Sen nasıl bir insansın, varlığından ben utanıyorum

Geçen gün bir dostum söyledi, “Adı dur, neydi?” dedi, önce biraz düşündü, sonra “hah buldum” dedi, “yok ya adını hatırlayamadım ama soyadı galiba Cintay, Sabah’ın ekinde seni yazmış. Hem de ne yazmak, düpedüz hasta bu kadın.”

Haberin Devamı

İnternetten girdim, okudum, önce acıdım.

Çünkü ruhunda büyük bir boşluk, çaresizlik, bir debelenme durumu olduğu çok belliydi.

Belli ki bir şeylerin mutsuzluğu içine işlemişti.

Kesin kez hayatı hiç umduğu gibi geçmemişti, tüm bedenini kompleksler sarmıştı.

Çok da haksız değildi, yıllardır bu camiadan olmasına rağmen sadece bir avuç insan tarafından tanınıyordu.

Üstelik çirkindi.

Eh bu da hele şu dönemde yenip yutulacak şey değildi.

Güzel kadına tahammülü yoktu, hele hem güzel hem akıllısına hiç.

Uğraştığı halde hiçbir yere geçiremediği pençelerini bir cumartesi çıkarttı. Evet, tam zamanıydı, artık ne yapıp ne edip onun da Ayşelerin eriştiklerine erişme zamanıydı.

Ailesine, kocasına kendini kanıtlamalıydı, bu artık onun son şansıydı.

Ve kalemi eline aldı, dişleri ve tırnakları bir anda uzadı, saçları cadı gibi havaya kalktı, sandalyeye yerleşemeyince rahatsız oldu, yerinden kalkıp tekrar oturdu.

Haberin Devamı

Ayşeleri gözünün önüne getirdi, önce gözlerinden iki damla kan rengi gözyaşı aktı.

“Niye ama niye ben de böyle olamadım?” dedi, “benim bu Ayşelerden neyim eksik?” diye veryansın etti.

Sonra başladı yazmaya. Yazdıkça yazası geldi, haddini aştıkça aşası.

Densizlik zaten onun ikinci adıydı.

Önce toplu saldırdı.

Sonra sıra bana geldi.

“Kendimi fütursuzca açmış olduğumu” söyledi.

Ardından bana “hasarlı loser” dedi.

Loserin Türkçesi olan eziği yazmaya cesaret edemedi.

Dekolte halimi hayal etti, içi gıcıklandı.

O da yetmedi, beni fetiş ayakkabılarla hayal etti.

Bir an panikledi acaba kocası da aynı durumu yaşamakta mıydı? Eh olabilirdi, bunu anlamak için sadece aynaya bakması yeterliydi.

Yine gözlerinden iki damla kan rengi gözyaşı akıverdi.

Babasıyla olan ilişkisi aklına geldi, yani öyle düşünüverdim çünkü benim için yeni yazdığı cümleleri şöyleydi;

“Baba takdiri, tasdiki, teveccühünü bekleyen kız”

Devam etti.

Babamla engebeli bir yoldan geçtiğimi ve bunun kısa sürdüğünü yazdı.

Ve devam etti “Ayşe Aral sen suçlu bir zevksin” ne demek anlamadım.

Ama işin içinde zevk var diye çok da rahatsız olmadım.

Sonra “meczubunu bana söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” dedi.

Haberin Devamı

Ay ben yine anlamadım, meczup sapık, deli demek bir tek onu biliyorum.

Sonra devam etti.

Ölü babalarımızla konuştu.

“Babalar Ayşelerinizi sevin onların rüyasına girip öyle şeyler söyleyin ki sizinle olan hesaplarını kapatabilsinler.”

Bu bolümde ben yuh dedim, yine acıdım.

Çünkü kendisinin ruhu hastaydı, iflah olmazdı.

Üstüne üstlük Tanrıcılık oynuyordu, bunda Allah korkusu da yoktu.

O sırada telefonu çaldı, arayan kocasıydı.

“Toplantım var, geç geleceğim.”

“Yine mi?” dedi, “yine mi?”

Ah be, şu Ayşelerden birinin tırnağı olamadım gitti.

İlaçlarımı getir Hatice Hanım, sanıyorum yine sinir krizi geçireceğim.

Not: hasarlı diye dalga geçmek ha; hayat çok kısa ama bir o kadar da uzun, bir gün senin hasarlı olmayacağın ne malum?

Haberin Devamı

İşte Nur Çintay'ın o yazısı;

3 Ayşeler

Köşe yazarı, sahne şöhreti, pop figürü, magazin ikonu, reklam yüzü, sitcom karakteri, gündem katibi, kadın-erkek mütehassısı, rol modeli, arzu nesnesi, babasının anti prensesi... Medyada Ayşe olmak zor zanaat! İngilizcede 'guilty pleasure' diye bir laf var. 'Suçlu zevk', 'günahkar haz' filan diye çevirince, fazla retrosundan Harlequin tadında oluyor. Daha uzun ifade edersek, insanın zevk almaktan, beğenmekten utandığı, suçluluk duyduğu ama kendini tutamadığı şey demek. Yerli diziler, süfli televizyon şovları, çişli müzikler, neler nelerle doldurduk şu hayattaki 'guilty pleasure' haznemizi. Ama tek bir isim ver deseler, bir insan ismi, yerli, kadın... Soyadı değişse de, birçoğumuz için o isim: Ayşe! ………

Haberin Devamı

…….Daha bu ikisiyle rekabet eder kudrette değil ama mükemmel zamanlamayla o da fanlarını kazandı: Ayşe Aral. Arman'ın sosyal sorumluluk projelerinden farkındalık faaliyetlerine koştuğu, Özyılmazel'in temkinli sloganlarla frene bastığı günlerde, o eski şuursuz zamanları özleyenlerin adresi Ayşe Aral olmalı! "Onun başına gelen, pişmiş tavuğun..." diye başlayan cümlelerin nesnesi, kendini bize fütursuzca açan, hasarlı ve haşmetli bir loser. Banu Alkan'la ahbaplık tesisi, Ahu Tuğba'yla çay-kahve hayali gibi. Yarıda kalan absürt film gibi. Takibi şart oldu. Elbette ki hepsi biricik. Herkes biricik. Yakınlarına sorsanız, üçü birbirinden apayrıdır mutlaka. Ama belli bir mesafeden, ne kadar da aynılar. Bir kere aynı estetiğin kadınları. Aldığı kadar dekolte, çıktığı kadar punto. Benzer fetiş ayakkabıları ama yeri geldiğinde de ne kadar postal-lastik ayakkabı, tomboy iddiaları... Aynı teşhir mahareti. Aynı kadın-erkek eksperliği. Aynı ilişki uzmanlığı. Aynı yaşam koçluğu. Aynı gündem guruluğu. Aynı 10 parmağında 10 marifet. Üçü de hâlâ babasının takdirini, tasdikini, teveccühünü bekleyen kız. Bütün o koşturma, onu da bunu da şunu da yapma ve kendini beğendirme çabası biraz da o yüzden belki: …….

Haberin Devamı

…… "Hamileliğim bile babamın kucağında geçti, hamileyken sırtımı kaşırdı, ayaklarıma masaj yapardı. Onu kaybedince inanılmaz büyük bir travma yaşadım." (Ayşe Aral, Hürriyet, 14 Kasım 2009). Koca koca insanlara bakıyorsunuz, bir şeylerin kökeninde hep çocukluğa dayanan bir şeyler... Bütün babalar kızlarını sever. Ama işte bazılarıyla yol biraz engebelidir, bazılarıyla yol maalesef çabuk biter. Babalar! Ayşelerinizi sevin! Onların rüyasına girip öyle şeyler söyleyin ki, hesaplarını kapatabilsinler...

……….Bana meczubunu söyle, sana hasarını söyleyeyim! Tekin Aral'ın kızı, Oğuz Aral'ın yeğeni, annesiyle hâlâ didişen bir ergen, kendi kızıyla nasıl da arkadaş, merak edene 1.74 boyunda bir High School'lu ve ne hikmetse alabildiğine arızalı bir kaybeden. Nasıl da çılgın, nasıl da çatlak, nasıl da komik, nasıl da deli olduğunu vurguya doymayan, her acayiplik onu bulan, tabii gayet sıradan günlük hadiseleri de kainatın en büyük anormallikleri gibi sunan Ayşe Aral'ı, 19 yaşında evlendiği kocası tarafından aldatılma hikayesiyle tanıdık, ama asıl ilgi alanımıza girişi, Veli'si ile oldu. Her biri başyapıttı: Otel macerası, mumlu akşam yemeği, aileyle tanışma... 'Guilty pleasure'ın en çok hakkını verenin o olduğunu görmek için, sadece son haftaların başlıklarına rastgele bakmak yeter: Başım moktan kurtulamadı gitti... Mal, koca popolu... Odun kadınlar... Yedekli olun... Veli aileye girdi... Aşk dediğin 15 günlük bir şey... Kıskançsınız, kıskanç!.. Mumya Veloş... 41 oluyorum 41!.. Ali, Veli, kırk dokuz elli... Bir de TV programı yapıyor (Beyaz Manşet, Beyaz TV) ki, geçen haftaki (30 Mayıs) konuklarının birbirine girme jargonu benzersizdi. İki 'sanatçı' Saadet Gürses ile Deniz Akbulut arasındaki olaylar şöyle gelişti: - S.G: Deniz Akbulut'tan daha önemli roller aldım. Bu piyasada herkes haddini bilecek. - D.A: Ben senle muhatap olmuyorum. Sen nereden geldin bugün? Sus, bana bugün milli piyangodan çıktı bu kadın. Kıskançlar. Kalkıyorum ben. - S.G: Ben seninle konuşmayacağım. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Neden bu hallere geldiğini anlatırım, burada duramazsın. - D.A: Kızım benim alnım ak. Söyle bakayım. - S.G: Benle doğru konuşacaksın. Senin karşında Saadet Gürses var. Nasıl kör olduğunu anlatsın. Kolonya içiyordu. - D.A: Kolonya kokuyordum, içmiyordum. Senin gibi alkolik değildim. Senin gibi barlarda, pavyonlarda çalışmadım, pavyon karısı! Ve taraflar birbirinin üstüne yürür... Denebilir ki, Ayşe Aral'ın ne suçu var, konuklarının azizliğine uğramış. Bir, TV programı yapıyorsunuz ve iki, bu iki ismi alıyorsunuz! Bana meczubunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!

*(Nur Çintay- Sabah 09.06.2012)

Yazarın Tüm Yazıları