Gezi Parkı’ndan düşünceler (1)

Radikal’i internet üzerinden dün okuyanlar bir blog yazısında 24 yaşındaki bir “Gezi Park eylemcisi” ya da isim babalığını Tayyip Erdoğan’ın yaptığı, eylemcilerin benimsediği sıfat ile bir “çapulcu”yu görmüştür.

Haberin Devamı

Yazısına “... Tayyip Amca ve ‘kurmayları’ kabaca 94 yılından beri hayatımdalar. Yani bu demek oluyor ki ben 4 yaşındaydım. Tayyip Erdoğan bu ülkenin siyasi sahnesinde yavaş yavaş tanınırlık kazanmaya başlıyordu. Şimdi ben 24 yaşıma giriyorum ve Tayyip Amca bugün ülkenin istisnasız her hanesinde tanınan ender şahsiyetlerinden biri konumunda” cümleleriyle giriyor ve yazıyı şöyle noktalıyor:
“... 31 Mayıs’tan beri olanlar; siz büyüklerimizin gözünde bizleri apolitik olmaktan alıkoymasın. Evet, biz, sizlerin yıllardır ‘politik’ dediklerinize, apolitik yaklaşıyoruz. Bu son derece bilinçli bir tercihtir. Nitekim ben ve akranlarımın politikadan anladığı biraz farklı. Bizler, yarının Türkiye’sinde peşinden koşulacak, uğruna asker olunacak önderler aramıyoruz. 15 gün önce böyle bir şeyi düşünebileceğimini tahmin dahi edemezdim. Gezi Parkı, şayet hiçbir şeye yaramadıysa bile, sizin o apolitikleri en azından öndersiz de var olunabileceğine inandırdı. Siz de bir düşünün derim. Saygılarımla.”
Hemen her gün Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’nda değişik saatlerde bulundum. “Durum”a ilişkin okuduğum en doğru ve en çarpıcı tespitlerinden başında geliyor yukarıdaki satırlar. Zaten bir haftadır da, anlatmaya çalıştığım –Tayyip Erdoğan’ın anlamadığı, çevresindekileri anlamamayı tercih ettiği- bir ölçüde de bu.
“Apolitik” diye etiketlenmiş olan 90’lı yıllarda doğmuş ya da çocuk olan, “Gezi Parkı Direnişi”nin omurgasını oluşturan kuşak, tam da dönemlerine uygun biçimde hızlı bir kuşak. Her şeyin hızla tüketildiği bir dönemin kuşağı. Bu “hızlı tüketim”e, belli ki, 20 yıldır sahnede görmeye alıştıkları ve artık görmekten sıkıldıkları, üstelik son zamanlarda her şeylerine George Orwell’in “1984”ündeki “Büyük Birader” ya da “Üçüncü Dünya”nın otoriter-otokratik yapılarındaki “Baba” gibi hükmeden bir “Paternalist figür” Tayyip Erdoğan de dahil.
Bu “kuşaksal kopuş” ve “iki tarz-ı siyaset”in geleceğin Türkiye’sine nasıl tercüme edilebileceğini –ya da bir ihtimal edilemeyeceğini- bir süre sonra görebileceğiz. Ne olursa olsun, “Gezi Direnişi”, kendisinden önce ve sonra olmak üzere, Türkiye’nin iki ayrı döneminden söz edebileceğimiz kadar önemli bir “tarihi kilometre taşı” ve “kırılma noktası” olacağa benziyor.

Zihnini önyargılardan boşaltan herhangi bir kimse, Gezi Parkı’nı yukarıdaki genel değerlendirme ile uyuşan biçimde gözlemler. Parkın 150 bin metrekarelik alanı ve önündeki Taksim Meydanı, kısa süre öncesinde yan yana gelmeleri tasavvur dahi edilemeyecek olan Türkiye’nin tüm renklerinin –ideolojik, siyasi, mezhepsel, dini, kültürel, vs.- bir arada ve akıl almaz bir karşılıklı saygı ve uyum içinde yaşayabileceklerinin canlı gösteri sahnesi gibi.
Bu “özgürlük parkı ve meydanı” haline dönüşmüş olan geniş mekan, hem “İstanbul’un kalbi” ve dolayısıyla hem de Türkiye’nin “iddialı geleceği”nin “vitrini”.
Ve, ne büyük paradokstur ki, bu “özgürlük hali”, bir haftadır “İstanbul’un kalbi”nde “devlet otoritesi”nin ortadan kalkmasıyla mümkün oldu. Bir haftadır, Türkiye’nin gözbebeği İstanbul’un “kalbi”nde ve ona giden ana arterler ve İstiklal Caddesi’nde yani “aort damarı”nda, devlet yok, hükümet yok. Ama, “özgürlük” var. Olay yok, hırsızlık yok, Başbakan’ın anladığı anlamda “çapulculuk”, “vandalizm” yok. Onlar varsa, olduysa, “Direniş”in merkezinde yani Gezi Parkı’nda ve Taksim Meydanı’nda yok.
Şunun şurasında daha bir ay kadar önce ve “Taksim’de inşaat var, dolayısıyla güvenlik yok” gerekçesiyle 1 Mayıs’ta sendikalara ve kutlamalara kapatılmış olan Taksim Meydanı’na salı günü KESK, çarşamba günü DİSK büyük yürüyüşçü topluluklarıyla ve büyük tezahürat altında girdi. Zaten, bir haftadır her gün on binlerce kişi girip çıkıyor; hiç kimse inşaat çukuruna düşmedi; hiç kimse yaralanmadı; hiç kimse birbirine girmedi.
Çok yakın geçmişte birbirlerine yaklaştırılmamaları için haklarında binbir önlem alınan büyük spor kulüplerinin taraftar grupları el eleler. Örneğin dün Taksim’e 19.03’te 1903’te kurulmuş olan Beşiktaş’ın, 19.07’de 1907’de kurulmuş olan Fenerbahçe’nin taraftar kitleleri büyük gösterilerle girdiler ve Gezi Parkı’na yöneldiler.
Tüm bu hal, “öndersiz de var olunabileceği”nin kanıtları olarak algılanabilir mi? Gezi Parkı’nı ve Taksim’i bir haftadır yaşayanlar için bu sorunun cevabı kolay.
Cuma gecesi, çoktandır görmediğim dostum, İstanbul’da yıllarca yaşamış olan Türkiye-AB ilişkilerinde uzman bir düşünce kuruluşu olan ESI’nin başkanı Gerald Knaus ile Tünel’den yürümeye başladık. İstiklal Caddesi’ni boydan boya geçtik. Taksim Meydanı’ndan Elmadağ’a yöneldik. Gezi Parkı’na Divan yönünden, arka tarafından girdik. Sol yanına yakın bir noktadan ilerleyip, tekrar Taksim’e çıktık ve AKM önüne geldik. AKM-Kazancı Yokuşu arasını geçip, Fındıklı’ya indik. Normalde hızlı bir yürüyüş temposuyla azami 45 dakikada geçilecek mesafe, saate baktım, iki saati aşkın sürede katledilmişti. Bir arada ve orada bulunmaktan memnun on binlerce kişi. Sorunsuz.
Gerald, bana, o gün öğledensonra SwissOtel’deki toplantıda AB Komisyonu’nun Genişleme’den Sorumlu üyesi Stefan Füle’nin Başbakan’ın gözlerinin içine baka baka, çok önemli bir konuşma yaparak “Gezi Parkı Direnişi”ni “demokratik bir hak” olarak değerlendirdiğini ve Tayyip Erdoğan’ı eleştirdiğini, buna karşılık Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının AB yetkililerinde hayal kırıklığı yarattığını anlatıyordu. Arada bir elimizdeki telefonları kontrol ediyoruz. Stefan Füle’nin twiti telefon ekranında:
“Disappointed by the lost opportunity at the #Istanbul conference to reach out to those calling for respect & inclusive dialogue; #gezipark”
Yani, “Kendileri için saygı ve kucaklayıcı bir diyalog çağrısında bulunanlara el uzatılması için İstanbul konferansında kaçırılan fırsattan ötürü hayal kırıklığı; #gezi park”

Stefan Füle de aynı anda Gezi Parkı’ndaymış meğer ama insan selinden ötürü onu görmek mümkün değildi. Bununla birlikte, o, Başbakan’ın görmediğini görebilir, anlamadığını anlayabilir durumdaydı demek ki.
Gezi Parkı’nda olmadan da, Gezi Parkı’nı görmeden de “durum”u anlayabilmek mümkün. Abdullah Öcalan, 14 Nisan’dan bu yana kendisiyle İmralı’da görüşen Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan’a “Direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Elbette bu duruş yeni bir siyasi kırılma yaratmıştır” dedi ve ekledi: “Ancak hiç kimse ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevrelere de kendini kullandırmamalı. Bu hareketin onların denetimine girmesine Türkiyeli demokrat, devrimci, yurtsever ve ilerici çevreler izin vermemelidir.”
Her gün Gezi Parkı ve Taksim’de bulunmuş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, “Ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevreler”in bu “çok yeni ve büyük hareketi” denetlemesi imkânsızdır. Bu arada, Abdullah Öcalan’ın “Gezi Parkı’nı selamlaması”nın çok özel bir anlamı söz konusudur:
Böylece, olan-bitenin “Süreç”e zarar vereceğini ileri sürerek karşı çıkanların “koz”u ellerinden düşmüştür. Öcalan’ın değerlendirmesi, aynı zamanda, “gelişmelerin ulusalcı ve Ergenekoncu çevreler”den kuşkulanarak ve “anti-Kürt bir karakter kazanması”ndan kaygılanarak, mesafeli duran Kürtlere de, Gezi Parkı ve Taksim’deki halka “destek olun” çağrısı demektir.
“Süreç” açısından bir “sıkıntı” olacaksa, bu Gezi Parkı’nda göğsünü grayderlere siper eden, biber gazıyla yaralanan Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’ya gitmesini “veto” eden zihniyet ile ilişkilidir; ondan kaynaklanacaktır.
Bu aslında çok önemli konuyu yarın ele alacağız...


 

Yazarın Tüm Yazıları