‘Yurtta kutuplaşma, cihanda tecrit’

Peki, geri kalan yüzde 57,5 'halk' ya da 'seçmen' değil mi? Onlar ne istedi ya da istemedi?

Haberin Devamı

Önce yazı başlığının bana değil, Joost Lagendijk’a ait olduğunu belirtmeliyim. Atatürk’ün 'Yurtta sulh cihanda sulh' sözünden mülhem olarak, çok çarpıcı ve 30 Mart sonrası Türkiyesi'nin fotoğrafını isabetle yansıtan bir başlık atmış Today’s Zaman yazısına: 'Yurtta kutuplaşma, cihanda tecrit'.
Seçim sonuçlarının elde edilmesinden bu yana geçen dört yıl içinde, dünyanın önemli merkezlerinden alınan sinyaller, uluslararası algıyı yansıtan ya da etkileyen yayın organlarında çıkan başyazılar ve belli başlı değerlendirmeler, seçim öncesi bakış açısında temel bir farklılık olmadığına işaret ediyor.
Joost Lagendijk, Türkiye’nin yakın geçmişiyle ilgili olan herkesin aşina olduğu bir isim. Yıllarca Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı idi. Türkiye’nin AB yolunun açılması için yaptığı mücadeleyle tanındı. Avrupa Parlamentosu’ndaki görevini bıraktı ama Türkiye’de evlendi, Türkiye’de yaşamaya başladı.
Yani, hem 'dış dünya'yı yansıtabilecek hem de bizi 'içeriden' izleyebilen, geniş anlamda 'biz'den biri. Yazısının sonu, şu dikkate değer satırlarla noktalanıyordu:
"... O siyasi tecrit yakında ekonomiye de yansıyacak. Toplumdaki istikrarsızlığın ve hukukun üstünlüğüne saygısızlığın sonucu olarak sadece yabancı yatırımlar azalmakla kalmayacak, Türkiye ‘orta gelir tuzağı’nda kalmış olacak. Çünkü, enformasyon ve iletişim teknolojisine, eğitime, insan sermayesi ve güçlü kurumlara yatırım yapmak yerine, mevcut liderlik sosyal medya ile savaş yürütüyor, en iyi dershaneleri kapatıyor ve bağımsız mali denetçileri zayıflatıyor.
Bütün siyasi ve ekonomik fırsatların, bunları artık umursamayan bir politikacı tarafından heba edildiğini ve ismini ebedileştirmek için giriştiği kişisel çabanın ülkesini bir çıkmaz sokağa götürdüğünü, görmek hazin."
Bakmasını ve görmesini bilenler için 30 Mart’ı 31 Mart’a bağlayan geceyarısının 'balkon manzarası', duruma ve geleceğe ilişkin birçok ipucu veriyordu.
Tayyip Erdoğan, yanında aile efradıyla birlikte. Müslüman Kardeşler’in işaretini yaparak balkona çıktı. Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin 'dış politika felsefesi'nin ne olacağı, Türkiye’nin ne kadar 'dar eksen'de dış politika yapacağını o işaret ilan ediyordu. O işaretle balkona çıkmak, ülkenin içinden ziyade, televizyon ekranındaki 'zafer anı'nı kaydedecek 'dış dünya'ya bir 'muzaffer lider'in bir meydan okumasıydı.
İkinci 'mesaj' yanına aldıkları idi. Evet, bir 'hanedan' sunumu vardı ama belki daha da önemlisi, aile fertlerinin yanı sıra balkona dizilen eski bakanlar ve bazı işadamlarının, tapeler ve yolsuzluk soruşturmasında isimleri ortalıkta dolaşanlardan oluşmuş olmalarıydı.
Şayet bu 30 Mart gecesinin 'zafer sarhoşluğu'nu yansıtarak kamuoyuna bir 'meydan okuma' değilse, 30 Mart sonrasında çıkacağı 'yolculuk'ta yanında kimlerin, ne nitelikteki insanların görüleceğinin ipuçlarını veriyordu.
Seçim sonucunun, Tayyip Erdoğan için çok önemli ve büyük bir başarı olduğu tartışma götürmez. 30 Mart sonuçlarının, iki çok önemli 'sonucu'ndan söz edebiliriz:
Tayyip Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı hedefinde güç vermiş ve onu yüreklendirmiştir. Gezi, o bilinen niyetini karartmıştı. 17 Aralık’ın ise ona nokta koyduğu varsayılmıştı. Oysa, 30 Mart, o hedefini canlandıracak kadar sağlam sonuçları ona sundu. En azından, onun 'algılaması' ve 'psikolojisi' öyle.
Bir televizyon yorumcusu, ağustos ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri için, "Selçuklu ve Osmanlı dönemleri dahil olmak üzere, Türkler ilk kez liderlerini doğrudan seçecekler" gibi bir nitelemede bulundu. Yani, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimleri, sadece cumhuriyet tarihinin değil, 'Türk tarihi'nin en yüksek makamı, 'halk'ın belirleyeceği ilk seçim. Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir kişiliğin, tarihe böyle geçmek gibi bir dürtüsünün bulunmasında hiçbir şaşırtıcı taraf yok. Kendisi (Türkiye kavramını zaten kendi ismiyle eşanlamlı kullanıyor) için böyle bir duyguya kapılması anlaşılabilir.
Seçimlerden önce Tayyip Erdoğan’a muhalefet eden ve aklı başındaki hiç kimse, AKP’den başka bir partinin birinci parti çıkacağını tahmin etmedi. Konu o değildi. Merak edilen, AKP’nin birinci parti çıkarken elde edeceği oy oranının, parti içinde Tayyip Erdoğan’a itirazı düşünen ama sinmiş durumdaki hatırı sayılır sayıdaki unsuru harekete geçirecek ölçüde olup olmamasıydı. Öyle bir oy oranı çıktı ki, 2011’e oranla önemli sayılabilecek bir düşüş ise de aşağı yukarı yüzde 43,5, AKP’nin içindeki 'sinmişliği' ve aynı şekilde de Tayyip Erdoğan’ın görünürdeki 'karşı konulmaz otoritesi'ni takviye etti.
Hazır sırası gelmişken, her seçimden sonra tanık olunun ve hiç sorgulanmayan şu 'halk tercihini yaptı', 'seçmen.. dedi' gibisinden, seçimleri sadece 'birinci sıradaki' yönünden okuma yoluna giden; 'halk' ve 'seçmen' kavramı ile sadece kazançlı çıkmış parti ya da partileri özdeşleştiren yanlış yaklaşıma ve çarpık anlayışa da nokta koyalım.
Zira, seçim sonuçları, herhangi bir 'verili' durumda, ülkedeki 'güç dengeleri'ni yansıtır ve ülke yönetiminin ve siyasetinin söz konusu seçim sonrasında nasıl şekilleneceğine dair bir fikir verir. O kadar.
AKP, yüzde 43.5’lik oy oranına ulaştı. 'Halk' ya da 'seçmen' AKP’yi istedi. Peki, geri kalan yüzde 57,5 'halk' ya da 'seçmen' değil mi? Onlar ne istedi ya da istemedi?
30 Mart’ın sonuçlarına bakıldığında, sonuçların, yüzde 43.5 oy oranı ile Tayyip Erdoğan’ı AKP üzerindeki gücünü konsolide etmiş ve cumhurbaşkanlığı hesapları için yüreklendirmiş olduğu kesin. Ancak söz konusu 'başarı', ağustos ayındaki cumhurbaşkanlığı için Tayyip Erdoğan’a kesin bir 'garanti' vermiyor.
Çünkü:
Tayyip Erdoğan (AKP), 2011’de 21 milyon oy aldı. 30 Mart’ta 19.5 milyon. Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için –ilk turda- 22 milyon 323 bin oy gerekiyor. Bu, 2 milyon 900 bin (yaklaşık 3 milyon) oya ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
MHP, 2011’de 5 milyon 575 bin iken, 30 Mart’ta 7 milyon 875 bin yani 2 milyon 300 bin net artış elde etmiştir.
BDP-HDP toplamı ise 2011 ve 30 Mart’ta oran olarak aynı kaldı ve 30 Mart’ta 2 milyon 952 bin çıktı. (Aşağı yukarı 3 milyon)
Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hesaplarında Saadet Partisi’nin 1 milyon 248 bin ve BBP’nin de 713 bin rakamlarındaki oyları da elbette hesap edilecektir.
Bu somut ve 'aritmetik' tabloya bakarak, 30 Mart’ın Tayyip Erdoğan’ın 'Tek Adam' yönetimi yolunu ardına kadar açtığı söylenebilir mi?
Türkiye, ağustos ayına kadar 'Yurtta kutuplaşma, cihanda tecrit' ile yol aldığı takdirde, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı kesin olabilir mi?
İki basit soru...

Yazarın Tüm Yazıları