İkisinden birini verin

TÜRKİYE 2007’nin fırtına dolu aylarına giriyor. Ve artık bazı gerçekleri yazmanın zamanı geldi.

Soru şu:

- ABD Türkiye’de çok ciddi bir prestij kaybında. Bundan nasıl kurtulacak?

Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki görüşmeleri, terörle mücadele özel temsilcimiz emekli Org. Edip Başer’in ABD’li meslektaşıyla yaptığı toplantıların ana sorusu işte buydu./images/100/0x0/55ea0de7f018fbb8f867e2c0

Amerikalılar bu sorunun cevabını aradılar.

Verilen cevabın özeti ise şöyle:

- Türk halkı terörden bıktı. Halkın sevgisini yeniden kazanmak istiyorsanız, Kuzey Irak’taki PKK varlığına son verin. Lojistik desteği kesin. Ve bazı önemli PKK’lıları verin.

Bu görüşmelerde Türkiye, PKK’nın Kuzey Irak’taki komuta kademesinin isimlerini verdi.

Şimdi gelelim bugüne.

PKK Öcalan’ın ağzından mart sonuna kadar "ateşkes" ilan ettikten sonra bakın neler oluyor...

Türkiye bu konuda ABD’ye şu son mesajı iletti:

"Artık zaman doluyor. Kuzey Irak’ta ne yapacaksanız yapın. İlk olarak da somut bir adım atın ve Karayılan ya da Bayık’ı teslim edin."

TALABANİ VE BARZANİ İSTEMİYOR

Peki, bu talebe karşı ABD ne diyor?

Cevap şöyle özetlenebilir:

- Tamam, teröre karşı birlikte mücadele edeceğiz. Ancak hep kendi tarafınızdan bakmayın. ABD, Irak’ta çok önemli bir prestij mücadelesi veriyor. Bu mücadelede ABD’ye en önemli desteği Kürtler verdi. Onların istemediği bir durum yaratamayız. Barzani ve Talabani bu işin silahla değil barışçı yolla çözülmesini istiyor. Bu anlamda Türkiye bazı adımlar atarsa gelişmeler olabilir.

ÖCALAN’A TV DTP’YE MECLİS

Şimdi bu sözün şifresini çözelim:

ABD şunu demek istiyor: Talabani ve Barzani’nin istemediği bir durum olmaz. Onlar da PKK’nın varlığını siyasi olarak sürdürmesini istiyorlar. Yani Türkiye PKK’nın siyasileşmesine olanak tanısın.

Peki, nedir bu siyasileşme?

İşte cevap:

- En azından sayıları 4 bine yaklaşan dağdaki teröristlerin baharda aşağı inmeleri. Bir kısmı köyüne, bir kısmı Kuzey Irak’a dönebilir. Türkiye silahını bırakıp gelenleri sessizce karşılasın.

- Kuzey Irak’taki dağ kadrosu da zaten şehre inmiş durumda. İstedikleri gibi hareket edebiliyorlar. Lider kadroları bazı ülkelere gidebilir. Talabani bu konuda lider kadroyu ikna edebilecek noktada olduğunu bildiriyor.

- Türkiye seçim barajını yüzde 5’e indirirse DTP’nin Meclis’te temsili mümkün olacak. Böylece silahlı yol yerine siyaset yolu açılacak.

- Öcalan’ın şartları biraz daha iyileştirilirken örneğin bir TV kanalı izlemesine olanak verilebilse...

- Ve kendi dilini konuşabilmek, kendi dilinde eğitim alma hakkı.

Evet; ABD’nin Türkiye’ye "hissettirmeye" çalıştığı çözüm mesajları böyle. Belli ki bu konuda PKK yönetimi de ikna edilmiş.

KUZEY IRAK’TA BİRŞEY YAPAMAZSINIZ

Peki bu durumda Türkiye ne yapacak?

Bahara kadar bir karar vermek zorunda. Yoksa hem İmralı’dan hem ABD üzerinden hem de Talabani’den "Terör hortlar, yeniden başa dönersiniz. Kuzey Irak’a da bir şey yapamazsınız" mesajı geliyor.

Devletin zirvesine gelince.

Açıkça söylemeliyim ki, tam bir karşılıklı güvensizlik var.

Hükümet bir adım atsa başta Cumhurbaşkanı olmak üzere "PKK ile pazarlık yapıyorlar" bombardımanına uğrayacaklar.

Hükümet Cumhurbaşkanı’na güvenmiyor, Cumhurbaşkanı da hükümete.

Asker tavrını koymuş:

- Ben teröristle pazarlık yapmam. Sonuna kadar mücadele ederim.

Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt bu sözleri birkaç kez en üst düzeydeki toplantıda çok keskin olarak söylemiş. Hatta PKK’nın "sözde ateşkes"inden sonra Org. Büyükanıt bölgedeki tüm birliklere "Mağara mağara arayın eskisinden daha yoğun operasyonlar yapın" talimatını vermiş.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bazı atılımlar yapmak istiyor. Başbakan, buna olumlu bakıyor. Ama "teröristle pazarlık" saldırısından çekiniyorlar.

AĞIR SORU AĞIR AÇMAZ

Bu durumda ABD’nin şartı işlemiyor. Şimdi gelinen nokta ise şu:

- Önce ABD, PKK’nın önemli bir ismini teslim etsin. Bu da hükümetin bazı atılımlar için elini güçlendirsin.

Sevgili okuyucular, işte manzara bu.

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır sorusuyla ya da açmazıyla karşı karşıya. Ve devletin zirvesinde kimse kimseye güvenmiyor.

Bu yüzden kararsızlıktan başka karar çıkmıyor.

Sanırım cesur kararlar alabilmek gibi önemli bir "devlet adamlığı sınavı" izliyoruz.

Çünkü siyasette cesaret, bazen "popülizme rağmen" karar alabilmektir.

Halktan gelen duygusal rüzgarlara karşı mantığın kalkanını kullanabilmektir.

UFUK...

SALONUN bir köşesinde tanıdık bir orkestra...

Davulda Durul Gence. Hemen yanında bas gitarda Sedat Ergin. Piyanoda Büyükelçi Murat Sungar. Alto saksafonda ise Meriç Demirkol.

Cazın bütün tonlarında, sihirli dokunuşlar yapıyorlar.

Burası Haber-Türk’ün patronu Ufuk Güldemir’in evi.

Nedense Ufuk’a patron tanımı yetmiyor.

Çünkü tam aramızdan çıktı.

Muhabirdi. Sonra gazete yöneticisi oldu. İstediklerini yapamayınca, kendi kararını kendisi verebilmek için patron oldu.

Üstelik önceleri hiçbirimizin inanmadığı bir "dijital devrim"le çıktı. Türkiye’nin ilk internet gazetesini yaptı. Ve başardı. Şimdi televizyonu da var.

Cumartesi akşamı Ufuk, evinde bir "yılbaşı partisi" verdi.

Ve neredeyse herkes oradaydı.

Durul Gence davul solosunu yaparken bir köşede Mehmet Ali ve Arzuhan Yalçındağ sohbet ediyordu. Diğer köşede hepimizin "Hasan Abisi" Hasan Cemal, Ertuğrul Özkök’e tanıdık espriler yapıyordu.

Uzun zaman sonra Rauf Tamer ve Mehmet-Canan Barlas’ı gördüm.

Rauf Tamer "sessiz bilge"lerdendir. Barlas ise yine "tartışan bilge" kimliğiyle oradaydı. Ama yıllar o tartışma halini "derin olgunluğa" taşımış artık.

Ve bir Ankara çınarı Taki Doğan.

Taki Doğan’ın objektifi gibi salonun uzak bir köşesinden zoom yapınca, gerçekten birbirini besleyen bir topluluk göründü gözüme.

Bir açı ve çerçeve üstadı olarak tanıdığım Ali Özgentürk, yanımda tek tek yüzlerdeki ifadeleri yorumluyordu.

Saynur’la birlikte onaylıyorduk.

Zaman, rekabet makinesinin ruhlarımıza gerdiği o bitmeyen koşuyu yavaşlatmış..

Daha bir anlayışla, daha bir gülümsemeyle bakılıyor

Örneğin, amansız rekabetlerin adamı Zafer Mutlu, bir zamanlar en büyük rakibi Özkök’le kahkahalar atıyor.

Volkan Vural emekli hayatına hazırlandığını söylüyor. Geriye doğru bakıyorum. Türkiye’nin en zor günlerinde diplomasinin sınırlarını zorlayan bir "çözüm ekolü"ydü Volkan.

Ve Okay Gönensin, Hasan Cemal’le neredeyse yeniden güreşe başlayacak. Ayşe Sözeri bu duruma gülüyor. Murat Ongun’un eşi Gözdem’i tanıdığıma seviniyorum.

Medyada haber televizyonu ve yöneticiliği konusunda tanıdıkça tebrik etme ihtiyacımı artıran Melih Meriç...

Ve Paris’te bir öğle yemeğinde "meslek ve hayat derslerinden" ilkini aldığım Güneri Civaoğlu yine bir tarihi an yaşatıyor.

İşte Akın Üngör, Serfi’ye "zamanı nasıl satın almaya çalıştığı"nı anlatıyor. Gizli analiz üstadı Mustafa Özkan yine en uzaktan ama en doğru siyasi analizi yapıyor.

Cüneyd Zapsu bu sözleri sessizlikle onaylıyor. Salonda caz tonları, yüzlerde zamanı sorgulayan o gülümsemeler.

Sedat, cazın koyu tonlarına dalarken, eşi Canan yıllar öncesinde olduğu gibi yine aynı derinlikte dinliyordu.

Tuba Çandar gözleri parlayarak, "Unuttun bizi. Hatırladın mı" diyor.

Ve Tansu Özkök...

Göz göze gelince yıllar öncesine gittik. Portakal Çiçeği Sokak’ta "Ertuğrul Abi"yle bize hazırladığı küçük peynir parçalarını, o kahkahasının büyüsüyle şarabın yanında hep büyük bir sürpriz haline getirirdi. Yüzüne dünyayı birkaç kez yaşamış bir olgunluk yerleşmiş.

Bir ara salona pasta geliyor. Mumlar ve alkışlar.

Ufuk’un eşi Gaya Güldemir ve bir doğum günü sürprizi...

Ali Karacan ve Nurettin Hasman’dan, Perde Arkası’nın daimi izleyicisi Emir’den kuvvetli alkışlar.

Şafak Güldemir, Ufuk’a o kadar benziyor ki. Bunu söyleyince de espriyi patlatıyor:

- Bazen Ufuk için beni figüran olarak kullanırlar.

Evet, Ufuk Güldemir’in bir yılbaşı partisiydi bu. Ve yıllar sonra Ufuk’un gözlerinde çok önemli bir şey gördüm.

O da hayatlarımızın önemidir.

Yüzüne yerleşen o gülümseme, ruhumuzdaki bütün volkanları gizli barış çubuklarını yakmak üzere ateşleyecek, savaş tamtamlarını bir caz tonuyla örtecek kadar etkiliydi.

Ufuk’un gözlerinde hayat için verilen büyük bir mücadelenin zaferini gördüm.

Mutlu oldum.

Anadolu’ya geçenler dışarıya gidenler

TÜRKİYE ’nin iki ayrı ucunda iki önemli anma töreni vardı.

Birisi Menemen’de yobazların Kubilay’ı katletmesi. Diğeri, Sarıkamış’ta binlerce Mehmetçiğin donarak ölmesi.

Dikkat ettim. Meclis Başkanı ve Kültür Bakanı Atilla Koç, Sarıkamış’taydı. Menemen’de değillerdi. Menemen’de siviller arasında Emekli Org. Hilmi Özkök’ü de gördüm.

Acaba neden?

Oysa çok iyi bilirim ki. Enver Paşa’nın başlattığı bu taarruz hüsrandı. Hataydı. Nitekim Mustafa Kemal, Saray’da karşılaşınca, Enver’e, "Yorgun görünüyorsun" diye yenilgiyi sorgulamıştı.

Enver, "Önemli değil" diye cevap vermişti.

NEDENSE AKLIMA GELDİ

Ve yine çok iyi bilinir ki iki komutan hiç geçinemediler. Mustafa Kemal Enver yüzünden istifa etti. Enver Genelkurmay Başkanı olarak Çanakkale cephesini teftişe gitti. Bir tek Mustafa Kemal’in birliğine uğramadı. Anafartalar zaferinden sonra bir gazete Mustafa Kemal’in büyük fotoğraflarını basıp kahraman başlığı atınca Enver Genelkurmay’dan emir verip Mustafa Kemal’in fotoğrafını çıkarttı.

Geçinemediler.

Sonra Mustafa Kemal 19 Mayıs’ta Anadolu’ya geçti. Enver ve Talat ise yurtdışına "gittiler".

Menemen’deki ve Sarıkamış’taki bu iki anma törenini ve gidenleri görünce, nedense aklıma bunlar geldi.
Yazarın Tüm Yazıları