Maria Josephine kim?

Yalıkavak Koyu, Bodrum’un en güzel koylarından. İşte o koya bakan müstakil bir ev. Evin büyük parmaklıklı demir kapısında, "Ham yaparım!" yazıyor.

Ham yapacakların iki şirin Pekinees cinsi köpek olduğunu görünce, rahatlıyorum. Ev, bütünüyle Güner Kuban’ın zevk ve karakteriyle örtüşüyor. Mimar olduğu için kafasına göre takılmış. Bodrum evi gibi değil, kendini İtalya’da filan zannediyorsun. Mimarlık dergilerine konu olmuş bu eve doğru ilerlerken, bu sefer de bahçedeki ok gözüme çarpıyor: "Güner’s way or no way." Ya Güner’in yolu ya da hiçbir yol! Gülümsüyorum. Giriş kapısındaki tabela ise daha komik: "Nice dog, crazy owner" yazıyor. Akıllı köpek, deli sahip. Bu sefer kahkaha atıyorum. Ben en çok evin manzarasından, en üst kattaki çalışma odasından ve 180 metre karelik şömineli yatak odasından etkileniyorum...

Maria Josephine kim?

- Benim. Maria Josephine, benim çocukluk ismim...

Nasıl yani?

- 1935 yılında Atina’da doğuyorum. Ailemin en küçük çocuğuyum. En küçük ablamla aramızda 14 yaş fark var. Annem beni 6 aylıkken Atina’daki St. Joseph Okulu’na vermek zorunda kalıyor. Orada Maria Josephine adıyla vaftiz ediliyorum.

Siz Hristiyan mısınız?

- Hayır, ateistim.

Ben karıştırdım, anlayamıyorum...

- Çerkez Ethem kardeşler, Türkiye’den gitmek zorunda bırakıldıkları zaman, Venizelos’un konukları olarak Atina’da yakınındaki sarayda yaşıyorlar. Büyükbabam Ali Bey, amcam, babam, annem, abim ve ablalarım. Derken Mustafa Kemal, Venizelos’la barış imzalıyor. Şartlardan biri de, Çerkez Ethem kardeşlerin ölü veya diri iade edilmesi. Bunun üzerine Yunan gazeteleri, "Siyasi mülteciler asla iade edilmez. Konuklarımızdan 24 saat içinde burayı terk etmelerini rica ediyoruz" diye manşetler atıyor. Babam ve amcalarım, kendilerine yapılan davetler arasından Kral Abdullah’ınkini değerlendirerek Ürdün’e gidiyorlar. Ablamlar ve abim o sırada Atina’daki St. Joseph’de paralı okuyorlar. Fakat amcam ve babam Yunanistan’ı terk edince, şartlar değişiyor, konukluğumuz bitiyor, para sıkıntısı başlıyor. Annem, beni altı aylıkken St. Joseph’e ilerde "sör" olmam şartıyla veriyor ve ben "Maria Joshephine" ismiyle vaftiz ediliyorum.

Rahibe olacaktınız yani...

- Aynen! Ben 6 yaşındayken, annem okula geliyor, "Hadi toparlanın gidiyoruz" diyor, "Türk sefaretinden davet var" bahanesiyle, hepimizi okuldan kaçırıyor. Kardeşlerimle birlikte beni, büyük bir gemiye bindiriyor. Gemide bir şeyler konuşuyorlar. Ben tabii Türkçe bilmiyorum, yalnızca Fransızca konuşabiliyorum. Küçük kağıtlara bir sürü isim yazmışlar, bir torbaya koymuşlar, "Hadi çek" diyorlar. Bir çekiyorum, "Sabiha" çıkıyor. Büyükannemin ismi. Ama İstanbul’a gelince öğreniyoruz ki, evde 3 tane daha Sabiha var. Dayım Almanya’da evlenmiş, teyzem de İtalya’da, ikisi de çocuklarına annelerinin ismini koymuşlar. Diyorlar ki, "En küçüğü bu. Bunun adını değiştirelim." O sayede Güner oluyorum.

Cumhuriyet tarihinde, ders kitaplarında "hain" olarak algılanan birinin yeğeni olmak, nasıl bir travmaydı sizin için?

- Çocukken berbattı. "Hainin çocuğu!" çığlıklarıyla o kadar kovalandım ki, ailem Bandırma’dan Ankara’ya taşınmak zorunda kaldı. Ankara’da annem beni, Mimar Kemal okuluna yazdırdı ve "Babanın ismini sorarlarsa sakın söyleme. Bundan sonra senin baban, ağabeyin. Babanın ismini soranlara Aytek dersin" diye sıkı sıkı tembihledi. Soyadı kanunu çıktığında da annem, küçük bir listede yazılı anlamsız kelimelerden birini seçmek zorunda bırakılmış. O da en kısa olanı seçmiş. "Şay"dı bizim soyadımız. Ben Kuban’ı sonradan aldım.

Bütün bu altüst oluşlar, sizde nasıl bir iz bıraktı?

- Çocukluğumda çektiğim sıkıntılar, belirsizlikler daha az güçlü bir karakteri ezebilirdi. Fakat beni tam ters yönde etkiledi, güçlendim. Ortaokul 2’nci sınıfta, tarih dersinde, hoca birdenbire Çerkez Ethem kardeşleri anlatmaya başladı: "Onlar komünisttiler" dedi "İştirakyün Partisi üyesiydiler." Birden kendimi tutamadım: "Doğru değil bu söyledikleriniz" dedim. "Sen nereden biliyorsun" dedi. "Bahsettiğiniz bu insanlar, benim babam ve amcam" dedim. "Onlar komünistse, Mustafa Kemal ve İnönü de komünist! Çünkü 1. Millet Meclisi, Rusya’dan gelen vagonlar dolusu altınlarla açılabildi. Mustafa Kemal ve İnönü de feslerinin üzerine kımızı yuvarlak çuhalar diktirmişlerdi" dedim. "Ağzından çıkanı kulağın işitiyor mu" dedi, beni sınıftan attı. Yalan bittiği için rahatlamıştım, dışarı çıktım ve sek sek oynadım.

Siz, ailenizin haksızlığa uğradığını mı düşünüyor musunuz?

- Hem de nasıl. Çerkez derneklerinin çabasıyla bir kısmı telafi edildi. Askeri okullardaki kitaplardan Çerkez Ethem kardeşlerin vatan haini olduğu ibaresi kaldırıldı. Bir aralar Ethem Bey’in "iadei itibarı" gündemdeydi, bugün yine gündemde. Ama ben karşıyım.

Neden?

- Hayatta bundan daha saçma bir şey düşünemiyorum da ondan. Adnan Menderes’i asıyorlar, ondan sonra itibarını iade ediyorlar...

En çok kim acı çekti bu olayda?

- Bütün ailem. Özellikle de büyükbabam. Bir sabah gazeteyi açıyor -ki daha önce iki evladını Çanakkale Savaş’ında kaybetmiş- "Şeytanı hayret bir ihanet! Çerkez Ethem kardeşlerin Yunan’a iltihakı" başlıklı bir yazı okuyor, düşüp bayılıyor. Hafızasını kaybediyor. Ankara’daki evimiz sarılıyor, ailem tutuklanıyor. Daha önceleri Celal Bayar’ın atıyla yanında koşarak koruduğu yaylı arabaya, büyük babam, annem, ablalarım ve ağabeyim bu defa tutuklu olarak bindiriliyorlar. Annem, sürgünde olduğu Kayseri’de tüberküloz oluyor. Talas’taki Amerikan Hastanesi’nin doktoru, İsviçre’de bir klinikte tedavi edilmesini tavsiye eden bir rapor veriyor. Meclis’te yapılan uzun tartışmalar ve gizli celseler sonucunda İsviçre’de tedavi maksadıyla, yurtdışına çıkmasına izin veriliyor. Yine jandarmalar eşliğinde Mersin’den onları İtalya’ya götürecek olan gemiye bindiriliyorlar. Yunanistan’a uğradığı için özellikle seçilen bu gemiden Pire Limanı’nda inen annem, büyük babam ve kardeşlerim, kendilerini orada bekleyen babamla buluşuyorlar...

NOBEL HAMİŞ’İ

Denk düşmedi bir türlü yazamadım: Orhan Pamuk’un Nobel alması, müthiş bir şey. Ben hiç karışık duygular yaşamadım. Duyduğum ilk andan beri hissettiğim, katıksız sevinçti. Tebrik ediyorum. Dibine kadar hak ettiğini düşünüyorum. Böyle bir gurur yaşattığı için de, teşekkür ediyorum. Bir de öpüyorum kendisini. Kocaman. Onunla yaptığım bir röportajda, insanın, kıskançlığını gizleyebilecek kadar zeki olması gerektiğini söylemişti. Bunu beceremeyenler var. Yazık. Ama bunun da bir önemi yok. Kalıcı olan Nobel, Orhan Pamuk ve yazıdır. Onun yazdıklarıdır. Bu kadar. Son bir şey daha: Onun yazıyla kurduğu o ilişkide, muhakkak ki yıllardır onu ayrı bir "yaratık" olarak kabul edenler ve her daim destek olanlar var. Ailesi, kızı gibi. Onu, olduğu gibi kabul edenler. Kim bilir, belki de tahammül edenler. Onlara da, bir teşekkür buradan...
Yazarın Tüm Yazıları