Yaşasın Cumhuriyet!

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Bugün Cumhuriyet Bayramı. Kutlu olsun.

Bu iyi dileğin hemen ardından, bayramların da zamanla kimlik değiştirdiğini belirtemeden geçemeyeceğim. Hele büyük kentlerde! Elbette bir zamanların İstanbul'u gibi içinde mistik öğeler de barındıran özellikli yerlerden söz etmiyorum. Bu söylediğim daha çok New york benzeri, nispeten "yeni yetme" yerler için geçerli.

Ya bugününün İstanbul'u?

Cumhuriyet'in aydınlanmacı, akılcılık ve sekülarizm yanlısı öncü eliti, eski İstanbul'un bu mistik çizgilerini kazırcasına silmeyi hedeflemişti. İtiraf edelim ki, bunu büyük ölçüde başardı. İstanbul'un peçesi Cumhuriyetle birlikte açıldı.

Peçenin altındaki güzel yüzün görünmesine itirazım yok. Ama o buğulu, tül perde arkasında kalan düş yok oldu. Gündüzün parlaklığında hiç anlaşılamayacak olan gecenin gizemi yok edildi.

* * *

En fazla kimlik erozyonuna elbette dini bayramlar uğradı. Kentin özellikle orta ve üst gelir grupları için Kurban ve Şeker Bayramları zaman içinde birer tatil vesilesinden öteye gitmemeye başladı.

Talihin garip cilvesine bakın ki, zaman paslandırıcı etkisini aynı şekilde seküler bayramlarda da gösterdi. Gün oldu devran değişti. Tek parti döneminin ideolojik bombardımanı bitti. Hiçbir zaman oluşmayan saltanat özleminin bir tehlike gibi algılanamayacağı görüldü. Cumhuriyetten çok, demokrasi özlemi dile getirilir oldu. Jakobenliğin keskin hatları yerini daha yumuşak çizgilere bıraktı.

Tabii bütün bunları sadece "cumhuriyet" bağlamında söylüyorum. Laiklik ayrı bir konu ve onu da burada tartışacak değilim.

* * *

Önümüzdeki bayram ise birçok İstanbullu için bir "uzatılmış haftasonu" tatili olarak görülmekte.

Madem öyle, ben de bugün bazı önerilerde bulunmak istiyorum.

Umarım beğenirsiniz.

Küçük bir bayram tatili

Öneri Mehmet Yaşin'e ait. Atlas dergisinin genel yayın müdürü ve gezgin Mehmet Yaşin'den söz ediyorum. Mehmet'in başka sıfatları da var, ama onların bu yazı bağlamında pek önemi yok.

Mehmet Yaşin'den öneri almamın bir nedeni de, doğa merakımızın ve gezi konusundaki zevklerimizin bir çok ortak yanı olması. Aşağıdaki önerisini o kadar beğendim ki, bana da o günlerde aynı yollarda rastlarsanız hiç şaşırmayın.

* * *

İlk olarak bazı temel ilkelerden söz edelim.

Sözkonusu tatilin ana teması, yan gelip yatmak yerine bol bol gezmek üzerine kurulu.

Akşam yemek sonralarında ise kısa yürüyüşler ve kitap okunması öngörülüyor.

Sabahları erken kalkabilmek için de vakitlice yatmak lazım.

Bir de yanınıza fotoğraf makinenizi almanız salık verilmekte. Mehmet, "bundan daha iyi fotoğraf çekme fırsatı olmaz" diyor.

Gezinin arabayla yapılması düşünüldü. Ancak bunun arabanın koltuğuna yapışık bir hayat anlamına gelmediğini hemen söyleyeyim.

* * *

Cuma günü sabahın erken bir saatinde İstanbul'dan yola çıkılıyor. Otoyoldan yararlanılarak en kısa zamanda Abant'a varılıyor. Göl çevresindeki otellerden birine yerleşiliyor.

Sonra, fazla vakit kaybedilmeden, tekrar arabaya biniliyor ve Mudurnu üzerinden bir "U" çizilip ormanların içinden geçilerek, Gölcük üzerinden Bolu'ya çıkılıyor.

Bu gezinti sırasında sonbaharda doğanın nasıl elbise değiştirdiğini görmek mümkün. Ağaçların üzerindeki giysilerin sarı ve kırmızıya çalan renklerindeki çeşitliliğin güzelliği ya bir şair tarafından dile getirilmeli ya da çıplak gözle görülmeli.

Bolu'ya dönüldüğünde, akşam yemeği için önerilecek belki de en önemli adres, büyük bir yemek meraklısı olan Yurdaer Kalaycı'nın kent çıkışındaki moteli. Yurdaer Kalaycı'nın şehir içinde de bir oteli var, ama asıl görülmesi gereken motelden çok bir sanat merkezi olan diğer konaklama tesisi..

Bu vesileyle tanımayanlar da Yurdaer Bey'le tanışmış olur. Yemek repertuarlarına yeni tarifler katarlar.

* * *

Cumartesi günü yine sabah erkenden yola çıkmak gerekiyor. Neredeyse güneşin doğuşuyla birlikte desem, sakın abarttığımı sanmayın. Unutmayın ki, önerilen yan gelip yatılan bir tatil değil! Önemli olan, kışın giderek kısalan günışığından elden geldiğince çok yararlanmak. Güneş artık yaz aylarında olduğu gibi cömert değil.

Kahvaltının ardından ilk yapılacak iş, öğle yemeği için gereken yiyecek ve içecekleri arabaya koymak.

"Karnımızı daha yeni doyurduk" diye düşünmeyin. Bolu'dan sonraki Mengen, Oklohama Çölü'nden önceki "Son Şans Barı" gibi bir yer. Orayı da kaçırırsanız, bütün gün aç kalabilirsiniz.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Mengen gibi neredeyse İstanbul'un bütün aşçılarının yetiştiği bu yerde eli yüzü düzgün bir restoranın olmaması ne büyük bir eksiklik!

Bütün bunlardan sonra gidilecek yeri belki de tahmin ettiniz. Günlük gezimiz Yedi Göller'e.

Eğer burayı daha önce görmediyseniz, hayatınızda önemli bir eksiklik olduğunu hemen ve bütün ciddiyetimle söyleyebilirim. Göllerden kıyısında oturup manzaranın keyfini çıkartmayı artık size bırakıyorum.

Acıkılınca, getirilen yiyeceklerle Orman İdaresi'nin sunduğu mütevazi imkanlardan yararlanarak mükemmel bir piknik yemeği yenebilir.

Sonrası yine doğa içinde uzun yürüyüşler olmalı. Taa ki, ayaklara kara sular ininceye kadar!

Bu arada yine fotoğraf çekmeyi unutmayın!

Akşama ise Abant'ta göl kıyısında bir restoranda, mangalda pişirilmiş mis gibi kekik kokan ünlü Seben kuzusu yemeniz önerilmekte.

Bir başka öneri de, eğer yer ve balık bulunabilirse, akşam yemeğinde tereyağında pişirilmiş taze alabalık yenmesi. Bunun için Bolu Orman İşletmesi'nin yakınındaki alabalık tesislerine gidilmesi gerekiyor.

* * *

Pazar sabahı kahvaltının ardından göl çevresindeki 7 kilometrelik parkur yürüyüş için ideal.

Mehmet Yaşin, yürüyüşün ardından civarda kurulan köylü pazarını mutlaka görmenizi öneriyor. Buradan manda sütünden yapılmış köy tereyağı, keçi peyniri ve yabani mantarlardan satın alabilirsiniz, hatta mutlaka almalısınız.

Sonrası İstanbul'a dönüş.

Aman dönüş trafiğine dikkat!

* **

Bu geziyi çok daha ayrıntılı bir biçimde önümüzdeki bayram sonrası Hürriyet Pazar'da Mehmet'in kaleminden okuyacaksınız. Onun objektifinden fotoğraflarla birlikte tabii.

Ben şimdiden söylemiş olayım.

Yazarın Tüm Yazıları