Yavrum sen bir Sezen Aksu çocuğusun!

(Başlıkla ilgili kısmı okumak için atlayınız 3. paragrafa. İlk ikisi fuzuli bir girizgáh.)

Evet, ben de o ukalalardanım. Televizyon seyretmiyorum. Kötü müzik dinlemiyorum. Gözümüzü, kulağımızı, dolayısıyla içimizi dışımızı temiz tutalım kampanyası gereğince kendimi koruyorum. Görmem gerekmeyen şeyleri, görmem gerekmez. Görmek istersem de açar bakarım. Televizyondan içi geçmiş insanlara bakınca durum şu: Kalçalarında birikmiş ’negatif enerji’ deyip durduğumuz şeyi eritmek için, ’haset titremesi’ ya da ’sinirleri hoplatma’ yöntemi uyguluyorlar. Fakat bunlarla o yağ erimez, tam tersi omega 3’den iyice uzaklaşır. Beyin ve ruh daha fazla yağ bağlar. Şöyle düşünün: Ömrün yarısı uykuda, çöp (rüyaların öğütücü olup olmadığını ayrıca tartışırız). Reenkarnasyon da tatlı bir uykuya dalma masalı farzedelim. O zaman elimizde kalan zamanı, ışık çıkaran bir kutunun içindeki ateş böceklerine kızıp durarak mı geçirelim diyorsunuz? Demezsiniz öyle.

Seyretmeyelim diye yürüyüşe çıkacak falan değilim. Herkes istediğini yapsın. Ben de istediğim zaman açıp bakıyorum. Seyretmek değil ama. Tesadüfen beynime bir görüntü çakılmasın diye özen göstererek. O çakılan direğin etrafında bir süre otlamayarak. Aynı insanlara sinirlenip durmak istemediğimden. Sağ elini yukarı kaldırarak, televizyondaki onu duymayan insanlara bağıran yaşlı bir beyin olmamak için. Bu giriş, benim televizyonla eğlenmediğimin altını yeterince çizdi. Asıl konuma gelebilirim...

Cuma akşamı Beyaz’da Sezen Aksu vardı. Gelen telefonlara itinayla "Yo hayır buluşamayız, akşam Beyaz’da Sezen Aksu var" denildi. Televizyonun karşısına geçip oturdum. Kendimi teslim ettim. Seyrettim, baktım, gördüm, hissettim. Hepimizin içinde olan bir varlığın canlı yayına çıkması, hepimizi ilgilendirir. Sezenaksu bir duygu perisidir. Birleşik yazılması gerekir. Boyunu, huyunu, dudaklarının kalınlığını ve ne giyeceğini biliriz. Sesinin tonunu anne karnındayken duymuşuzdur. O bizi hayata hazırlar, aşkı nasıl yaşayacağımızı söyler. Sezenaksu insan kokteylinin içindeki her şeyi bilir. Sarhoş edici şeyleri en iyi bilir. Bütün Türk halkının üzerine kendinden damlatıp kalbimizi cayır cayır yakan odur. İçimizde ondan bir damla bulunması duyguları keskinleştirir ve ne hissettiğimizin adı muhakkak konur. 8 yaşımdayken elime fırçayı alıp aynaya baktığımda, söyleyeceğim şarkı "Git"tir. O 16 yaşında yıllarını kaybetmişse, benim de 8 yaşımda gitmesi için yalan söylediğim biri vardır mutlaka. "Gitme yoksa atlarım en yakın köprüden" benim aynı insana, yıllar sonraki şakadan tehdidimdir. Bana 8 yaşımda şarkıların nereden geldiğini gösteren babam ve Sezenaksu’ydu. Şarkılarda perişan olan o erkekle de tanışmam, ta o yıllara dayanır...

Şimdi bu insan övgüden bıkmıştır. Bu köşeden onu daha da sıkıştıracak değilim. Eğer bir gün ona methiyeler düzmemi isterse, bunu seve seve yaparım. Dün şunu anladım: Kıymeti bir yana, kendisini yere -ayak basılan yere- koyduğu için, onu alıp başımıza taç yaptık. Öyle değerli bir şey kendini yere atarsa, insan onu alır, en tepeye koyar.

Programın olduğu gece, uyumadım. Adı ’sezenaksu’ olan bir şarkı geldi aklıma, beni rahat bırakmadı. Kalkıp, kaydedemedim. Melodiyi defalarca içimden geçirdim, sabah mutlaka hatırlarım dedim. Meğersem o, öylesine geçerken uğramış, fazla kalmayacakmış.

Son söz: Parlamak için, hiçbir kasını sıkması gerekmeyen bu varlığı, o kutunun içinde en güzel şekilde ağırladığı için Beyaz’a teşekkür ederim. Herkesin ’bana bakın, hayır hayır bana, bu tarafa bakın’ diye cılız bir ışık çıkarmak için, kendini parçalarcasına kastığı bir mecrada bir nefes. Hiç gürültüsüz bir ses. Kendini zar zor dışına attığı bir kutuya iki saatliğine girmekse,

ne hoş bir heves...
Yazarın Tüm Yazıları