Batı’dan Doğu’ya doğru mu?

BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a yaptırımlar oylamasında Türkiye’nin “Hayır” oyu kullanması ve Washington’u “hayal kırıklığı”na uğratmasından sonra, bir süredir “listelerden” düştüğünü sandığımız “cd” tekrar çalmaya başladı: “Eksen kayması” mı var? Türkiye “eksen” mi değiştiriyor? Türkiye, Batı’yı bırakıp, Doğu’ya mı yelken açıyor?

“Ortadoğu’daki Batı” sayılan İsrail ile Doğu Akdeniz’deki saldırı sonrası Türkiye’nin gerilen ilişkilerine, bir de ABD Başkanı Barack Obama’nın bizzat ricasına rağmen, alışılmadık biçimde Türkiye BM Güvenlik Konseyi’nde “Hayır” oyunu basınca,  sanki “tüy dikilmiş” oldu.
İsrail üzerinden Gazze gerekçesiyle görülmemiş ölçüde bozulan ilişkilerin üzerine bir de İran nedeniyle ABD ile ilişkilerin ekşimesi gelince, “Türkiye fotoğrafı” netleşti adeta. Türkiye, Batı’dan Doğu’ya kayıyor. Yani, “eksen”i kayıyor.
BM Güvenlik Konseyi oylamasının ertesi sabahı, Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün arasında “vizesiz” serbest ticaret bölgesi kurulduğu açıklaması işitilince, Türkiye’nin AB perspektifini gelecekte alacak bir “Ortadoğu Ortak Pazarı”nın temellerinin atıldığı hükmü de kendiliğinden verildi.
Çarşamba gecesi Ahmet Davutoğlu, bu gelişmenin haberini verdiğinde kendisine, “AB ile Gümrük Birliği anlaşmamız var. Bu bölgesel serbest ticaret birliği buna rağmen mümkün mü?” diye sormuştum. “Şimdilik olabilir ama Schengen bölgesine dahil olursak, o taktirde bunun tepeden tırnağa revize edilmesi gerekecek” cevabını verdi.
Yani, Türkiye “Schengen’in içinde olmazsa, o takdirde Şamgen’de olabilir.”
Yani, Türkiye AB ile entegrasyona gitmezse, gelecekte bugüne ilişkin korkular, “eksen kayması”ndan kastedilen kaygılar gerçek olabilir.
Olabilir.
***         ***          ***
Ama yine de “eksen kayması” ya da Türkiye’nin “Batı’ya sırtını dönüp, Doğu’ya açılması” söz konusu değil. Böyle bir tespit doğru değil. Ayrıca haklı da değil.
1. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri durup dururken,  Ak Parti hükümetinin “ideolojik” tercihleri ya da Tayyip Erdoğan’ın sert retoriği yüzünden mi bozuldu? İsrail ile Suriye arasında doğrudan barış müzakelerini Washington’dan “yeşil ışık” gelmemesine rağmen başlatan Tayyip Erdoğan, bizzat yürüten Ahmet Davutoğlu değil miydi? O görüşmeler sona çok yaklaşıldığında, İsrail’in Gazze saldırısıyla bozulmadı mı? Gazze’de dörtte biri çocuk, çok kısa süre içinde 1400 kişi vahşice öldürülmedi mi? Davos Krizi, bu gelişme sonucunda patlamadı mı? İlişkileri tamir edilmez düzeye getiren, İsrail’in Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk sivillerinin ölümüyle sonuçlanan ve üstelik uluslararası sularda gerçekleştirilen saldırısı olmadı mı?
2008 Aralık ayında niçin kimse “eksen kayması”ndan söz etmiyordu?
2. AB, 2004 genişlemesinden sonra “hazım zorluğu” ve anayasasının
Fransa ve Hollanda’da reddedilmesinden sonra, Türkiye’ye akıl almaz engeller çıkartmadı mı? Sarkozy-Merkel ikilisinin, özellikle birincisinin Türkiye’ye AB ufuklarını kararttığı bir gerçek değil mi? Sanki, Türkiye AB yolunda düzenli biçimde ilerlemekte ve AB kollarını açmış Türkiye’yi sarmak üzereydi de, Türkiye sırtını döndü ve Doğu’ya açılmaya karar verdi?
Böyle bir manzara var mı?
Yok.
Türkiye’nin bir yere kaydığı, bir yeri bırakıp bir başka yöne yelken açtığı gibi bir durum da yok.
Uzun Soğuk Savaş yıllarında eski Osmanlı coğrafyası iki hasım blok ve kamp arasında bölünmüştü. Soğuk Savaş bitince  ve Irak Savaşı sonrasının uluslararası ikliminde, Türkiye, büyüyen ekonomisinin de verdiği imkanlarla kendi “yakın çevresi”ne açıldı. Soğuk Savaş’ta olamayan, normal bir durumda olması gereken oluyor.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, Rusya, eski Sovyet cumhuriyetlerini “yakın çevre” olarak nitelemiş ve stratejisini buna göre şekillendirmişti. Türkiye de, geniş bir “jeopolitik alan”da, ekonomik ve kültürel ilişkiler ve tarih ve coğrafya ile bağlı olduğu kendi “yakın çevresi”nde bir “güç merkezi” olarak ortaya çıktı.
Olan budur.
***            ***         ***
Böyle olunca, dünyanın yeni güç merkezlerinden, “yükselen güçleri”nden birinin ne Amerika ile ne de başkalarıyla ilişkileri, eskisi gibi olamaz. BM Güvenlik Konseyi oylamasını böyle okuyun.
Hele, barış ve istikrar ihtiyacı duyulan bir bölgede, giderek bir “haydut devlet” profili çizen İsrail ile hiç olamaz.
Olamayınca ne olur?
Amerika’nın en azgın İsrail yandaşları, “neo-con’lar”, JINSA, AIPEC gibi İsrail lobi örgütleri, onların düşünce kuruluşu Washington Institute ve buralarda ve ellerinin uzandığı diğer düşünce kuruluşlarında çalışan Michael Rubin, Daniel Pipes, Victor David Hanson, Soner Çağaptay gibi isimleri Türkiye’ye karşı amansız bir karalama kampanyası başlatırlar.
Bunlarla 28 Şubat’ta bir “balayı dönemi” başlatılmıştı. Washington’a ayak basan her Türk yetkilisi mutlaka Washington Institute’da konuşma yapardı. Çevik Bir’e ilk kez koyduğu “Uluslararası Devlet Adamı” ödülünü veren ve onu Cumhurbaşkanlığı’na heveslendiren JINSA’dır. Washington’da doğru dürüst bilinmeyen, Ak Parti-El Kaide bağları hakkında makaleler döktüren Michael Rubin, İstanbul’da Harp Akademileri’nin daimi konuğu haline gelmişti. Bunların Washington yuvalarından Hudson Institute’da Ak Parti’nin iktidardan uzaklaştırma senaryolarının tartışıldığını unutmadık.
Türkiye’nin Batı’yı terkedip, Doğu’ya açıldığı, “eksen kaydırdığı” tartışmasını başlatanlar ve son günlerde azgın bir kampanyaya dönüştürenler bunlardır.
Yasemin Çongar’ın dünkü Taraf’ta “Neo-Con-Ergenekon ittifakı”na ilişkin yazısı olan-biteni anlama kılavuzu olarak kullanılabilir.
Bu arada hernekadar “hayal kırıklığı” ifade etmişse de “resmi Amerika”nın “resmi tavrı”na ilişkin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un şu sözlerini bir kenara not edin:
“Verdikleri oy ile aynı fikirde değiliz. Ama diplomatik perspektiften niye öyle oy kullandıklarına ilişkin ikna edici bir görüşleri olduğunu anlayabiliyorum. Türkiye ile Brezilya, İran ile uranyum takası anlaşmasına ulaşabilmek için kapılarını açık tutmak istediler.”
Clinton, ayrıca, “Türkiye ile Brezilya’nın İran hükümetine yönelik diplomatik girişimlerde önemli bir rol oynamaya devam edeceklerini sandığını” söyledi.
Türkiye ile ABD arasında “stratejik hedefler” bakımından temel bir ayrılık yok. “Taktik ayrılıklar” ise artık kıyamet kopartmıyor ve “kriz” anlamına gelmiyor.
Türkiye, AB hedefinden vazgeçmiş de değil.
Türkiye, ne Batı’dan Doğu için vazgeçiyor, ne de “ekseni” kayıyor.
Türkiye, kendi coğrafyasında, “tarih bilinci” ile duruyor.
Bir farkla, kendi coğrafyasında bir “bölgesel güç” ve “etkili bir küresel siyasi aktör” olarak yükseliyor.
BM Güvenlik Konseyi’ndeki “Hayır” oyunun anlamı budur.
“Çekimser”likle etkili siyasi rol oynandığı dünya tarihinde görülmüş müdür?
Yazarın Tüm Yazıları