Atatürk, yalnız bir adam değildi

CAN Dündar’ın Mustafa filmine yönelik eleştirilerin toplandığı iki ana nokta var:

Atatürk, çok içkici gibi gösteriliyor ve "yalnız adam portresi" çizilmeye çalışılıyor.

"Sarhoş, içkici" tanımlaması, dinci çevrelerin, bir insanın kötü olduğunu dolaylı yoldan vurgulamak istediklerinde kullandıkları bir klişe!

Bunun Atatürk için de yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz.

Ancak bildiğimiz bir başka şey de Atatürk’ün rakı içmeyi seviyor olduğu.

Filmde içkiye yapılan vurgunun aşırılığı birçok kişiyi rahatsız ediyor. Elbette şu sorunun yanıtının açıklıkla verilmemiş olması da bunu destekliyor:

Atatürk, içip içip uyuyan birisi ise bütün bu devrimlerin yapılması nasıl mümkün olabildi? O binlerce sayfalık nutuklar, notlar nasıl yazılabildi? O kalın kitaplar, satır altları çizilerek, üzerlerine notlar alınarak nasıl okunabildi?

"Yalnızlık"
ise bir başka "klişe".

Yüksek mevkilere gelmiş kişilerin portrelerini çizerken, konuya dramatik bir yön katmak için özellikle vurgulanan bir durum!

Bir tür "yarı tanrılaştırma" vurgusu, çünkü biliyoruz ki bu evrende mutlak yalnızlık bir tek O’nun için söz konusu olabilir.

Atatürk de elbette yalnız değildi. Yakın arkadaşları, sırdaşları vardı, hayatına giren kadınlar da oldu. Ve hiç kuşkusuz çevresinde geniş bir sevgi halesi vardı.

Sadece cenaze töreninde çekilen ve on binlerce insanı sokaklarda ağlarken gösteren eski haber filmleri bile bunu kanıtlıyor.

"Yalnız yaşadı yalnız öldü" kolaycılığına kaçmaya bence gerek yoktu.

Yaşarken yalnız olmadığı gibi, öldüğünde de yalnız değildi.

Öte yandan şunu da unutmamak gerekiyor: Adı "belgesel" de olsa, bir eser, yaratıcısının bakış açısını yansıtır. Bu özelliğiyle sübjektif olması kaçınılmazdır, yaratıcılığa özgü bir özgürlük alanının içinde yer alır. Çünkü belgesel yönetmeni, bir tarihçi değildir.

Ve eser sahibi, "Neden öyle düşündün de böyle düşünmedin" diye eleştirilemez. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama eser yaratıcının fikir özürlüğü alanına da müdahale edemezsiniz.

Televizyon habercilerinin dikkatine

ABDULLAH Öcalan’a, cezaevinde kötü muamele ettiği iddiasıyla başlatılıp, yaygınlaştırılan gösterileri terör örgütünün "Sınır ötesi operasyonlara rağmen yıkılmadım" mesajı verme çabasıdır.

Sınır karakollarına karşı giriştiği intihar saldırıları ile aynı amaç!

Güneydoğu Anadolu’nun kent ve kasabalarında birbiri ardına düzenlenen gösterilerde, güvenlik güçleri ile girişilen çatışmalar, yakılan otomobiller bu mesajın televizyonlar aracılığıyla bütün dünyaya verilmesi amacına hizmet ediyor.

Televizyonlarımızın bu haberleri veriş biçimlerine bakınca, biz İstanbul’da yaşayan vatandaşlar bir ayaklama başlamış izlenimi ediniyoruz. Kim bilir yurtdışında bu haber görüntülerini izleyenlerin akıllarına neler geliyordur.

Oysa bütün bu gösterilerde ortak nokta, güvenlik güçleriyle fiziki çatışmaya girişen gruplardaki insan sayısının azlığı ve çocukların ön saflara sürülmüş olması.

Van’daki gösterilerde göstericilerin sayısı, Başbakan’ın konuşmasını izleyenlerin onda biri kadar ancak vardı ama bu televizyonlara öyle bir yansıdı ki sanki ayaklanma Van’da başlamış!

Bu tür olaylar halktan saklansın gibi bir şey söylemiyorum ama haberlerin verilişinde olayları olduğundan büyükmüş gibi gösterebilecek vurgular ve tekrarlanan görüntüler, terör örgütünün amacına hizmet ediyor, bu tür eylemleri planlayan karanlık kafaları cesaretlendirip, mutlu ediyor.

Bu konuda biraz daha dikkatli hareket etmek gerekiyor.

Başbakan’ın çelik yeleği

GEÇENLERDE Afganistan’a bir resmi ziyaret gerçekleştiren Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve eşi, sadece Kabil’e değil, başka kentlere de gittiler.

Dünyanın değişik ülkelerinden gelen resmi ziyaretçiler "ateş almaya gelmiş gibi" Kabil’de üç-dört saat geçirip ülkelerine dönüyorlar. Böyle bir ülkede, bir yabancı bakanın eşiyle birlikte kentleri dolaşmış olması iyi bir "sözsüz mesaj" olarak görüldü.

Ve Ali Babacan da, eşi de bu gezileri boyunca çelik yelek giymediler, bu yoldaki önerileri kabul etmediler.

Verdikleri mesajın, talihsiz Afgan halkında Türkiye ile ilgili olumlu izlenimler bıraktığını söylemeye gerek bile yok.

Bu eski olayı bugün hatırlamış olmamın nedeni Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Van gezisinde ceketinin içine giydiği "çelik yelek" oldu.

Erdoğan’ın giysisinden bu anlaşılmıyordu ama belli ki içeriden birileri gazetecilere Başbakan’ın çelik yelekli olduğu haberini uçurmayı marifet sanmıştı.

Sonuç: Afganistan gibi her gün sokaklarda insanların kurşunlandığı bir yerde eşiyle birlikte çelik yelek giymeden dolaşan bir dışişleri bakanı ile kendi ülkesinde çelik yelek giyen bir başbakan!

Başbakan elbette can güvenliği için ne gerekiyorsa yapmalı ancak çevresindeki adamlarına da çenelerini biraz tutmayı emretmeli.
Yazarın Tüm Yazıları