Azınlıklarımız ile “Birinci Sınıf” Kürtlerimiz...

Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’deki “Azınlıkların Haritası”nı çıkardığı basında şöyle bir yer aldı.

Haberin Devamı

Habere göre, Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’deki azınlıkların son durumuna ilişkin raporu TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na gönderdiği bildiriliyor. “Azınlık”tan, tabii Lozan Anlaşması’nda ifade edilen gayrı Müslim azınlıkları, yani Ermenileri, Rumları ve Yahudileri anlamamız gerekiyor.

“Azınlık”, Türkiye’de çağımız dünyasında ve özellikle entegre olmaya çalıştığımız Avrupa’daki anlamında anlaşılmıyor. Türkiye’de “azınlık” olabilmek için, “Müslüman olmamak” gerekiyor.

“Azınlık” olmanın getirdiği bir takım haklar var. Şayet azınlık değilseniz, azınlıkların yararlandığı hakları talep etmeniz hem anlamsız ve hem gereksiz addediliyor.

Türkçe resmi bir vurgu ile kullanılıyorsa, “azınlık olmayanlar” yani “Müslümanlar”ın tümü “birinci sınıf vatandaş” olarak nitelendiriliyor.

Haberin Devamı

Bu nitelemenin iki çok önemli sakıncası mevcut:

  1. Azınlıklar, zımnen de olsa, “ikinci sınıf vatandaş” derekesine indirgenmiş oluyorlar. Resmi ağızlar bunu reddecek olsa da öyle. “İkinci sınıf vatandaş” bulunmayan bir ülkede, aksi halde, niçin “birinci sınıf vatandaş” diye bir tanımlama olsun?
  2. Kürtler, “birinci sınıf vatandaş” tanımı içine alındıkları için, hakları açısından “hava” almış durumdalar. “Azınlık statüsü” talep etmeyi psikolojik olarak kendilerine yediremiyorlar. Zira, Türkiye’de “azınlık olmak”, herşeye rağmen (yani Lozan’a) pek de iyi bir şey değil. Ayırımcılıktan, ister istemez, nasibinizi alıyorsunuz.

Oysa, belki Kürtler “azınlık statüsü” talep ediyor olsalardı, “Cumhuriyet’i kurucu ortağı” statüsünü talep edemez duruma elbette ki geleceklerdi ama belki de anadilde basın-yayın ve eğitim alanında gayrı Müslim azınlıkların sahip olduğu haklardan yararlanabileceklerdi.

“Dimyata pirince giderke evdeki bulgurdan olmayalım” derken, ne pirinç elde edebildiler, ne de evde bulgur kaldı. “Birinci sınıf vatandaş” olmak, Kürtler bakımından “hiçbir kimlik hakları olmaması” gibi kullanıldı ve uygulandı.

 

***           ***            ***

 

Aslına bakarsanız, Türkiye Cumhuriyeti, ne kadar Osmanlı Devleti’nin reddi mirası üzerine kurulmuş olursa olsun, doğal olarak onun birçok alanda devamı. Bu “azınlık” konusu da, “Osmanlı Millet Sistemi”nin 1920’lerin başında Cumhuriyet için “güncelleştirilmiş” halinden başka bir şey değil.

“Millet” kavramı, Osmanlılarda “etnik” değil, “dini topluluklar” için kullanılıyordu. O yüzden “Müslüman Milleti”, etnik alt-grupları ne olursa ve ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, tek millet olarak anlaşılıyordu.

Haberin Devamı

Kürtler, o nedenle bugün “birinci sınıf vatandaş” tanımlamasına sokuluyor. Bu “tek Müslüman milleti” olgusu, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Çerkes, Abhaz, Gürcü, Boşnak, Tatar, Pomak, Makedon, vs. birçok farklı etnisitenin “Türk milleti” olarak Anadolu’da “tek millet” olarak sorunsuz bulmuşmasına imkan verdi.

Bir de Kürtler uyabilseydi... Anadolu’nun güneydoğusunun yerleşik ahalisi olarak “Osmanlı kontratı”nın yerine “Cumhuriyet memorandumu”nun ikame edilmesine ayak uyduramadılar, bugünlere dek geldik...

Güneydoğu, Türkiye’nin bir yanıyla kültürel-tarihi derinliği çok fazla ama aynı zamanda da en talihsiz coğrafi bölgesi. Kürtler ile “Devlet” arasında ortaya çıkan “sorun”dan gayrı, orada yaşayan Hristiyan ahali de silindi.

Haberin Devamı

Ermeniler kalmadı. Ermenilerden başka, Hakkari dolayında Nasturi Hristiyanlar (Asuriler) ve özellikle Mardin mıntıkasında ve Diyarbakır’da Süryaniler yaşıyordu. Nasturiler, Birinci Dünya Savaşı sonunda Irak’a göç ettiler.Süryaniler ise 1880’de kazandıkları “Millet” statüsünü Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte yitirdiler. Lozan’da “azınlık statüsü” elde edemediler. Dünyanın en eski, Hz.İsa’nın dili Aramice’nin anadili olan bir kadim Anadolu halkı, bugün silinmekle varolduğu topraklarda parmakla sayılır ölçüde azalarak, silinmek tehdidiyle yüzyüze.

Midyat’ta bir gün “Keşke Lozan’da azınlık olabilseydik” diye yakınan, önündeki kalın Aramice Kutsal Kitap’ı işaret ederek “Lozan’da azınlık olabilseydik, şu dilimizi okuyabilen kuşaklarımız olurdu” diye ana dilinin yitirilme tehlikesinden kaygılanan bir papaz ile konuşmamı hatırlıyorum.

Haberin Devamı

 

***           ***             ***

 

Dışişleri Bakanlığı’nın basına yansıdığı kadarıyla “Azınlıklar Raporu”nun bazı gülünç değerlendirmeleri dikkatimi çekti. “Türkiye’de 270’in üzerinde gayrımüslim ibadethanesinin bulunduğu, bunlardan 108’inin Rum Ortodoks azınlığa ait olduğu” kaydedilmiş ve “Patrikhane’ye Ekumeniklik verilmesinin söz konusu olamayacağı” vurgulanarak Patrik Bartholomeos’un yabancı ülkelere yaptığı ziyaretlerde ‘ekumenik’ sıfatının kullanılmasına müdahale edilmediği” belirtilmiş.

Gülünç. Çünkü:

  1. Ekumenik sıfatı, Ortodoks Hristiyanlık ile ilgili. Ta 451 yılında Halkedon Konsülü adıyla bugünkü Kadıköy’de toplanan “Hristiyan Din Adamları Zirvesi”nin kararı uyarınca Konstantinopolis (yani bugünkü İstanbul) Kilisesi’nin konumu “Ekumenik” olarak belirlenmiş. Patrikhane’ye Ekumenik sıfatı verip vermemek, Türk Dışişleri Bakanlığı’nın yetkisinde olmadığı gibi, işi de değil. Fener Patrikhanesi’nin bu sıfatının yaklaşık 1500 yıllık mazisi var. Dolayısıyla, Patrik Bartholomeus’un yurt dışı ziyaretlerinde “Ekumenik” sıfatının kullanılmamasına müdahale edilmemesi de, Dışişleri’nin gösterdiği bir lütuf olamaz.
  2. Lozan’da Patrikhane konusu tek sözcükle bile olsa yer almıyor. Eğer, Lozan’da bu konu çözüme bağlansaydı, bugün Patrikhane’nin “Ekumenik” sıfatında sindirim zorluğu çekenler, kimbilir, Rum Ortodokslara dünyayı nasıl dar ederlerdi.
  3. Rakamlara bakınca, 30-40 Rum’a 1 Kilise, 15-20 Rum’a bir okul düşüyor. Bilmeyen, Türkiye’yi bir “azınlıklar cenneti” sanabilir.

Maalesef, Türkiye’de kalan Rum sayısı, rapora da göre, 3-4 bin!

Ermeniler, hemen tümü İstanbul’da olmak üzere 60 bin, Yahudiler ise 22 bini İstanbul’da olmak üzere 25 bin.

Haberin Devamı

Türkiye’de bizim Dışişleri’ne göre 89 bin –yuvarlak hesap 90 bin- gayrıMüslim yaşıyor. Buna hukuki statüsü “azınlık” olmasa da, 15 bin kadar Süryani’yi ilave edin, yuvarlak hesap 100 bin kadar. 71 milyona dayanan nüfusta devede kulak bile sayılmaz.

 

***            ***             ***

 

Prof. Stanford Shaw’un “The Population of Istanbul in the Nineteenth Century” (Ondokuzuncu Yüzyıl’da İstanbul Nüfusu) adlı kitabındaki 1885 yılı rakamlarına göz atalım. İstanbul’un 1885 nüfusu 407,609. Müslüman sayısı 201,339. Rum Ortodoks sayısı 91.804. Ermeni sayısı 83,870. Yahudi sayısı 22,394.

Oranlar ise, Müslüman yüzde 49.40; Rum yüzde 22.52, Ermeni yüzde 20.58 ve Yahudi yüzde 5.49.

Aradan 125 yıla yakın süre geçtikten sonra İstanbul nüfusu en az 12 milyon olarak hesaplanıyor ve Rum, Ermeni, Yahudilerin İstanbul’daki toplam sayısı 100 bini bulmuyor. Oranda, hepsini toplasan, binde 1’in altındalar!

Ermenilerin ezici çoğunluğu 1885’te Anadolu’da idi. O yıl sadece İstanbul’da ikamet edenleri, bu yılın Türkiye’deki toplam Ermeni sayısından fazla.

Sahi, Ermenilere ne oldu? Göç mü ettiler? Neden göç ettiler?

Ya Rumlar? Onlar niçin 3-4 bin kaldılar İstanbul’da?

Bu soruların cevapları için, Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün 10 Kasım 2008 konuşmasına bakın.

Bu konuya şu ara neden mi değiniyoruz?

2008’in son Avrupa Birliği Zirvesi yeni bitti. Azınlıklarına sahip çıkamayan, onları koruyamayan, bağrına basamayan bir ülke “demokratik” de olamaz; o ülkenin –tüm fasılları müzakere edebilse bile- Avrupa Birliği’nde ya da uygar dünyada yeri de olamaz da, onun için...

Yazarın Tüm Yazıları