Türkiye ve Kürdistan, Avusturya-Macaristan gibi olabilir mi?

ROMA- Michelangelo ya da Dante, Floransa için neyse ne demekse; Gian Lorenzo Bernini’nin de Roma için ne olduğunun, ne anlama geldiğinin farkındaydım.

Haberin Devamı

Roma’ya her gelişimde vazgeçilmez “ritüellerim”den biri, Piazza Navona’ya gidip, meydanın ortasındaki çeşmenin civarındaki kahvelerden birinde oturup, Bernini’nin imzasını attığı heykelleri seyretmektir.

Bu kez yine öyle yaptım ama bugüne dek hiç yapmadığı bir şeyi yapıp Villa Borghese’ye gittim. Vatikan’dan sonra en değerli resim ve heykel müzesi imiş Villa Borhgese. Ve, orada Apollon ve Defne ve David heykelleri başta olmak üzere Bernini’nin en mükemmel heykellerini ilk kez gördüm. Ve, kendisine ilişkin bunca yıllık sezgilerimi doğrulayan yeni bir şey öğrendim hakkında: Papa VIII. Urban, Bernini için, “Sen Roma için yaratıldın ve Roma da senin için yaratılmıştı” demiş.

Bir fani ismin  ve dünyanın öylesine bir eşsiz şehrinin böylesine içiçe geçmesini heyecan verici buldum. 1498 doğumlu ve 16. Yüzyıl’ın ilk üç çeyreğinde bizim “Muhteşem Süleyman”ın ve dolayısıyla Mimar Sinan’ın çağdaşı olarak yaşamış olan büyük sanatçıya duyduğum hayranlık arttı.

Haberin Devamı

Roma’da geliş sebebimi yerine getirdikten yani “işimi bitirdikten” sonra Bernini ile zaman geçirmeyi kendime verdiğim bir “ödül” olarak hissettim. İşim, İtalya’nın bir numaralı düşünce kuruluşu olarak kabul edilen Istituto Affari Internazionali yani Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde “Süreç” ve “iç ve bölgesel dinamikleri” konusunda bir konferans vermekti. IAI’deki konferanstan önce de, İtalya Dışişleri Bakanlığı’nda en üst düzeyde benimle “Süreç”i konuşmak isteyenlerle beraber oldum.

Önce Dışişleri Bakanlığı’ndaki görüşme idi. Görüşmeyi IAI’deki konferanstan haberi olan İtalyan yetkililer kendileri istemişti. IAI, yakın geçmişte kurulan yeni İtalyan hükümetine, başta Dışişleri Bakanı Emma Bonino olmak üzere, mütevelli heyeti üyelerinden üç bakan çıkartmış bir kuruluş. Emma Bonino ve arkadaşları, Türkiye ve bu arada Kürtlere sempatileri ve Kürt sorununa ilgileriyle tanınıyorlar. Bu bakımdan “Süreç”e büyük ilgi duyuyorlar.

Gerçekten de, konuya merak ve ilgi benim açımdan şaşırtıcı boyutlardaydı. IAI’nın salonuna girdiğimde tıklım tıklım ve İtalyan dış politika elitinden oluşan dinleyici kitlesini gördüğümde çok şaşırdım.  Soru-cevap bölümünde gelen sorular, benzer ya da aynı konulu toplantılarda Türkiye’de pek raslamadığımız ölçüde içerikli ve düzeyliydi.

Haberin Devamı

Türkiye ve “Süreç”e ilişkin merakın, büyük ölçüde, Ortadoğu manzarasının Suriye’de iç karartıcı hal almasıyla birlikte, buna kontrast teşkil edecek tarzda, Türkiye’de başlayan “Süreç”in iç açıcı “umutlar” beslemesinden ötürü olduğunu hissettim. Nitekim, kadim dostum Marco Ansaldo, IAI salonunda bu kadar kalabalık bir toplantı hatırlamadığını, birkaç ay önce Türkiye konulu da olsa bir toplantının böylesine ilgi çekmeyeceğini, dolayısıyla yoğun ilginin Türkiye’deki son gelişmelerle ilgili olduğunu söyledi.

Bununla birlikte, tıpkı Türkiye’deki gibi, zihinlerde birçok ve “meşru” soru işaretinin yerleştiğini de müşahade ettim. Bunların tümüne yakını “Süreç”in selameti düşünülerek, “barışçıl çözüm”ü gerçekten güvence altına almak amacına yönelikti. Tıpkı Türkiye’deki gibi.

Haberin Devamı

Birçok soru da “fütüristik” nitelikteydi ki, bu tür sorulara muhatap olmak, insanın düşünce kıvrımlarını genişlettiği, vizyonunu açtığı için çok zevk veren, zihni çalıştıran sorular. Örneğin, İtalya’nın eski Bağdat Büyükelçisi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda Germenlerin ve Macarların “iki kurucu unsur” olması analojisinden hareket ile, gelecekte Türkiye ve Kürtler, bir başka deyimle “Türkiye ve Kürdistan” için aynı durumun söz konusu olup olamayacağını sürdü.

Nice çok can alıcı, meşru ve parlak sorunun ilki, toplantının yöneticisi –ismi Türkiye’de çok kişi için tanıdık olan- Nathalie Tocci’ye aitti. Tocci, “Türkiye’nin Kürt sorununu aşarak ve Kürtlerle birlikte bölgesel hegemon olma ihtimali kadar, bölgedeki merkezkaç güçlerin etkisine istikrarsızlaşma tehlikesi de içerdiğini” ifade etti ve “ikincisinin değil birincisinin gerçekleşmesi neye bağlıdır?” diye sordu.

Haberin Devamı

Cevabı benim için – son zamanlarda Türkiye’de birçok kişiyi rahatsız edici nitelikte de olsa- kolaydı: “Bunun tek  yolu, sadece tek bir yolu var” dedim; “Türkiye’nin özgür ve tümüyle demokratik bir ülke olması. Bunu beceremediği takdirde, Türkiye, bölgede hiç kimse için bir cazibe merkezi olması. Ama, tümüyle demokratik bir ülke olması, Türkler ve Kürtlerin özgür insanlar olarak özgür ve demokratik bir ülkeyi oluşturması ve yönetmesi demektir ki, böyle bir ülke, bölge çapında da ve uluslararası alanda da yükselir…”

“Özgür ve demokratik” sözcüklerini telaffuz ettiğim anda, kalabalık salondaki kıdemli İtalyan diplomatların ve düşünce adamlarının refleks olarak ve onay halinde kafalarını salladıkları dikkatimi çekti.

Haberin Devamı

IAI toplantısının soru-cevap bölümünde olsun, Dışişleri’ndeki temaslarda olsun Hasan Cemal’in kulakları epey çınladı. “Başkanlık sistemi, yeni anayasa yapımı ve bütün bunların Süreç ile bağlantıları” konusunda. Zira, bu yönde sorulan sorulara, önce Hasan Cemal’in kim olduğundan söz ederek, son bir ayın üç ayını başta Kandil, PKK alanlarında geçirdiğini ve çok önemli mülakatlar yayımladığını anlatarak cevap verdim ve cuma günü Murat Karayılan, Cemil Bayık ve Sabri Ok’la birlikte gerçekleştirdiği söyleşinin önemine değindim.

Karayılan, Hasan Cemal’in “Başkanlık sistemi”ne ilişkin sorusuna, “Türkiye’de parlamenter sistem geçerliydi, ama demokrasi olmadı. Başkanlık sistemi de olabilir. Baştan retçi davranmıyoruz. Ama AKP’nin tasarladığı biçimde olamaz. Eğer gerçekten demokrasi esas alınırsa, üzerinde tartışılabilir” cevabını vermişti.

Cemil Bayık ise, “Bu ülkede parlamenter sistemle sanki demokrasimi mi oldu? Şimdi başkanlık sistemi gelince mi demokrasi gidecek? Türkiye yeniden yapılandırılırken, demokrasi açısından tüm alternatifler tartışılabilir” demişti.

Bu diyalog ve bu “bilgiler” çok tazeydi. İtalyanlarla aktardım ve bu sözlerin “iki adresi” olduğundan söz ettim. Birincisi, BDP’nin Karayılan ve Bayık’ın bu açıklamalarından sonra “Başkanlık sistemi”ne ilkesel ve kategorik bir itirazları olamazdı. İkinci “adres” ise Başbakan Tayyip Erdoğan idi. PKK, sadece “Süreç”in değil, bundan böyle Başbakan’ın “oyun planı” ve “takvimi”nin de bir “unsuru” olarak devrede olabileceğini ve Başbakan’ın hesaplarının tutmasında yardımcı olabileceğini bu açıklamalarla ifade etmiş oluyordu.

Zaten, “Süreç” ile ilgili “Sembolizm”in önemi anlaşılmazsa, hiçbir şeyin kolay kolay anlaşılamayacağını İtalyanlar, diğer Batılılardan çok daha hızlı biçimde anlayabiliyorlar. Örneğin, Dışişleri Bakan Yardımcısı, “Kaç kişi çekildiği vakit, sınır ötesinde çekilme tamamlanmış sayılacaktır? Ayrıca, sınır ötesine çekilme olmaz ve çekilmesi beklenen bazıları silahlarını teslim ederek, şehirlerine, kasabalarına, köylerine geri dönmek isterlerse ne olacak? Bu ‘Süreç’in hangi aşamasını ifade eder? Bunlar konuşuldu ve karara bağlandı mı?” sorularını peşpeşe sordu.

Kendisine “Ortadoğu’yu gayet iyi bilen bir siyaset adamı olarak kendisinden böyle bir soru beklemediğimi; bu soruyu tam bir Batılı gibi Kartezyen düşünce ile sorduğunu” söylediğimde güldü. “Ortadoğu’da hiçbir şey göründüğü gibi değildir yani; değil mi?” karşılığını verdi.

Sorularını uzun uzun cevaplamama gerek kalmadan, anlaştık!..

Türkiye’de ne kadar yol almış olduğumuzu, Roma’da Türkiye, Kürt sorunu ve Ortadoğu konuşurken, bir kez daha fark ettim.

Bir şeyi daha: Roma’da, kendi konularımızı çok daha düzeyli, içerikli ve özgür biçimde konuşabildiğimizi…

 


 

Yazarın Tüm Yazıları