Türkçe şarkılar söyleyen bir Fransız Simi Mate

Kim ulan bu sesin sahibi!

Biliyorum, ‘‘ulan’’ kelimesini Türk örf ve adetlerine uygun bulmayan, geleneksel aile yapısıyla bağdaştıramayan, beni güzel dilimizi kötüye kullanmakla suçlayanlar var ama radyoda o sesi duyduğumda heyecana geliyorum, sahibini merak ediyorum ve aynen böyle diyorum:

Kim ulan bu sesin sahibi!

Yani yalan mı söyleyeyim?

Kendi kendime ulan diyebilmek için sizden izin mi isteyeyim?

Yazmazsın olur biter diyebilirsiniz.

O zaman da, ben, ben olmuyorum.

*

Ben, benim.

Tigra'mın içindeyim.

Gözüm yolda, kulağım radyoda.

Power Türk'te dinlediğim parçanın adı da: Işığımı Takip Et.

Çok çok farklı bir ses.

Bir kere ses.

Müzik ve ritm ön planda değil dinlediğim şarkıda. Gümbür gümbür bir kadın sesi. Hüzünlü, buruk, duru. ‘‘Beni dinleyin’’ diye yalvarmıyor. Sanki ‘‘Ben maharetimi sergiliyorum, şarkımı söylüyorum, yerse canım’’ diyor. (İkinci argomu da kullandım, ‘‘yerse’’ demek de ayıp mı?) O ses, bana biraz Işın Karaca'yı, biraz Hümeyra'yı, biraz da Alpay'ı hatırlatıyor. Neden diye sormayın. Sebebini bilmiyorum. Müzik uzmanı değilim ama dinlediğim bu şey beni yakalıyor, onu biliyorum.

*

Parça bitti.

Hadi artık DJ, VJ, neyse onun adı, söylesin de sesin sahibinin kim olduğunu, öğreneyim. İşte tam o sırada kırmızı bir Peugeot beni sağlıyor, deli mi ne bunlar, bu şehirde bu trafikte nasıl canlı kalabiliyorsak, kaldırıma çıkacakken, son anda kırıyorum ve spikerin, o merak ettiğim ismi söylediğini hayal meyal duyuyorum:

Simi Mate.

Ne biçim isim bu?

Güzel, havalı ama...

Hangi memleketten acaba?

Mate, Mate...

Nasıl yazılıyor?

Tepesinde aksan mı var?

Yoksa bu kadın Fransız mı?

Ne güzel, Fransız bir kadın Türkçe şarkılar söylüyor! Annem 35 senedir Türkiye'de hálá yumuşak g'leri onun gibi telaffuz edemiyor. Afferin ona! Baksana ne güzel ışığımı takip et diyor. Öyle ‘‘ışıkımı’’ filan yok yani. Resmen bizler gibi. Belki de benim gibi kırma bir şeydir. Neyse, en kısa zamanda kendime bir Simi Mate CD'si edineyim...

*

O ‘‘en kısa zaman’’ geldi.

Akmerkez'de Uzelli'deyim.

Tamam müzikten anlamam ama kredi kartı, hiç ödenmeyecekmiş ya da ödeyecek olan ben değilmişim gibi, limitine kadar nasıl kullanılır, işte ondan iyi anlarım! Uzelli de öyle bir yer, pantolonunu bırakıp çıkıyorsun oradan. Kendimi CD'ler arasında kaybettiğim bir anda, o tuhaf sesli Fransız kadın geliyor aklıma, görevliye ‘‘Simi Mate var mı?’’ diye soruyorum, içimden de beni sağlayan kırmızı Peugeot'ya küfrediyorum.

‘‘Var. Türkçe bölümünde’’ diyor.

E adam haklı tabii.

Kadın Türkçe şarkılar söylüyor.

Suratıma alaylı bir bakış fırlatmayı ihmal etmeyen görevli ekliyor:

‘‘İsmi de Simin Mater.’’

Mosmor oluyorum.

*

Olsun.

Hatta daha iyi.

Böyle bir yetenek bizden çıkmış demek ki!

Evet o kadın Fransız değil, Türkçe şarkılar söyleyen bir Türk. Ama çok hoş bir sesi var. Şarkıların sözleri de müziği de kendine ait. Albümü Dost Yalnızlıklar, NR1 Müzik'ten çıkmış. Başarılar diliyorum. Kırmızı şarap içerken bol bol kendisini dinlediğimizi de bilmesini istiyorum.

HAMİŞ: Söylüyorum, o Uzelli bela bir yer diye. Bir CD'yle yollamıyorlar sizi. Yasak! Bir adet de Norah Jones kaptım tabii: ‘‘Come away with me’’. İşte bir tane daha mum yak, şarap iç CD'si. Norah Jones bir Arif Mardin prodüksiyonuymuş üstelik. E bari bir tane daha CD ismi yazayım da huzurlarınızdan kaybolayım: Cassandra'nın ‘‘Travelling Miles’’ı. Evet eski bir albüm ama siz de yoksa, lütfen alın onu. Ve mümkünse... Mumlar hala erimediyse, şarap da bitmedi değil mi... İyi... Sevgilinizle öpüşürken dinleyin...


40 yaşında sekreter olmaz mı?


Çok fazla süslü laflar etmeden konuya giriyorum: Kadınlara yönelik birçok iş ilanında şu tanımlamalar göze çarpıyor: ‘‘25 yaşını aşmamış, fiziği ve diksiyonu düzgün.’’ Özellikle de sekreter (yeni adıyla yönetici asistanı!) aranıyorsa... Oysa, pek çok Batı ülkesinde sekreterler, bizdeki anlayışın tam tersine, orta yaşlarda gerçekten bilgili hanımlar. Bu konuda kimsenin şimdiye kadar bir yazı yazmamış olmasını da esefle karşılıyorum. Bu ülkede 40 yaşını aşmış veya bu yaşları süren kadınların hiç mi iş bulma şansı yok? Ben çocuğumu yetiştirmek için bir süre (4 sene) iş hayatına ara vermiş 40 yaşında bir kadınım. Yurt dışında yaşadım, su gibi İngilizce biliyorum, 10 parmak ve çok hızlı bilgisayar kullanabiliyorum, özel sektör ve yabancı misyonda çalışma tecrübem var ama ilanlara bakınca bu ülkede iş bulamayacağımı anlıyorum. Aradığım pozisyonların hepsi yaşa sınırlama getirmiş. Neden? Şimdi soruyorum size, 40 yaşlarında, bakımlı, enerjik, kafası çalışan, bir çok vasfı olan bir kadın bu memlekette kendine nasıl iş bulacak? Tam da hayatınızı oturttuğunuz, salim kafayla üretken olabileceğiniz yaşlar. Ama galiba aranan vasıflar bunlar değil. Tecrübesiz, güzel ama bilgisiz, toy ve manüpile edebilecekleri (bir de az para verecekleri) eleman arayışı içindeler. Peki bizler ne yapalım? (Y.K)

FENA HALDE HAKLI BULUYORUM

- Sevgili Y.K. Son derece haklısınız. Benim de sizin konumunuzda tanıdığım arkadaşlarım var çevremde. Siz yazınca farkettim ki, nedense, sekreterleri ileri yaşta olan iş adamlarına çok az rastlıyoruz. Öyle bir ülke ki yaşadığımız ülke ‘‘Ne varsa 20'li fıstıklarda var.’’ Ama böyle yazarak, yirmili yaşlarda olup, kafası çalışan ve ekstradan bir de fıstık olanları bir kalemde harcamak istemiyorum. Genç bir nüfusuz biz. Onlar ne yapsın? Çalışmasın mı? Onları da yok saymadan sizin söylediğiniz soruna çözüm bulmak en iyisi. Salak politikacılar gibi konuşmak istemiyorum ama işsizliğin toplumsal olarak tartışıldığı bir ülkede hiç kimse sorunuzun cevabını kolayca veremez. Ama bilmenizi isterim ki, ben sizi fena halde haklı buluyorum!


Yürüsün gitsin İbrahim Tatlıses


Hepimiz çuvalladık. Hepimiz suçluyuz Derya Tuna'nın başına gelenlerden. İbrahim Tatlıses denilen adama fazla yüz verdik. Gak dese, guk dese haber yaptık, peşinden koştuk, kadınlarını, hayat görüşlerini yazdık. Bir canavar yarattık.

Cehalet böyle bir şey işte, evet bir yere kadar damardan, samimi, sahici, ama bir yerden sonra durdurulması gerekiyor.

Çünkü bu denli bir cehalet, cüretkar bir cesareti de beraberinden getiriyor.

İbrahim Tatlıses'in son derece tehlikeli olduğunu düşünüyorum ben. Somut olarak azmettirici olup olmaması değil buradaki mesele, zaten biliyorsunuz o kanıtlanamıyor, ama şurası aşikar ki, birileri fena halde onun zihniyetine hizmet ediyor. O da muhtemelen bundan gurur duyuyor.

Emre Aköz'e de hak veriyorum, yaşadığı çevrede var olabilmesi için imparator denilen arkadaşın başka çaresi yoktu.

O yüzden son derece tehlikeli bir durum var ya ortada, nedir bu adam, mafya babası mı, aşiret ağası mı, insanları yıldırmak için kendi yöntemleri mi var, biz bu adama mı şarkıcı diyoruz, onun şarkılarıyla mı eğlenip inliyoruz, böyle sakat bir modeli mi yazıp çiziyoruz, valaha insanların özel hayatları kendine, ne yaparlarsa yapsınlar, kaç kadınla erkekle yaşadıkları hiç beni ilgilendirmez, ama bu son hadise pes yani, elbise-melbise de bahane, ona verilecek en büyük ceza, böyle bir şahsiyeti yok saymak, toptan, aklı başına gelinceye kadar unutmak.

HAMİŞ: Bu arada Nazlı Ilıcak'a da teessüf etmeyi bu ülkede yaşayan bir kadın olarak borç bilirim. O farkında mı İbrahim Tatlıses zihniyeti arkasına sığınan erkeklerin ‘‘Modernliğin sonu bu. Bak bir kurşunla sustu, oturdu’’ tavrının ne kadar tehlikeli olduğunun. Adam yol veriyor resmen bu tür saldırganlıklara, meşru kılıyor. Nazlı Ilıcak da kalkıyor, bir anneye yakıştıramadım ben o elbiseyi diyor. Asıl ben onun söylediklerini bir kız annesine, bir gazeteciye ve kafası çalışan bir kadına yakıştıramadım.


HAMİŞ 2: Çok saçma ama Nur Çintay'ın Radikal'da yazdığı yazıyı kendi yazımı bitirdikten sonra görmüş bulunuyorum. ‘‘Hamama giren terler’’ mantığı üzerine kurduğu yazı hakkında fikir beyan etmeyi de gerekli görüyorum. Bu Nur çok şeker kızdır ne oldu ona? Cuma günü döşendiği yazısında, özetle, Derya Tuna'nın o alemin raconlarını bal gibi bildiğini söylüyor. Ekmek parası kazanmak için assolistliğe soyunduğunun palavra olduğunu iddia ediyor. E günaydın! Uyan da balığa gidelim. Ama mesele o değil ki. Yani biz o rüküş (rüküştü gerçekten ama bunun da konumuzla alakası yok) transparan elbiseyi giymesini, giydiği takdirde başına neler geleceğini, yani Tuna'nın çanak tuttuğunu filan tartışmıyoruz burada. Arkadaşlar, hem çanak tutmuş olsa kaç yazar? Fahişelere tecavüz indirimi istemekten ne farkı var bunun? Biz eylemi tartışıyoruz. Tecavüzün, birilerini kurşun manyağı etmenin Allahaşkına mazereti olabilir mi? Asena'yı altedemeyen yaralı bir kadın olup olmamasının da bu mevzuyla alakası yok. Kadının biri şehrin ortasında onlarca insanın arasında vuruluyor. Göz göre göre. Bu hangi mantıkla açıklanabilir? ‘‘E o da kaşındı’’ demek abuk değil mi? Kaşınsa ne olacak kaşınmasa ne olacak? Kimin böyle bir şey yapmaya hakkı var? Racon nedir biliyor musunuz? Böyle bir durumda, her ne şart altında olursa olsun ‘‘Vuruldu ama...’’ diye başlayan cümleler kurmamaktır. Küçük bir teessüf de Nur Çintay'a yani! Bu arada İstanbul Life şahane oluyor Nur, tebrik ediyorum seni.
Yazarın Tüm Yazıları