Ya ölecek ya öldürecek

Bizim yaşadığımız o anı, Dağlıca’da, son şehitleri verdiğimiz yerde ve dağların başka zirvelerinde, eteklerinde, ormanlarında, nehir kıyılarında, askerlerimiz sürekli yaşıyor. Ya ölecek, ya öldürecek. Bu kahpe gerçek.

Gece yarısı saat 02.00. Dağlıca askeri taburu. Komutan bir grup askeri görevlendiriyor. Çevreyi kontrol etmeleri için. Ellerinde gelişmiş bir alet. İnsanın vücut ısısına duyarlı o alet, belli bir uzaklıktan, karanlıkta ve dağda, biri varsa, onu kaydediyor, onu görüyor.

Ya ölecek, ya öldürecek.

Askerler ellerinde o aletle yola çıkıyor. Devriye dolaşmaya başlıyorlar. Ölmeye ya da hayatta kalmaya yolculuk. Tüyleri diken diken eden bir an.

Ya ölecek, ya öldürecek.

Biz, bir grup gazeteci, dağdaki kampta gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, devriyeye çıkan askerleri izliyoruz. Hepimizde aynı kaygı: "Dönecekler mi geriye?"

Açık havada ve dört bin metre yükseklikte dağın başında, o saatlerde nefes almak bile güç. Çünkü, kahreden o kaygı.

On yıl gibi gelen, kimsenin ağzını bıçak açmadığı iki saat geçiyor. Giderek yakınlaşan tanıdık sesler. Ohhh, herkes derin bir nefes alıyor. Giden askerler geri geliyor.

10 YIL ÖNCEKİ HALİ

Bizim yaşadığımız o anı, Dağlıca’da, son şehitleri verdiğimiz yerde ve dağların başka zirvelerinde, eteklerinde, ormanlarında, nehir kıyılarında, askerlerimiz sürekli yaşıyor.

Ya ölecek, ya öldürecek. Bu kahpe gerçek.

Ben buna bir kez tanık oluyorum. Yaklaşık on yıl önce, Genelkurmay Başkanlığı, "askerin hangi koşullarda mücadele ettiğini göstermek" üzere, bir grup gazeteciyi o bölgeye götürüyor. Dağlıca’da ben de varım.

Kuş uçmaz, kervan geçmez dağda, Dağlıca Kampı’nda kalıyoruz. Çadırda yatıyoruz. Karavanaya kaşık sallıyoruz. Uzakta silah sesleri. Belki hain bir pusu, belki sıcak bir çatışma.

Kampta kaldığım gece, bütün hayatım gözümün önünden geçiyor. Tam hesaplaşma. Nerede iyi, nerede kötü, nerede hata, nerede doğru ve neden soruları, zincirleme reaksiyon gibi. O soğuk gecede, beynim uyuşuyor, kanım çekiliyor.

Dönüp dolaşıp hep aynı kahpe gerçek. Ya ölecek ya öldürecek. Bugün geçiyor. Ya yarın ya yarından sonra ya daha sonra? Meçhul. Orada yaklaşık bir yıl süreyle, hep aynı duyguyla yaşamak. Bugün geçiyor, herkes hayatta. Yarın, kim bilir?

ASKERLERİN BAKIŞI

Sabah helikopterler geliyor. Bizi almaya. İran sınırında bir karakola. Karakol tam sınırda. Bir adım atıyorum, orası İran. Bir adım geriye, orası Türkiye. Karşıda derin bir vadi, yamaçları orman kaplı. Bu karakola bizden dört gün önce saldırı var.

Helikopterler havalanıyor. Biz helikopterdeyiz. Havalanırken, bizi uğurlayan askerlerin bakışını ömrüm boyunca unutmam imkansız. Öyle bakışlar ki, sanki bir veda. Sanki sonsuza yolculuk.

Biz ayrılıyoruz Dağlıca’dan. Ama, onlar orada.

Aynı akşam İstanbul.

Kendimi sokaklara vuruyorum. Neredeyim? İstanbul’da mı, Dağlıca’da mı? Şu akan Boğaziçi mi, Dağlıca’daki ırmak mı? İkisi birbirine karışıyor. Bir Dağlıca’ya gidiyorum, bir İstanbul’a geliyorum. İstanbul’a geliyorum, hayır yine Dağlıca’dayım.

Ya ölecek ya öldürecek, o saatler. Helikopterin havalanışı, o ayrılık anı. Biz gidiyoruz, onlar kalıyor. Onlar kalıyor, onlar kalıyor. Onlar...

İstanbul’a dönüyorum, günlerce Dağlıca’da kalıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları