Abdullah Gül'e sessiz dilekçe

EĞER kendinizi "Kaf dağında", Olympos’un zirvesinde oturan, "Tanrılar katındaki" bir köşe yazarı olarak görmüyorsanız,

Eğer, bu satırların, sonunda sadece ve sadece sizin şahsi görüşlerinizden ibaret bir yazı olduğu gibi mütevazı bir iddianız varsa,

Eğer kendinizi, "tarihe not düşmek", "tarihi misyon yüklenmek" gibi ilahi görevleri olan bir Mesih zannedecek kadar zavallı biri değilseniz,

Yazdığınız bu yazı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 milyon vatandaşından sadece birinin dileklerini yansıtıyor demektir.

Yani bu kadar mütevazı bir niyetiniz vardır.

Peki bu şahsi niyet, bu mütevazı yakarış, anlatmaya çalıştığınız duyguyu da o kadar mütevazı hale getirir mi?

Tam aksine...

Bazı günler vardır ki, toplumun o mütevazı sese, o samimi seslenişe ihtiyacı vardır.

Öyle günlerde, kendini Tanrı sananların patırtıları, bu sıradan sesin, bu mütevazı itirazın yanında boş teneke gürültüsü gibi kalır.

Çünkü samimi itiraz, tek tek vicdanlardan gelen mütevazı sesleniş, bir anda ülkenin en makul çoğunluğunun dilekçesi haline gelir.

Diyeceğim, bu yazı, taşıdığı iddiasızlığı ile ölçülmeyecek kadar büyük bir beklentiyi dile getirmektedir.

Adaletsizliğin zerresinin bu yazıya bulaşmaması için şöyle başlayayım.

Sayın Abdullah Gül, cumhurbaşkanı olamaz mı?

Çok samimi ve çok açık düşüncem şudur.

Kesinlikle olabilir.

Bu görevi iyi yapamaz mı?

Samimi düşüncem, kesinlikle yapabilir.

Bu mevkii hak etmedi mi?

Vicdanım beni beklemeden cevap veriyor: Kesinlikle hak etti.

Yine de içimden bir ses diyor ki, tanıdığım Abdullah Bey, fazlasıyla hak ettiği bu koltuğu, kendi arzusu ile reddetmelidir.

Ülkesi kendisinden bu zarif jesti beklemektedir.

Hak edilmemiş koltuğa oturmak yüzsüzlüktür.

Bu hakkı reddetmek ise şövalyeliktir.

Ben, Sayın Gül’den işte bu şövalyeliği bekliyorum.

* * *

Neden?

Çünkü Türkiye 23 Temmuz sabahına çok güzel umutlarla kalktı.

Başbakan, gücünün en dorukta olduğu gün, yüzde 47 oyun verdiği gücü elinin kenarı ile iterek, samimi bir uzlaşma işareti verdi.

Ona oy vermeyenlerimiz bile bu sözleri yürekten alkışladı.

Meclis’in açıldığı gün, herkesin Habil’le Kabil husumeti beklediği iki parti; MHP ve DTP, yumruklarını açtı, ellerini birbirine uzattı.

Meclis’ten gelen o fotoğrafın sıcaklığı hepimizin yüreğini ısıttı.

Kadınlarımızı Meclis’e soktuk.

Onlar en güzel elbiselerini giydiler, bize yeni umutlar verdiler.

Başta Başbakan ve MHP’nin Genel Başkanı olmak üzere herkes, gücünü, husumetini, inadını, egoizmini zorunlu sürgüne gönderdi.

Fedakárlığın yüce bir duygu olduğunu hep birlikte gördük.

* * *

Ben tanıdığım Abdullah Gül’den işte böyle zarif bir fedakárlık bekliyorum.

Bu arzumu, arkama Hürriyet’in kurumsal kimliğini alarak da yapmıyorum.

Bütün elbiselerimi çıkarıp, şapkalarımı atıp, sadece bir vatandaş olarak bunu dile getiriyorum.

Bu fedakárlığı yaparsa seviniriz.

Çok seviniriz.

Bu fedakárlığı yapar, uzlaşma kapısını açarsa ne olur?

Türkiye’nin önü açılır.

Fert başına 10 bin dolarlık Türkiye hedefine koşmaya başlarız.

Birbirimize güvenimizi yeniden sağlarız.

Takıyye gibi derin şüpheleri bir saniyede siler, kafamızda hiçbir izini bırakmayız.

Ya yapmazsa...

Yapmazsa söyleyeceğimiz bir şey olamaz.

O da, vatandaş olarak hakkıdır.

Ama içimden gelen bir ses bana diyor ki:

AKP’yi birlikte kurduğu arkadaşları da ondan bu fedakárlığı bekliyor.

Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye cumhurbaşkanını, seçim meydanlarında vaat edilen uzlaşma ile seçerse, sandığın sayısal kudretinin yanına bir de demokrasinin kültürünün uzlaşma kalitesini ekleyecektir.

Emin olun bu taviz değil, tam aksine tavizsizliktir.

Yani demokrasi dediğimiz sistemin ruhundan tavizsizlik.

Tanıdığım Abdullah Gül’ün, derinden gelen bu sessiz dilekçeye en kalbi duygusuyla cevap vereceğine eminim.

Aksi bende düş kırıklığı yaratmasa da, çok şaşırtacaktır...
Yazarın Tüm Yazıları