VasatlaÅŸmanın sonuçlarını da yaÅŸadık, yaÅŸayacağız

TÜRKİYE Bilimsel Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK), aslına bakacak olursanız bir ‘Kemalist’ proje.

Haberin Devamı

ÇoÄŸu Kemalist proje gibi, bir ütopyaya dayanıyor: Özel sektörün veya üniversitelerin yapamadığı bilimsel araÅŸtırmayı doÄŸrudan devlet katkısıyla yapmak, yaptırmak.Â

İçine devletin doğrudan veya dolaylı girdiği her işte olduğu gibi burada hem bir bürokrasi oluşuyor hem de bir biçimde bir güç temerküz ediyor.

İşte bir araya toplanan o güç, zaman içinde birilerinin gözünde bir araç olmaktan çıkıp amaca dönüşüyor.

Bilim üretmek için kurulmuş bir kurumda, bir ‘araç’ olması gereken gücü ele geçirmek, suyun başına geçmek, oradan dağıtılan fonlarda söz sahibi olmak birileri için ‘amaç’a dönüşünce birkaç şey birden oluyor:

En önce bilim üretimi arka plana geçiyor, güce sahip olmak ve onu kullanmak ön plana.

Arkadan bilim üretiminin doğal süreçlerinin yerini emir komuta ilişkileri, tepeden bakmalar, bilimcinin bilim yaratma özgürlüğünün kısıtlanması, bilim yaratma için gerekli ortamın ortadan kaldırılması gibi gelişmeler yaşanmaya başlanıyor. Son olarak da bilime ideolojik gözlüklerle bakmak devreye giriyor.

Her Kemalist proje gibi, uzaktan bakıldığında halisane niyetlerle ve ‘doğru’ kurulmuş gibi gözüken kurum, hızla Kemalist geçmişinden gelen ‘elitist’ niteliklerini kaybediyor, süratle vasatlaşmaya başlıyor.

Biz bu vasatlaşmayı başka pek çok alanda ve kurumda gördük. Şimdi de TÜBİTAK’ta görüyoruz.

Bakın aşağıda çok güzel yazılmış bir mektup var; belki benim anlatmayı beceremediğim şey orada daha iyi ifade ediliyordur.

Haberin Devamı

Hepimiz evsiz kaldık!

TÜBİTAK’ın İstanbul’daki Feza Gürsey Enstitüsü’nü kimseye sormadan Gebze’ye taşıması hakkındaki yazılarıma bilim camiasından çok sayıda mektup aldım.

Bunlardan birini, matematikçi Özgür Ceyhan’dan aldığım mektubu biraz kısaltarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

* * *

Uzun yıllardır yurtdışında çalışıyorum. Kariyerimin büyük kısmını FGE benzerleri sayılabilecek Max-Planck Enstitüsü, L’Institut des Hautes Études Scientifiques, Princeton’daki İleri Araştırmalar Enstitüsü ve Mittag-Leffler Enstitüsünde geçirdim. Buralardaki gözlemlerimden bir parça aktarmak istiyorum.

Sizin de belirttiğiniz gibi, bugün yaşanan sorun bir taşınma/yerleşim probleminden ziyade bilim anlayışımız. Göründüğü üzere en temel problemimiz çalışmamızın önemi ve biçimi konusundan bihaber olunması. Bu bilgisizlikten TÜBİTAK bilim kurulu da nasibini almış görünüyor.

İlgili hemen herkes Orhan Pamuk’un yazı yazmak, kendi çalışma biçimi ve ritüelleri üzerine düşüncelerini okumuştur. Bir romancının varoluş biçimini tanıtması açısından bu yazıları çok önemli buluyorum. Pamuk’un bu notlarının matematikçilerin ve teorik fizikçilerin çalışma biçimini de gözler önüne serdiğini düşünüyorum. Biz, matematikçi ve teorik fizikçilerin rituelleri Pamuk’unkilere çok benzer. Günümüzün büyük çoğunluğunu doğum sancısı çekerek geçiririz. Bir laboratuar bilimcisinin aksine çalışmamız tek kişinin çalışmasıdır. Bu ortak yaptığınız çalışmalarda da değişmez, ortak çalışmalarınız birden fazla kişinin çalışmalarının bir araya toplanmasıdır sonuçta. Mesai arkadaşlarınız sizin elinizdeki işinizin bitmesini beklemez, işiniz deneylerde olduğu gibi bir zaman şemasına bağlı değildir. Tek kişinin sabırlı çabasıdır çoğu zaman bu iş. Çalışma mekanınız bazen ofisiniz, bazen kütüphane, bazen bir kafe, bazen çocuğunuzu uyuttuğunuz yatağın başı olur. Yer ve biçim seçimi araştırmacının akademik/kişisel alışkanlıklarına göre belirlenir ama ortak noktası şudur: İşiniz mesai anlayışı tanımaz. Bu çalışma biçimini anlamayanların, bu araştırmacıları mesaiye tabi etmek istemeleri çok normal. Normal olmayan bu anlayışın bilim kuruluna sirayet etmesi.
Matematik ve teorik fizik camiaları, kendi içindeki çatışmaları, yakınlaşmaları, anlaşmazlıklarıyla çok büyük birer aile gibidirler. FGE’nin kapatılmasına gelen uluslararası tepki de bunun göstergesi değil mi? Bu araştırma enstitüleri bizim huzurla calıştığımız köşelerimiz, evlerimiz. Bu enstitülerle evimizle, ailemizle olduğu gibi ilişki kurarız. Benim kişisel tecrübem de bu doğrultuda oldu hep: Max-Planck Enstitüsü benim ikinci evimdir.

Tabii ki her araştırmacı için biçimi farklıdır bu durumun. Tüm bir yılı tek kelime konuşmadan geçirir kimileri. Ama zaten her ev, her aile farklı değil midir?

Ortak paydamız değişmez, bu enstitüler bizim evlerimizdir.

İstanbul’a her geldiğimde Galatasaray’daki evimize bavulları atar atmaz ilk düşüncem FGE’ye gitmek olur(du) hep. Çünkü Istanbul’daki evim orasıydı.

Yazık, hepimiz evsiz kaldık.

Yazarın Tüm Yazıları