Benim görevim Caner'i bu gezegene indirmekti

Onlar sporcu bir aile.

Baba, Demircan Erdoğru, Türkiye Yüzme Sutopu ve Atlama Federasyonu'nda yönetim kurulu üyesi. Her zaman sporla içe içe olmuş. Su ve kar kayağında üzerine yokmuş...

Anne, Zeynep Everi. Power ve Power XL'in sevilen DJ'lerinden biri. Yıllardır radyoda program yapıyor. O Türkiye vücut geliştirme şampiyonu. Dokuz yaşından beri sporla haşır neşir. Onüçünde Beşiktaş A Takımı'nda basketbol oynuyor. Onaltıbuçuk yaşında 5.5 aylık hamileyken Rus Mili Takımı'yla özel bir maçta top koşturuyor. 6.5 aylık hamileyken ise balıklama atlıyor, su kayağı yapıyor. İçinden de oğlu Caner'in karnında barfiks çektiğini düşünüyor...

Çok genç bir evlilik.

Çok da kısa süreli.

İki buçuk yıl.

Ama Zeynep herşeye, herkese direnip o çocuğu, Caner'i doğuruyor. Bir süre sonra evler ayrılıyor ama annenin çocuğuna olan aşkı bitmiyor. Baba bir daha evleniyor, bir kardeş daha oluyor. Caner iki ev arasında ama iki arada bir derede kalmadan büyüyor...

Yani ailenin üçüncü sporcusu da huzurlu bir ortamda yetişiyor.

Çok küçük yaşta spora başlıyor.

Anne ve baba onu 4 yaşında havuza attıkları için müthiş gurur duyuyor.

Sıkı sporcu Caner.

Yüzlerce kez milli oluyor.

Spor Akademisi derken ver elini Amerika.

New York'ta su topu bursuyla okuyor.

Mayıs'ta her şey bitecek, kep töreni var, aile oraya gidecek.

Ona hazırlanıyorlar.

Bu arada Caner 18 aydan sonra Türkiye'ye geliyor.

5 gün birlikte oluyorlar.

5. gün doğum günü...

Ve o gün Caner, yani doğduğu gün, el sallayıp veda ediyor.

Ölüyor.

Yazının bu noktasında gelindiğinde insan iç geçirip soruyor:

‘‘Bundan daha kötü ne olabilir?’’

Zeynep Everi de aynı soruyu kendine soruyor ve ertesi gün aldığı bir haberle daha kötüsünü görüyor. Hem Caner'in hem kendisinin yakın arkadaşı Emre, evinde boğazı bıçakla kesilmiş olarak ölü bulunuyor.

Hayat böyle bir şey işte.

Ölüm böyle bir şey işte.

Bazen ölümün şekli bile, ölümün önüne geçebiliyor.

Ve Zeynep'in dediği gibi plan yapmamak gerekiyor.

Evren bütün planları altüst eder...

HAMİŞ: Dünkü yazımda, yarın Damardan Pazar'da taksici Erol'un acıklı hikayesini anlatacağımı söylemiştim. Bir doğru, bir yanlış oldu. Doğru, Damardan Pazar oldu. Yanlış, taksici Erol'un acıklı hikayesinin yerini Caner'in öyküsünün alması oldu. Erol Odabaşı yarına kaydı...


Zeynep Everi


YAŞ FARKIMIZ 17’YDİ O BENİM HEM OĞLUM HEM ARKADAŞIM HEM AĞABEYİMDİ


17 yaşında anne olmak nasıl bir şey?

- Caner’i elime aldığımda 17 bile değildim. Herkes seksek oynarken ben anne oldum. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim, benim hayatımda yaptığım en güzel ve tek doğru şey Caner'i dünyaya getirmekti...

Bir aşk çocuğu mu Caner?

- Bilmiyorum ki, o yaşta, aşk, gerçek aşk mı, yoksa aşk zannettiğin başka bir şey mi... Demircan da ben de çok gençtik, flört ediyorduk, hamile kaldım ama o çocuğu çok istedim... Evlenmeye karar verdik. Evliliğimiz kısa sürdü... Biz evcilik oynadık, oyun yastık kavgasıyla bitti... Şu anki kafamla diyorum ki, biz aslında Caner'i bu gezegene indirmek için görevliydik... Caner'in buraya gelmesi gerekiyordu, biz Demircan'la o görevi tamamladık ve yollarımız ayrıldı... Askerden dönünce ikinci evliliğini yaptı. Gayet normal görüştük. Bir kardeşi daha oldu Caner’in... Biz ‘‘bir gün baba görecek, altı gün anne’’yi ya da tersini ona hiç hissettirmemeye çalıştık. Oluşabilecek problemleri Caner hiçbir zaman görmedi, çünkü problem oluşmadı. Demircan'ın ikinci eşi de Caner'i asla kendi çocuğundan farklı tutmadı.

İnsanın çocuğuyla arasında 17 yaş fark olması nasıl bir şey? Farklı bir bağlılık mı?

- Öyle... Birlikte büyüyorsun... Kelimelerle ifade etmek zor. O benim hem çocuğum, hem arkadaşım, hem de abimdi. Ben ağlarken beni koltuğunun altına alıp öyle güzel akıllar verirdi ki... Öyle güzel sallayıp kendime getirirdi ki... Bir doksan boyunda bir adam, sevgilin bile zannediyorlar... Biz aynı jenerasyonun çocuklarıydık. Tarifi olmayan acılar çekiyorum... Sadece şuna seviniyorum, ne şahane bir çocuk yapmışım ben, ne çok seveni varmış, ne iyi kalpli bir insanmış... Vah gidene değil, vah kalana yani.


BiR ANNE OĞLUNUN ÖLÜMÜNÜ ANLATIYOR


7'sinde New York'tan geldi. Havaalanında karşıladık. Acayip özlemişiz, 18 aydır görmemişiz. Kredilerini tamamlamak için uğraşıyordu, Mayıs'ta mezun olacaktı...

Hemen talimatlarını verdi: ‘‘En çok mangalı, tulumba tatlısını ve fırından çıkmış ekmeği özledim.’’ Mangalı sona bıraktık, doğum gününe, diğerlerini yaptık.

Doğum gününde teyzesinde mangal partisi yapılacak. Bütün aile ve arkadaşları orada olacak. Doğum gününe iki gün var, cuma akşamı ‘‘Hadi anne network yapalım’’ dedi. Bir yastıkta ikimiz kafa kafaya, dik açı uzanıp, televizyon seyrediyoruz, o buna ‘‘network’’ diyor. Ertesi sabah da acayip bir kahvaltı ziyafeti çektik...

Cumartesi gecesini arkadaşlarıyla geçirdi, erken doğum günü kutladı.

Oldu mu Pazar günü?

Benden kısır istedi, bir de kuskustan yapılan bir yaz salatası var sevdiği. O da Amerika'da öğrendiği bir salatayı yaptı. Aynı zamanda New York'ta bir Fransız lokantasında başgarson olarak çalışıyordu. Ama son anda başımıza maç çıkardı. ‘‘Ama oğlum doğum günün bugün, peki hadi git’’ dedik. Biz teyzesinin evinde, annem, teyzesi, ben bekliyoruz. Arkadaşları ve Demircan'lar da bize gelecek...

Telefon çaldı, maç bitmiş, babasının evine gitmiş, üzerini değiştirip gelecekmiş. Kolunda spazm var demiş babası teyzesine. Bir telaş aldı beni, ‘‘Hay Allah su topu sert spor, daha önce de omuzu kırılmıştı, ne oldu acaba?’’ Sonra adale yırtılması olabilir diye düşünmüşler. Babası hastaneye götürmek istemiş. ‘‘Doğum günümü hastanede mi geçireyim? Buz koyalım geçer’’ demiş.

Bir süre sonra bir telefon daha. ‘‘Çabuk gelin, İstinye Devlet Hastanesi'ne gidiyoruz, Caner astım krizi geçiyor galiba.’’ Uçarcasına gittik. Sinirden titriyorum. ‘‘Yok, kalp spazmı’’ dediler. ‘‘Her şey yapıldı bekliyoruz.’’ Öyle de bir söyleniyor ki, hiçbir şey kondurmuyorsun. Bir anda acayip kalabalık oldu hastane.

Babası ‘‘Artık buradan gidiyoruz’’ dedi, ‘‘Kalabalık yapıyoruz, faydamız da yok, evde bekleyelim.’’ Ben orada bağırdığımı hatırlıyorum, ‘‘Beni ancak kazırlar buradan!’’ Kapıya bağlayacağım ya kendimi, ondan haber alana kadar bir yere ayrılmayacağım.

Bir ara baktım polisler geldi, doktoruyla konuşuyorlar, ‘‘Ne var? Ne oluyor?’’ dedim, ‘‘Apar topar getirdik adını yazmadık da onu yazıyoruz.’’ Demircan da ‘‘Zeynep, bir şey olsa ben bu kadar sakin olabilir miyim?’’ dedi, inandım.

Sonra hepimiz Demircanlar'ın evinde topladık, bekliyoruz bekliyoruz, bekliyoruz.

Demircan bir ara, ‘‘Tetkikler için Alman'a götürüldü, orada söylemedim’’ dedi. Oh neyse rahatladım, inşallah iyi bir haber gelir.

Bana iğne yapılıyor, anneme iğne yapılıyor, alt kat, üst kat insan kaynıyor. Duyan geliyor.

Bir arkadaşım da sürekli ‘‘Bana bak, kalp spazmı ciddi bir şey. İyi haber de gelebilir, kötü haber de, kendini hazırla’’ diyor.

Sonra o arkadaşım söyledi. Meğer herkes biliyormuş. Meğer daha hastaneye giderken ‘ex’ olmuş. Beni alıştırmaya çalışıyorlarmış.

Dedi ki ‘‘Bak, Zeynep...’’

Yüzünden anladım.

Cümlesinin devamını duymadım bile. ‘‘Öldü mü?’’ dedim, gözleriye işaret etti.

Bir o tarafa düşüyorum, bir bu tarafa, ‘‘Daha bu sabah oğlumun fotoğraflarını çekiyordum... O maça gitmişti... Yemeğe gelecekti... Bugün onun doğumgünüydü...’’
Yazarın Tüm Yazıları