‘Kendin çal, kendin dinle’ diplomasisi

FEHRİYE Erdal’ın Belçika’da yargılanamayacağına ilişkin mahkeme kararı Türkiye’deki birçok kişiyi rencide etti.

Gazetelerde yazılar çıktı, Belçika’ya verdik, veriştirdik.

Kızgınlığımızı bizler adına ifade etmek durumunda olanlardan Dışişleri Bakanı’nın ölçülü tepkisinin ‘diplomasinin bir gereği’ olduğunu düşünen köşe yazarlarımız da oldu.

Ama eminim Türk halkı biraz daha sert bir tepki istiyordu.

Bizim Dışişleri’nin pek hoşuna gitmeyecek belki ama şunu söylemeliyim ki bu olayda da ‘kendimiz çaldık, kendimiz dinledik’.

Üç vatandaşını öldüren bir katilin yargılanamıyor olması karşısında, normal egemen bir devlet ne yapmalı?

Şimdi yaptığımız gibi demeç vermek, sadece buradaki ‘gazı alabilir’, başka da hiçbir işe yaramaz.

İkinci bir yol ‘haydut devlet’ler gibi davranmaktır. Zaman zaman İsrail ve Suriye gibi devletlerin yaptığı şekilde, ‘cezayı bizzat kesmek ve gidip uygulamak’ gerekir.

Birçok Türk vatandaşı da eminim böyle olmasını istiyor içinden: Katilin cezasının gidilip yerinde ödettirilmesi!

Ancak Türkiye bunu yapamaz. Hem AB üyesi olmaya çalışırken AB’nin başkentinde haydutluk yapmak hoş görünmez, hem de bizim gizli servislerimiz esas olarak dışarıda değil, içerde iş yapmaya ve adam fişlemeye alışkın olduklarından bu işi beceremezler.

Üçüncü bir yol daha var oysa. Ancak, Dışişleri Bakanlığı’nın bu yolu kullanmaya yöneldiğine ilişkin herhangi bir işaret de yok!

Belçika’nın yaptığı hukuksuzluğun üyesi olduğumuz tüm uluslararası kuruluşlarda teşhirinin ve kınanmasının sağlanması gerek.

Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, AGİT, NATO gibi kuruluşlardaki üyeliklerimiz Belçika gibilerinin yaptıklarının uluslararası kamuoyuna yansıtılmasının yolunu açar.

Dünyadaki birçok saygın gazetenin, bu kuruluşları izleyen ciddi muhabirleri ve okuduğunu anlayacak editörleri vardır. Bu kuruluşlarda Türkiye adına yapılacak konuşmalarda Fehriye Erdal olayının gündeme getirilmesi, Belçika’nın davranışını kınayan karar tasarıları sunulması onların dikkatini çeker. Böylece ‘kendimiz çalıp, kendimiz dinler’ olmaktan çıkarız.

Ama bunu yapmak için ‘aktif diplomasi’ gerekir ki sanırım o da bizim buralarda pek bulunmuyor!

Ölümsüz aşka siz nasıl ulaşırdınız?

OSTEOPOROZ nedeniyle bir süredir tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak yaşayan Elizabeth Taylor, iki kere evlenip boşandığı, sayısız kereler küsüp barıştığı ‘tek aşkı’ Richard Burton’un Cenevre’deki mezarının yanına gömülmek için Burton’un dördüncü eşinin iznini almaya çalışıyor.

73 yaşındaki yıldızın gerçek istediği ise Burton’un mezarını doğduğu yer olan Galler’de küçük bir kilisenin bahçesine taşımak ve yanına orada gömülmekmiş.

Taylor-Burton aşkı sanırım 20. yüzyılın üzerinde en çok konuşulan aşkıydı. İki süper starın fırtınalı aşklarının gazete ve dergilere haber olmadığı gün yok gibiydi.

Taylor’un ‘dünyanın en çok fotoğrafı çekilen elmas koleksiyonu’na sahip olması da bu aşkın bir sonucuydu. Burton, Taylor’a bir tek ‘Kaşıkçı Elması’nı satın alamamıştı. Ama o zaman iktidarda ‘her şeyi satarım’ diyen bir Türk büyüğü de yoktu ki bu da Burton’un bir kabahati sayılmaz.

Elizabeth Taylor, Burton öldüğünde şöyle demişti: ‘Richard ile geçirdiğim zamanın bir dakikasından bile vazgeçemem. Biz birer mıknatıs gibiydik, hem karşı konulmaz biçimde birbirine doğru çekilen, hem de birbirimizi aynı güçle uzaklaştıran.’

Richard Burton da ikinci kez boşandıkları gün şunu söylemişti: ‘Aşkımız o kadar öfkeli ki birbirimizi yakıyoruz.’

Gençliklerinde dünyanın en güzel kadını ile en yakışıklı erkeğiydiler. Kapılarında onları sınırsız sevmeye hazır bir ordu vardı. Ama her defasında birbirlerine döndüler, fırtınalı aşklarına kaldıkları yerden devam edebildiler. Şimdi görüyoruz ki ölüm bile onları ayırmaya yetmiyor!

Aşka ‘üç yıldır’, ‘yok hayır dört buçuk yıldır’ gibi ömür biçenler Taylor-Burton aşkı söz konusu olunca çuvallıyorlar sanki.

Birbirine áşık olan iki insanın zaman içinde birbirlerinin içinde eriyip, tek bir kişiliğe dönüştüklerini biliyoruz.

Bu süreç içinde aşkın alışkanlığa dönüştüğünü de. Alışkanlığın da aşkın en büyük katillerinden biri olduğunu da biliyoruz elbette.

Acaba Taylor-Burton aşkı, ‘ölümsüz aşk’ ile diğerini birbirinden ayıran ipucunu bize verebilir mi diye düşünüyorum.

Birbirinin içinde erimeye direnen iki güçlü kişilik mi gerekli ölümsüz aşk için?

İki ters duygunun yarattığı çekim gücünün oluşturacağı fırtına belki de bu: Sevgi ve nefret!

Yaşamın üzerine dökülmüş ‘acı-tatlı’ bir sos gibi oluyor belki de bu ikisinin varlığı.

Bu bayram günü bir düşünün bakalım, ölümsüz aşka siz nasıl ulaşabilirdiniz?
Yazarın Tüm Yazıları