babam mücerret bir adam, kendi dünyasında yaşıyor...

Anne ile baba arasında aşk var mı?

- Olmaz mı? Anlatılanlara göre, annem babamı baştan çıkarmış... Yapar... Zaten babamın birini baştan çıkarmak için gayret sarf etmesi olacak şey değil...

Peki neden ayrılıyorlar?

- Seyahat meselesinden... Babam bir yere gidecek. Annem karşı çıkıyor, inatlaşıyorlar... Bakmayın, annem son derece sert ve köşeli bir kadın. İlkeler, kurallar had safhada. Müdanası yok... Herkese cevap yetiştiriyor, aile büyüklerini bile terbiye ediyor. Babamsa son derece yumuşak bir adam. İşi alaya vuruyor, ironik davranıyor.

En çok nelere kızıyor bu ailenin bireyleri?

- En çok kızılan şey, yemek zamanı gelen misafirler... Vakitli vakitsiz gelenler, anneannemi çok sinirlendiriyor. Düzeni bozan herkese kötü bakılıyor... Diyelim ki öğle yemeği 1 ile 3 arası. O saatte gelenlere, "Müsaadenizle, yemeğimizi yiyip geleceğiz" deniyor. Hiç öyle "A lütfen siz de buyurun" falan yok. Tanrı misafiri lafı vardır ya, bizim evde bu deyimi hiç duymadım...

Herkese "siz" diye mi hitap ediyorsunuz?

- Hayır... Herkese "Sen" diyorum... Ama sadece ben... Babam mesela "siz" diyor... Nezaket fevkalade önemli... Yıllar evvel babam gazeteye beni ziyarete geldi. Haberim yok... Aşağıdan biri arıyor, sekreterime soruyor, "Bir beyefendi geldi. Doğan Bey meşgul mü diye soruyor." Kimmiş... İsmini söylemiyor. "Verin ya şu adamı bana telefona" diyorum. Aaa babam! O kadar nazik... Birilerini rahatsız edecek diye aklı çıkıyor. Ama benim böyle dertlerim yok. Cep telefonundan aradığımda kimseye "Müsait misin?" diye sormam mesela. Sanki beni bekliyormuş gibi, "Yahu..." diye başlarım konuşmaya. Ama beni arayan herkes, "Müsait misiniz?" diye soruyor, büyüğüm, küçüğüm... Benim bilinçaltıma ise "Herkes benim için müsaittir" diye yerleşmiş. Tek çocuk olmanın defoları işte...

Peki en çok nelere gülünüyor bu evde?

- Ailedeki herkesin tarzında ince bir alay var. Anneannem mesela maniler söylüyor. Hepsi de alaycı insan eleştirileri... Her şey biraz dalga geçmek üzerine... O ironi, o hümor diğer aile fertlerinde de var.

Ne kadar eğlenceli, ne kadar hüzünlü bir ev?

- Çok eğlenceli... Hüzünlü bir şey? Hatırlamıyorum... Zaten biri önümde hüzünlü bir şey söylemeye kalkarsa anneannem onu susturuyor... "Başka kayığa binip, başka şey konuşalım" diyor. Halet-i ruhiyemi bozacak bir şey söylenmiyor. Çok güzel bir terbiye sistemi. O küçücük yaşında neyi halledeceksin? Dertleri mi? Üzüntüleri mi? Yoooo... Eeee? Halledemeyeceğim şey bana duyurulmuyor. Takdir ediyorum doğrusu.

Peki günün birinde gerçekten üzüntülerle karşılaşınca sendelemediniz mi, bocalamadınız mı?

- Hayır. Zaten her şeye önce kötü yanından bakarım. İlk tanıştığım insan, benim için çok kötü bir insandır... İyiliklerini görürsem, kötü puanlar yerine yavaş yavaş iyi puanları koymaya başlarım, insan kartoteksimi öyle yenilerim. Eğer gülerek, yumuşak tabiatla yaklaşıyorsan olaylara, çekiyorsun, öbüründe emiyorsun...

Siz kendinizi koruyorsunuz...

- Evet. Sivriliklerimin, çıkışlarımın olmamasının sebebi de bu. Mesela macera da sevmem. Aileden gelen bir alışkanlıkla, maceranın rahatımı bozacağını düşünürüm...

Rahatınıza düşkünsünüz...

- Evet... Evlenseydim, dört kadın alacaktım. Durumdan öyle anlaşılıyor... Çünkü bana bakan 3-4 kadın vardı. Annem, akıl ve bilgi kısmımı idare ediyordu. Teyzelerim de giyim-kuşam, yemek kısmımı... Hele bir büyük teyzem vardı. Aman efendim, manikürler, pedikürler, şapkalarla yaşardı. Beni o giydirirdi. Daha ortaokuldayken manşetli gömlekler giyerdim. Bunlar bana tabiiymiş gibi gelirdi. Sanki herkes böyle giyinirmiş gibi...

Bütün bu ayrıntıya düşkünlüğünüz, mükemmeliyetçiliğiniz onlarla iç içe olmaktan mı?

- Hiç şüphen olmasın! Onlar bana mükemmeli aramayı öğretti. Geçenlerde bir arkadaşımla birlikte bir sürü kitap aldım. Listemdekilerden biri eksik kaldı. Arkadaşım dedi ki "Ya bu kadar kitap aldın, bir tanesi de eksik olsun..." "Olmaz" dedim, "beni rahatsız eder..." Bir kalem aldın mı, aynı markadan kartuşunu alacaksın, mürekkebini alacaksın. Mesela artık zor buluyorum kurutma kağıtlarını... Ama pes etmiyorum, aramaya devam ediyorum. Bunlar hayatımın parçası değil, tamamı...

Yormuyor mu sizi bu kadar ayrıntıya meraklı olmanız?

- Yoruyor... Ama artık n’apim böyle... Babamın bir amcası vardı, evine gittik bir gün, yorgun düşmüştü. Sebebi, efendim bütün gün Arnavutköy’de reçellik çilek aramış... Daha pratik ve pragmatik bir kadın olan anneciğim, "Sen da baba tarafın gibi ayrıntıda kayboluyorsun" diyor. Doğrudur...

Girit kökeni ne kadar etkili?

- Anne tarafım Giritli. Ben de kulaktan dolma Rumca bilirim. Atina’da ya da Yunan Adaları’nda iki saat sonra Rumca konuşmaya başlarım. Anneannem orada doğmuş. İlginç kadındı, asla gecelikle dolaşmazdı. Eve terzi gelirdi, artık yaşlı, iki büklüm olmuş ama terzi geldiğinde dik duruyor... Elbise dik dikilsin diye... Dikiliyor ama elbise bittikten sonra yine eğildiği için eteğin arkası havaya kalkıyor.

Çocukluğunuzun unutulmaz bir sofrası...

- Sofralar hep unutulmaz! Yemekler bir yana, sofralar da çok estetik... Çatal bıçakların konulduğu köprüler var. Hálá ihtiyaç duyarım. Hakikaten, bıçak çatalı nereye koyacaksın, tabağa koysan olmaz, kenarda yağlanır. Ah o gümüş köprüler...

5 çayı da aksatılmaz mıydı bu evde?

- Aaaaa tabii... O kaçmaz... Ben de Pavlov köpeği gibiyim şimdi. Öğle yemeğinin gecikmesine dayanırım. Ama saat 5 oldu mu ellerim titremeye başlar. Çayımı içmek, kurabiyelerimi yemek isterim... Alışmışım...

Her zaman Doğan Bey’diniz değil mi?

- Evet. Çok seyrek insanlar bana Doğan Abi dedi. Çoğu sevgilim bile Doğan Bey dediler, düşünebiliyor musun?

Çocukken sizin farklılığınızla hiç alay etmezler miydi?

- Etmez olurlar mı? Kışın golf pantolon giyerdim, o golf pantolonun altına da baklava çoraplar... Herhalde biraz tuhaf karşılanırdı. Beni zaten hep biraz garip, biraz şımarık bulurlardı. Muhtemelen özenirlerdi de ama özenmenin ikinci şeyi eleştirmektir. Arkamdan çok konuşurlardı. Ama yüzüme hiçbir söylemediler.

Spor tutkunuzun olmaması, futbola düşkün olmamanız... Sizi hiç rahatsız etmedi mi?

- Asla. İnsanlar göre göre bir şeylere alışır. Ben böyle şeyler görmedim ki! Hani mahallede top oynasaydım, çocuklarla yarış yapsaydım, kaleye geçseydim, o zaman sevebilirdim, takım filan tutardım... Öyle bir şey yapmadığım için bunlarla alakam yok.

Alaska’yı, Güney Afrika’da safariyi merak etmek... Vahşi hayvanları görmek... Hemingway’e özenmek... Bu tür şeyler...

- Hayır, hayır hiç yok böyle şeyler hayatımda. Seyahat ve macera tutkum yok. Bunları kitaplarda okurum. Güzel bir örnek var, sık sık veriyorum. Gertrude Stein’la, Charlie Chaplin bir davette. Chaplin eliyle çimleri göstererek, "Ne güzel yeşil değil mi?" diyor. Stein cevap veriyor: "Turner’ın resimlerindeki yeşili tercih ederim." Ben de safariye gitmek yerine, vahşi hayvanlarla ilgili öyküleri okumayı tercih ederim. Yurtdışında beni iyi lokantalar, iyi kitapçılar ve iyi CD’ciler ilgilendirir, gerisi boş.

20 yıldır Frankfurt’a gidiyorsunuz... Allah aşkına o şehrin nesini seviyorsunuz?

- Kitap fuarı bir yana, o şehrin donukluğunu seviyorum. Güneşsiz havasını. Her şeyin usulünce olmasını... Akşamları insanlar evine çekilir, terk edilmiş şehir duygusu verir.

Edebiyatın cumhurbaşkanı olarak anılmak yerine, ister miydiniz kendinize ait bir roman yazmış olmak?

- Başta belki bunu yapabilirdim... Ama şimdi düşün, bunca eleştiriden sonra bir roman yazsam, beni nasıl taşlarlar biliyor musun. Recm ederler, sanal edebiyat dünyasında recm olurum...

50 küsur yıldır aynı işi yapmak, hep aynı köylülükle mücadele etmek, sanatı sevdirmek için bu kadar uğraşmak, hiç yılmadan çabalamak... Bu gücü nereden buluyorsunuz?

- Mitolojik kahramanlar arasında en hoşuma giden Sisifos’dur... Sisifos ne yapar? Taşı tepeye çıkarır, taş oradan düşer, bir daha çıkarır. Eğer o taşı çıkarmaya kendini adamışsan, yorgunluk vermez, o direnç, o meydan okuma aksine seni güçlendirir.

Kendiniz için hayal ettiğiniz gelecek nasıl?

- Daha çok kitap, daha çok okuma, daha çok müzik...

Peki yeşillik bir yere mi bakıyorsunuz, ormana mı bakıyorsunuz?

- Ben bakmam ki... Çalışma odama kapanırım, müzik dinlerim, güzel yemek yerim. Ve yazımı yazar, kitap okurum. Ben bakar değilim. Denize, doğaya dalarlar. Hiç hayatımda dalmadım...

Benim mamim Fevziye Hanım/images/100/0x0/55ea0b10f018fbb8f8667f96

Doğan Hızlan olmanızda annenizin payı ne kadar?

- O kadar çok ki! "Bu kitap bana lazım" derdim, İngiltere’den getirtirdi, röprodüksiyonları da Amerika’dan... Böyledir Mamim...

Maminiz Fevziye Hanım’ın en önemli özelliği ne?

- Her şeyi bilen kadın... Sülalemizin en akıllı kadını... Ama bu aklından ötürü de biraz sivri bir kadın... Lafını hiç sakınmaz... Büyük küçük dinlemez... "Ah anneciğim artık bir sürü şeyi unutuyorum" derim mesela, "Tabii unutursun, çünkü sen dinlemezsin!" der. Yolları filan şaşırırım, "Tabii çünkü senin sanata ve edebiyata dalmış hafızan ve her şeyin, geri kalan da dumura uğramış yavrum" der...

Ne kadar süredir annenizle yaşıyorsunuz?

- Sürekli... Kendimi bildim bileli... Ama 15 yaşımdan beri nefes alacak ayrı bir evim var... Bazen kirasını ödeyemezdim, annem bana haber vermeden hallederdi.

Annenizle birlikte yaşamanın size getirdiği hiçbir zorluk yok muydu?

- Zorluk mu bilemem ama saat başı izahat veririm. Şuradayım, buradayım... Kontrol ediyormuş gibi değil de, merak ediyormuş gibi arar. Biraz kandırıcı tabii... Maksat ben neredeyim onu öğrenmek...

Anneniz nerede şu anda?

- Maalesef hasta...

Bir gün annesiz yaşamak zorunda kalırsanız ne yapacaksınız?

- Valla bilmiyorum, dostlar sağ olsun diye bir laf var ya, benim de söyleyeceğim bu...

İnsan kendini nasıl hissediyor?

- Annenin gözünde nasıl çocuk büyümüyorsa, çocuğun gözünde da anne hep aynı kalıyor. Bir yere mi gideceğim, annem hálá bana "Çok içme" diyor... Sanki 15 yaşında çocukmuşum gibi, oysa gelmişim 70’ime...

70 yıl geçirdiniz birlikte... İnsan şöyle mi diyor: "Herkese nasip olmaz, çok uzun dolu dolu yaşadık..." Yoksa hiçbir zaman, hiçbir şey yetmiyor mu?

- Yetmiyor... Bir laf vardır ya, "Artmadıkça yetmez" diye... Öyle... Annelerle geçen zaman hep eksik kalıyor...
Yazarın Tüm Yazıları