İtirazım kime ve neye

UCUZLUĞA ve ucuzculuğa itirazım var...

Kendinden geçmeye... Vakarı kaybetmeye... Ölçüsüzlüğe...

Büyük kalabalıklarda oluşan haklı öfkeyi yanlış yerlere çekip bir Türk / Kürt çatışmasını körüklemekten kaçınmayan şuursuzlara...

Heyecan ve galeyan halinin hepimizi tutsak etmesine itirazım var...

Oluşan hassasiyetten pay kapma yarışına...

İçtensizliğe...

"Bayrak as / Bayrak as" diye ortalığın velveleye verilmesine itirazım var...

Şehit haberleri karşısında yüreğinin en derinliklerinde duyduğu acıyı, şamatacılıkla dışa vurmayanların yeterince üzülmedikleri önyargısına itirazım var...

Küçük örneklerini gördüğüm, ancak büyüme istidadı göstermesinden ürktüğüm kışkırtıcılığa itirazım var...

Yurdun dört bir yanında büyük bir olgunlukla gerçekleşen terör karşıtı yürüyüşlerle tabii ki bir derdim yok...

Benim derdim...

Risksiz çabalarla... Samimiyeti kuşkulu çıkışlarla...

Bir "Mehmetçik" şiiri patlatıp gönüllerde taht kurma gayretkeşliğiyle...

Sorumsuzluklarla benim derdim...

İnternetin kimlik saklayan kara peçesinin altına sığınıp sağa sola küfürler yağdırarak vatana hizmet ettiğini sanan densizlere itirazım var...

PKK denilen belanın ekmeğine yağ sürecek sersemliklere itirazım var...

Bursa’da dükkan basanlara...

Minicik çocuklara asker elbisesi giydirip ellerine oyuncak silah veren zihniyete...

Gece yarısı arabalarından havaya ateş açıp, sözüm ona terör karşıtı eylem koyan şaşkınlara...

Hepimiz şehit askerlerimiz için yas tutarken...

Sanki "Hrant" ile "Şehit askerlerimiz" arasında iflah olmaz bir çelişki varmış gibi...

"Hrant için yas tutanlar şimdi nerede?" diye sorulmasına itirazım var...

Acımızı nasıl göstereceğimiz ya da yasımızı nasıl tutacağımızla ilgili ahkam kesenlere itirazım var...

Kısacası...

Benim derdim "acılarını yaşanlar" ile değil, acıyı bahane edip kendini kaybedenlerle...

Kevin Costner’ın Türkiye günlüğü

BİRİNCİ GÜN: İstanbul’a indim... Karşımda 18 kamera, 34 fotoğraf makinesi... Hemen dostum Nick Nolte’u arayıp, "Hey Nick! Türkiye diye bir ülke var... Nasıl derler bilirsin... Bizim gibiler burada krallar gibi karşılanıyor... Ne diye havaalanlarında serkeşlik edip yerlerde sürünüyorsun ki? Türkiye’ye takılsana abi" demeliyim... "Düşmüş Hollywood starları İstanbul’da" projesi kapsamında Nick’in de davet edilmesini sağlar mıyım acaba?

İKİNCİ GÜN: Vay be... Bizim ufaklığı poşette taşımam bile olay olmuş... "Karım, biricik karım" dediğim için yere göğe koyamıyorlar beni... Ulan ne kıyak bir ülke burası... Bir parça Brunei Sultanlığı’na mı benziyor acaba? Orada da ülkeyi ziyaretim olay olmuştu, orada da protokolün en ön sırasında yer almıştım, orada da "Ülkeniz çok güzel" dediğimde kendilerinden geçmişlerdi...

ÜÇÜNCÜ GÜN: Cumhurbaşkanları çok şeker bir adam... Sürekli tebessüm ediyor... Başbakanları ise biraz asabi galiba... "Kevin Bey! Atatürk filminde ne zaman rol alıyoruz bakalım" deyince korkudan "En kısa zamanda! En kısa zamanda!" yanıtını vermek zorunda kaldım. Ama anlamadığım bir şey var: Ülkenin en büyük bayramında neden Devlet Başkanı’nın huzuruna eşsiz davet edildik acaba?

DÖRDÜNCÜ GÜN: Bir paparazzi cenneti olan ülkemde hiçbir paparazzi bana yüz vermezken, Türkiye’nin bütün paparazzileri peşimde! Yaşasın... Ülkenin bütün kadın gazetecileri de peşimde... Biz içlerinden üçünü 15’er dakikalığına kabul ettik... Gerçi televizyon programlarında biraz medya maymunu olduk ama olsun...

Hıncal Uluç nereden hepimizin abisi oluyor

KABUL ediyorum: Adam tam bir fenomen!

Manken eleştirisi onda, "vasat beğeniler üstatlığı" onda, şarkıcı kritiği onda, restoran yalayıp yıkama onda, ancak "takvim yaprağı arkası"nda gidecek türden bir filozofi çabası onda, otel pohpohlama onda, herkesin "a" dediğine "b" diyerek alemin dikkatini çekme çabası onda...

Beyimiz en karmaşık siyasal konularda da ahkam kesiyor, en geyik mevzularda da insanlığın sırrını açıklar gibi döktürüyor...

Hepsi tamam! Hepsini kabul ediyor ve İbrahim Tatlıses’in deyişiyle "saygı duyuyorum"...

Ancak anlayamadığım şudur:

Medyamızda en hafifinden en ağırına bütün yazarlarımız, neden en sert "Hıncal Uluç eleştirileri"ni kaleme alırlarken bile...

Bu beyefendiden adıyla sanıyla "Hıncal Uluç" diye söz etmek yerine, alaturka bir stille "Hıncal Abi şöyle / Hıncal Abi böyle" demek lüzumunu hissetmektedirler?

Uluç’un etrafı terörize etme potansiyelinden mi korkmaktadırlar?

Yoksa "Hepimiz Hıncal Uluç’un paltosundan çıktık" mı demek istemektedirler?

İşte bakın!

Sabah yazarı, medyamızın ağırbaşlı filozofu Hasan Bülent Kahraman bile, son yazısında "Hıncal Abi" yazmış... Parantez açıp "Uluç" diye eklemeyi ihmal etmeden...

Okurda bir "Foucault", bir "Derrida" etkisi bırakmak istediğini müşahede ettiğimiz Hasan Bülent Kahraman bile Hıncal Uluç’a "abi" demeye gönül indiriyorsa...

Bu işin içinde mutlaka bir iş vardır...

Bu zamana kadar yazdığı hiçbir yazıda Hıncal Uluç’tan "abi" diye söz etmemiş olmamanın haklı gururuyla soruyorum: Ne iş?
Yazarın Tüm Yazıları