İyi yolculuklar

BUGÜN size eğlenceli bir yolculuk hikáyesi anlatacağım. Bir arkadaşımın başından geçmiş, gerçek bir hikáye.

Arkadaşımın adını versem, benim kuşağımdan herkes tanır.

1970'li yıllarda sosyal demokrat siyasete bulaşmış, sonradan başarılı bir işadamı olmuş kuşaktan biri.

Olay Chicago O'Hare Havaalanı'nda geçiyor.

Arkadaşım Chicago üzerinden Atlanta'ya gidiyor.

ABD'ye girişi O'Hare Havaalanı'ndan yapıyor.

* * *

Bagaj bandının başında valizini beklerken, birden küçük köpek paçasına yapışıp havlamaya başlıyor.

Bu Amerikan gümrüklerinde ‘‘drug dog’’ denilen uyuşturucu arayan köpeklerden biri.

Anında görevliler koşuyor ve arkadaşımı yakalıyorlar.

Suçüstü mahali, orada bagajların beklendiği yerde.

Bir anda üzerindeki bütün elbiseleri çıkartıyorlar.

Bir külotla kalıyor. Tabii Türk Hava Yolları'yla gelen bütün yolcular da merakla izliyor.

Bir saate yakın arama yapılıyor.

Ancak hiçbir şey bulunmayınca, polisler ‘‘özür dileyerek’’ kendisini bırakıyorlar.

Elbiselerini giyip, valizini alıyor.

Ancak üç adım atıyor ki, bu defa bir başka köpek valizine sarılıyor.

O da ‘‘food dog’’ denen ve kaçak yiyecek arayan köpeklerden.

Yine görevliler koşuyor, valizler açılıyor, altı üstü aranıyor.

Valiz, gizli bölmeleri vardır ihtimaliyle neredeyse paramparça ediliyor.

Yine bir şey yok.

Ancak çile bitmiyor. Bir kere alnına yazılmış.

Bu defa daha üst düzey bir görevli, ‘‘Bizim köpeklerin kafası niye karıştı’’ diyerek, arkadaşımı bir kere daha içeri alıp incelemeye, sorgulamaya başlıyor.

Bu arada Atlanta uçağı kaçıyor.

Ama nafile.

Bütün bu maceradan sonra, yine ‘‘özür dilenerek’’ uğurlanıyor.

Ama bekleyin. Çile bitmedi.

* * *

Bu defa dönüş yolu macerası var.

Atlanta'da işini bitirip, yine O'Hare Havaalanı üzerinden geri dönüşe geçiyor.

Bu defa Türk Hava Yolları'na binmek üzere X Ray cihazından geçerken ziller ötmeye başlıyor.

Üzerindeki kemerleri, metal düğmeli blazer ceketi çıkarıyor.

Yine geçiyor, ziller yine ötüyor.

Üst baş aranıyor, yavaş yavaş kazaklar, gömlekler fora ediliyor.

Yine nafile, alet durmadan ötüyor.

Bekleyenler arasında THY'nin Türk yolcuları da var.

Bütün gözler arkadaşımın üzerinde. Alet öttükçe, o kızarıyor, kızardıkça küçülüyor.

Neyse sonunda geçiyor ve THY'nin A 340 uçağına binip, derin bir ‘‘Oh’’ çekiyor.

Önce güzel bir viski isteyip, rahatlıyor, sonra kulaklığını takıp, müzik dinlemeye başlıyor.

Güzel bir uyku ve arkasından İstanbul'a doğru alçalma.

* * *

Olayın bundan sonrasını, eşinin ağzından anlatıyorum.

Şoförü, arkadaşımı karşılamak üzere havaalanının kapısında.

Arkadaşımın eşi, şoförünü arayıp, uçağın inip inmediğini soruyor.

Şoföründen gelen cevap şudur:

‘‘Uçak indi ama ... Bey'i polis nezarete aldı.’’

Buyrun, macera Türkiye'de de bitmemiş.

Yine arkadaşıma dönüyorum.

Uçaktan inip, polisin önüne geliyor ve elini ceketinin iç cebine atıp pasaportunu çıkarmak istiyor.

Ama pasaport yok.

Her tarafını arıyor, pasaport yok.

Bunun üzerine havaalanı amirliğine haber veriliyor. Oradan iki görevli geliyor ve arkadaşımı alıp mevcutlu biçimde merkeze götürüyor.

Suçu pasaportsuz yurda girme teşebbüsü.

İki polis arasında uzaklaşırken, aynı uçakta gelenlerin müstehzi bakışlarını, derisinde hissediyor.

Onlar sanki içlerinden şöyle demektedirler.

‘‘Amerikan polisi yakalayamadı ama Türk polisi yakaladı.’’

* * *

Ve geliyorum son sahneye.

Yine arkadaşımın eşine dönüyorum.

Arkadaşım Atatürk Havaalanı Emniyet Amirliği'nde ifadesini verirken, evde telefonu çalıyor.

Arayan bir profösörün sekreteridir.

‘‘Hanımefendi, orası, sayın ...'ın evi mi?’’

Telefondaki sekreter, ‘‘Evet’’ cevabı alınca devam ediyor:

‘‘Sayın hocam eşinizle aynı uçakta business class'ta seyahat ediyormuş. Ceketini öndeki gardroba vermiş. İnişte kendi ceketinin cebindeki pasaport diye, eşinizin cebindeki pasaportunu almış. Adresinizi verirseniz pasaportu göndereceğiz.’’

Arkadaşımın eşi hayretten donmuş susarken, ahizeden son cümle gelir:

‘‘Sayın hocam eşinizden çok özür diliyor....’’
Yazarın Tüm Yazıları