Nasıl özlemiş kalbim böyle atmayı

ALLAH beni seviyor.

Dibe vurduğumda, alelade bir hastalık beni yatağa düşürdüğünde, mutlaka bir hediye geliyor.

Harika bir kitap, olağanüstü bir film.
Bir yerlerde unutulmuş bir hatıra.

* * *

İki gündür süfli bir gripten evde yatıyorum.
Altımda pijama.
Çizgili değil, patchwork bir şey, ama nereden baksan yine pijama.
Süfli hastalığın üniforması.
Üzerimde ondan beter bir tişört.
Allah kahretsin, tişört de değil, resmen fanila, basbayağı, alelade fanila...
Tansu, terimi alsın diye, sırtıma bir havlu sokuşturmuş.
Başucum desen, bir ilaç zücaciyesi.
İki gündür sakalımı kesmemişim, ağzım yapış yapış.
Aynaya bakmaya cesaretim yok.
Baksam, göreceğim şey mendebur bir surat...
Gövdemin sigortası atmış, ruhumun bağışıklık sistemi dipsiz kuyularda.
Pejmürde bir beden, süfli bir ruhla yatak döşek yatıyorum.
Elimde uzaktan kumanda aleti, gözlerimde manasız bir bakış, ben değil, o manasız bakış televizyon seyrediyor.
“Fargo” filminin son sahnesindeki katil gibiyim.
Ne alaka ise, aklıma Ece Ayhan’ın kitabı takılıyor:
“Bakışsız bir kedi kara...”

* * *

İşte tam o sırada, gazeteden bir zarf geliyor.
İçinde Ebru Gündeş’in yeni CD’si.
“Beyaz”...
Ve o şarkı başlıyor:
Daha beşinci mısrada olay patlıyor:
“Nasıl özlemiş kalbim böyle atmayı...”
Sonra ikinci dalga geliyor:
Teşekkür ederim böyle baktığın için
Teşekkürler aklımda kaldığın için.”

Süfli gribin baştan çıkardığı arabesk damarım iyice kabarıyor:
Hakikaten “Nasıl da özlemiş kalbim böyle atmayı”.
“Oysa yerini bile unutmuştum hanidir
Bazen hayat vermek ister aldıklarını
Mucizeler hep böyle ansızın gelir.”

* * *

Ebru Gündeş; küçük kadınların en büyüğü.
1990’ların başındaki o ses, o harika hançere.
Yeşilçam’ın, hiç bitmeyen muhteşem valsi; iflah olmaz arabesk romantizm;
Bizim mahallelerin, açık hava sinemalarımızın, Hıdrellezlerimizin fon müziği...
Ebru başta, hepsi tek tek yatağımın ucundan geçiyor.
Gönül Yazar’lar, Emel Sayın’lar, Muazzez Abacı’lar, Seda Sayan’lar...
Ben “Kings of Leon” konserine bilet ararken, o “Hoop” deyip yakama yapışıyor. Delikanlı bir edayla hesap soruyor, “Kardeşim” diye tarz koyuyor; “Sen bu mahallenin çocuğusun” diye azarlıyor.
“Fahriye Ablam” oluyor...
Hani o bir duygu vardır, her yurtdışına gidişte, bizi mutlaka bir gün önce eve döndürür; işte o duygu yine bağrıma saplanıyor.
Gökhan Tepe harika bir müzik bestelemiş. Şebnem Sungur harika sözler yazmış.
Ah, Ebru, ah o tuhaf kadın var ya; günlük hayatta küçülen, sahnede büyüyen, bir kaybolup, sonra yine aynen geri gelen kadın.
İşte o da olağanüstü söylüyor.

* * *

Yaylı sazlar altıma uçan halıyı seriyor; ayaklarım kesiliyor;
Altımda Türkiye; bana dünyanın en güzel anadilini veren ülkem.
Kim bilir kaçıncı defa aynı duyguyu yaşıyorum.
Ağlıyorum ve neden ağladığımı bir türlü bilemiyorum.
Ya hüzünden, ya mutluluktan, ya da ikisinden birden.
Sonra yatağımdan fırlıyorum.
Sırtımdaki havluyu, üstümdeki fanilayı, altımdaki pijamayı fırlatıp atıyorum.
Tıraş olurken, aynadaki suretime, son nakaratı defalarca tekrarlıyorum:
“Karanlıktan korkmuyorum eskisi gibi
Senin yanın en aydınlık beyaz benim için.”

Yazarın Tüm Yazıları