Paylaş
Samimiyetle inanıyor. Türkiye’nin bir “ikinci İran” olmasına yürekten karşılar. Gidişatı, adeta bir “varoluş” konusu gibi algılıyorlar. Cumhurbaşkanlığı’nın Ak Partili birinin, hele eşi başörtülü birinin eline geçmesi, her ne pahasına olursa olsun engellenmeliydi. Tandoğan, Çağlayan derken, ülkenin çeşitli kentlerinde düzenlenen mitinglerin katılımcılarının önemli bir bölümü bu insanlardan oluşuyor.
Ak Parti’nin nasıl oluyor da, bu insan topluluğunu dört buçuk yıllık iktidarları süresince aksine inandıramamış olması, tersine bu insan topluluğunun “kaygı ve korkuları”nı tetiklemiş bulunması, kendisinin üzerinde öneme durması gereken bir husus.
Bu işin, Ak Parti’ye düşen kısmı. Kendi hatalarının bu manzarada payı mutlak.
Ama, bu, gerçeğin tümü değil. Bir bölümü. Bu kadar geniş bir insan kitlesi –üstelik bunlar şehirli orta sınıfların belkemiği ise, sayılarının ötesinde bir çarpan etkisi oluşturuyorlar- böyle bir “kaygı ve korku”ya kapılmışlarsa, bu “olgu” ne ölçüde “sahici” ise de, bunu sadece Ak Parti’nin zaafları ya da niyetleri ile açıklamak yetmez.
Ülkemizin bu önemli insan topluluğunun “paranoid” bir ruh haleti içinde bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bunların bir kısmı, istedikleri kadar ellerinde “ne şeriat-ne darbe” pankartları taşısınlar, “askeri müdahale” girişimlerinin “cephanesi”ni oluşturdukları olgusu ortadan kalkmaz.
27 Nisan’da bu ülkede bir “sanal darbe” gerçekleştikten 48 saat geçmeden, İstanbul-Çağlayan’a akanlar, “askeri müdahaleye karşı demokrasiyi korumak” amacıyla oraya gitmemişlerdi; kendi anladıkları tarzda, gerçekte, ciddi ve geçerli biçimde söz konusu olmayan bir “şeriat tehlikesi”ne, somut olarak Ak Parti’ye, karşı oradaydılar.
Geçenlerde Nokta dergisinde yayınlanan “darbe günlükleri”ni okusalar, ne amaçla, nasıl kullanıldıklarını anlarlardı.
*** *** ***
Türkiye’nin içinde yaşayan “dışarı”lılar, Batı medyasının temsilcileri, bizimkilerin görüntüsüne bir yandan ayna tutuyor, bir yandan da kendi kamuoylarını uyarıyor. Washington Post’ta dün yayınlanan bir yazıda şöyle yazıyordu:
“Son haftalarda, sokakları, Kemalist laikliği desteklemek amacıylabüyük sayılarla göstericiler doldurdu. Görüntüleri izleyen Batılılar, bunun liberal Aydınlanma değerlerinde yana duyguların fışkırması olarak algılayarak, bunu olumlu karşılama eğiliminde olabilirler.
Yanılmış olurlar.
AKP’nin muhaliflere Türkiye’nin bir başka İran olmasını istemediklerini söylüyorlar. Ama AKP’nin böyle bir niyeti olduğu hiç belli değil. Belli olan, can sıkıcı oranda otoriter ultra-milliyetçileri saflarında barındıran laik yönetici sınıfın ekonomik çıkarları ve bürokratik imtiyazlarına, o sınıfın iktidarına karşı bir tehdit oluşturduğu...
Burada(Türkiye’de) ‘laikliğin’, ‘liberal, demokratik ve Batı dostu’ anlamına geldiğini sakın düşünmeyin. Kesinlikle öyle değil.”
Çağdaşlık iddiasıyla Ak Parti’ye karşı seferber olanların, “çağdaşlık” bakımından Batı ile paylaştıkları ortak değerler pek yoksa, en azından bu, Batılılar tarafından öyle görülmüyorsa, en ziyadesiyle pek karşı oldukları “Ortadoğululuk” ile aynı dalga boyunda durdukları söylenebilir. Anti-demokratik, otokratik...
Bizim gençliğimizde “gardrop Atatürkçülüğü” diye bir kavram yaygındı. Kılık-kıyafet Batıcı çağdaşlığı anlamında kullanılırdı. “Gardrop Atatürkçülüğü”nün son zamanlarda Türkiye’de artan ölçülerde tedavüle girmesinde, Batı’nın “kabahati” tartışılmaz.
Avrupa uzmanı Dr.Ömer Taşpınar, dün, “Avrupa adeta Türkiye üzerindeki siyasi etkisini kaybetmiş durumda. Bu durum, yani 'soft power' denen etki kaybı, büyük ölçüde Avrupa Birliği'nin kendi hatalarından kaynaklanıyor.Türkiye'nin Avrupa'dan bu kadar soğuması, büyük oranda Avrupa'nın kendi vizyonsuzluğunun ve Türkiye'yi dışlamasının sonucu. Ektiklerini biçiyorlar. Avrupa Birliği'nin bir an evvel anlaması gerekiyor ki, Avrupa'dan uzaklaşan bir Türkiye aslında demokrasiden uzaklaşıyor. Tabii umarız aynı dinamikleri Adalet ve Kalkınma Partisi de şimdi daha iyi anlıyordur. Avrupa Birliği konusunda frene basmamalıydı Adalet ve Kalkınma Partisi. Avrupa, Türkiye'nin gündeminden çıkınca ciddi bir siyasi boşluk oluşuyor. Ve bu boşluğu sadece milliyetçilik değil, aynı zamanda muhtıralar dolduruyor” diye yazıyordu.
Ak Parti’nin en büyük hatası, Avrupa’nın hatalarına karşılık, kendisinin de “AB çıpasının taraması”na göz yumması oldu. Tayyip Erdoğan’ın “Kopenhag Kriterleri olmazsa, biz de Ankara Kriterleri’ni onun yerine geçirir yola devam ederiz” tafrasının sökmeyeceğini, “Ankara Kriterleri”nin “Mamak Kriterleri” olacağını defalarca yazmıştık. Öyle oldu. Nereden bakılırsa bakılsın, Ak Parti hükümeti, “muhtıra yemiş” bir hükümet durumunda.
Washington’dan yazan Dr.Taşpınar, isabetli eleştirisinden ABD’yi de sakınmıyor:
“Peki ya Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye politikasına ne demeli? Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Birleşik Devletler'in muhtıra karşısındaki tavrı tam anlamıyla utanç vericiydi. Bu mu demokrasiye önem veren ABD? Irak'ta sözüm ona demokrasi yaratma sevdası içindeki George Bush yönetiminin ağzından şöyle doğru dürüst bir, 'Silahlı kuvvetler demokratik sürece karışmasın' lafı çıkmadı. Peki bu ne gösteriyor? Neden Washington muhtıra karşısında bu kadar pasif ve aciz kaldı? Bence cevap gayet basit. Washington gerçek bir darbe yaşanacak olmasından korktu ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile iletişim köprülerini kesmek istemedi. Zira George Bush yönetiminin Türkiye konusunda bir tek önemli gündem var: Türk ordusunu Kuzey Irak'tan uzak tutmak. Bu amaç için orduyla arayı mümkün olduğu kadar iyi tutmak gerekiyor. Bu nedenle Washington, Ankara'da olup bitene sesini çıkarmamayı tercih etti. Geçen hafta ifade ettiğim üzere kötü bir realpolitikle kötü bir pragmatizmin buluşması olarak özetlenebilir Washington'ın bu affedilmez tavrı.”
Tümüyle aynı kanıdayım. ABD, Yasemin Çongar’ın gönderdiği uyarıcı bilgilerden anlaşıldığına göre, bu tavrından çark etmeye başladı ama Türkiye’nin demokratları tarafından “güvenilmez” bir “siyasi merkez” olarak kendisini de tescil ettirdi.
*** *** ***
Yine de, Washington’un “darbeye nötr kalmak” konumundan uzaklaştığını ve bu arada Fransa’da Türkiye’nin AB ufkuna yan bakan Nicolas Sarkozy’nin seçim kazandığını hesaba katarak, Türkiye’nin “demokratik ufukları”nı açık tutmak ve “AB çıpası”nı tekrar canlandırmak hayati önem taşıyor.
Bu çerçevede, Newsweek genel yayın yönetmeni Farid Zakaria’nın Abdullah Gül ile görüşmesinden sonra kaleme aldığı “Demokrasi için Sessiz bir Dua” yazısına dikkat etmemiz gerekli. Zakaria, “Türkiye’de popüler yönetici parti Ak, -bir nebze siyasi İslam geçmişine rağmen, Türkiye’nin tarihindeki en açık, modern ve liberal siyasi hareket oldu. Bu olağanüstü başarı şimdi, Türkiye’nin laik (ve seçilmemiş) seçkinlerinin aşırı tepkisinden ötürü tehlikede” diye yazıyor.
Yazının en çarpıcı bölümü, Farid Zakaria’nın Abdullah Gül’e sorusu ve onun verdiği cevapta. “Ak Parti’nin gizli gündemi var mı?” sorusuna, Abdullah Gül’ün cevabı, “Şimdi benim cevap olarak size söyleyeceğime ne bakacaksınız. Hükümette dört buçuk yılda yaptıklarımıza bakın. Bu ülkeyi Avrupa Birliği’nin üyesi yapabilmek için Türkiye’deki her partiden daha çok çalıştık. Ekonomiyi serbestleştiren ve insan haklarını güçlendiren yüzlerce kanun çıkarttık. Türkiye’yi İslamlaştıracak isek, niye bunları yaptık? Türkiye’ye Şeriat getirmenin imkanı yok. Türkiye’nin yasalarını, her alanda AB ile uyum haline getiriyoruz. Şeriat bu mudur?”
Bu kadar basit. Türkiye, AB yolunda kararlılıkla yürürse, Şeriat yok.Paylaş