Bıkmadık mı?

ÖMER ÇELAKIL "Kuran’ın şifresini çözdüm" diyen tıp fakültesi öğrencisi olarak tanımıştık onu. Utangaç, mahcup, kendini göstermekten ziyade elindeki bilgileri kamuoyuna aktarma derdinde olan biri izlenimi veriyordu. Önceleri bin bir nazla çıkıyordu ekranlara. Sonra nazı kesti. Çağrılınca hemen üzerine atlamaya başladı. En sonunda ise "Yeni şifrelerim var! Kıyametin ne zaman kopacağını haber vereceğim" diye televizyon kanallarını aramaya başladı. Hikáyesi budur Çelakıl’ın. Bugünlerde yeniden gündemde. "Mars’ta hayat var" meselesini Kuran’dan çıkardığını söylüyor. Ayrıca dünyamızın susuz kalacağının da Kuran’da şifrelendiğini iddia ediyor. İnanmak için matematiksel kesinlik arayanlara ya da inançlarını bu tür mucizevi kanıtlarla kesinleştirmek isteyenlere kuşkusuz iyi geliyordur Çelakıl’ın şifreleri. Ancak kötü bir haberimiz var: Çelakıl Arapça bilmiyor! Arapça bilmeyen birinin Arapça kelimelerdeki harf sayısını çıkaramayacağını da bilmiyor. Yani harf sayılarıyla kurduğu teorisinin baştan sona yanlış olduğunu anlayamıyor. Ya da anlıyor da anlamamaktan geliyor. Kısacası "tüccar şifreci" oyununu oynamaya devam ediyor ama galiba en azından ben bu işten sıkılmaya başladım.

CAN DÜNDAR İşte yine "Genizden gelen ses tonu"yla çıktı meydana. Bu kez "Abdullah’ın hikayesi"ni anlattı. "Kayseri’den çıktı yola / Selam verdi sağa sola" kıvamında bir hikáye bu. Bakmayın siz "her şeyi anlatıyorum" havası basmasına. Bu bir gayri resmi "Gül belgeseli" falan değil tabii ki. Gül’ün izin verdiği ölçüler içinde kalarak hazırlanmış resmi bir belgesel. Ancak Can Dündar’a iki yararı var: BİR: Parayla belgesel hazırlamak için reklam imkánı... İKİ: "Her zaman / Her koşulda / Hep gözde / Ve herkesle arası iyi" durumunu muhafaza etme avantajı... Kısacası "tüccar belgeselci" oyunu sürüyor ama galiba biz bu işten biraz sıkılmaya başladık.

HELİN AVŞAR Helin Avşar, dünkü Hürriyet’te Ayşe Arman’a verdiği röportajda, "Ölümlü dünya! Kasamam" demiş. Sanki "Rezilliğin dibini bulmak" ile "kasmak" arasında bir yer yok gibi. Sanki "Yunan adalarında önüne gelenle sarmaş dolaş olma hali" ile "kasıntı olma" hali arasında bir yer olamazmış gibi. Helin tarafından anlaşılıp anlaşılmayacağımdan emin değilim. Ama yine de denemek istiyor ve Helin’e şunları söylemek istiyorum: Helin arkadaş! Tamam, kasma! Evet, her canlı ölümü tadacaktır. Doğru, dünyamız ölümlüdür. Ve fakat, reel durum bu diye, hiçbir kural kaide tanımadan dağıtamayız. Dünyamızın ölümlü olması gerçeği, bizi bir parça "Gül, eğlen, oyna! Bu dünya kimseye kalmaz" havasına soksa da, ancak kendimizi zaptetmesini başarabildiğimiz oranda uygar oluruz. Aksi takdirde gerçekten senin bu hallerin ve bu hallerini meşrulaştırma çaban biraz sıkıcı olmaya başlar. Benden söylemesi...

Atatürk’ten türbana meşruiyet çıkarmak

NE zaman "Çankaya’da türban" konusu açılsa...

İslami camianın yayın organları, hemen "Latife Hanım’ın türbanlı fotoğrafları"nı arşivden çıkarıp, "Atatürk’ün eşi Latife Hanım da Çankaya’ya türbanla çıkmıştı, Hayrünnisa Hanım niye çıkmasın?" sorusunu soruyor.

Bunun üzerine...

Anti türban cephesi de harekete geçip, Latife Hanım’ın başı açık fotoğraflarını arşivden çıkarıyor.

Onlar da "Latife Hanım hiçbir zaman örtülü olmadı. Çankaya Köşkü’nde Cumhuriyet’in ilk döneminde çok kısa bir süre başını örttü. O da mecburiyetten. Ama ilk fırsatta başındaki örtüyü çıkardı" diyorlar.

"Önceki uygulama" ile "sonraki uygulama" arasında hangisi daha değerlidir meselesi gündeme gelince de...

Anti türban cephesi biraz daha önde görünüyor.

* * *

Vakit’in küfürbaz ve demagog adamı Hasan, "Aferin"i kapmak için Latife Hanım’ın örtülü fotoğraflarının dışında yeni bir "maden" daha keşfetmiş.

Hasan’a göre...

Atatürk, Nutuk’unda şöyle diyormuş:

"Dinimizin tavsiye ettiği tesettür (örtünme) hem hayata, hem fazilete uygundur... Tarz-ı telebbüsümüzü (kıyafet şeklimizi) ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin kendine mahsus an’anesi, kendine mahsus ádeti, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin mukallidi (taklitçisi) olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dáhilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz hüsrandır."

Mücadele için her yol mubah anlayışında olan Hasan, açıkça yalan yazıyor ve sahtecilik yapıyor.

Çünkü...

Bu cümleler, Nutuk’ta yer almıyor.

Atatürk’ün 1923’te Konya’da böyle bir konuşma yaptığı biliniyor.

Ancak...

Kısa bir süre sonra Atatürk, bu konudaki yaklaşımını "Kıyafet Devrimi" ile netleştiriyor. Kadın kıyafetinde bir yasa çıkarmıyor ama modern giyimi açıkça teşvik ediyor.

1927’de okuduğu Nutuk’ta tesettür savunuculuğu yapması bu açıdan mümkün değil.

Yani Hasan, yalan yazıyor!

* * *

Hasan ve Hasan gibiler böyledir. Türbanın bir tercih meselesi olduğunu, bu açıdan ancak insan haklarının konusu olabileceğini anlayamazlar.

Onlar, Latife Hanım’ın örtülü fotoğraflarıyla ya da Nutuk’ta geçmeyen konuşmanın Nutuk’ta geçtiği yalanıyla, sözüm ona köylü kurnazlığı yapıp işi bitirmek isterler. Çünkü...

Hasan ve Hasan gibiler...

Tercihten ya da insan haklarından falan anlamazlar.

Öyle olsa...

Her gün gazetelerinde başkalarının tercihleri konusunda iğrenç yazılar yazarlar mıydı?
Yazarın Tüm Yazıları