Mutlu aptalları kim ne yapsın?

İnsan sadece spotların altındaki popüler sanatçılara, yazarlara, oyunculara mı hayran olur?

Sadece onlarla mı tanışmak, konuşmak ister?

Böyle bir kural yok.

Bir dolu bilim adamı, doktor, cerrah, üniversitede hoca var bu ülkede.

En azından benim için.

Yakasına yapışmak istediğim.

Dizinin dibinde oturup hayata ve kendime dair bir şeyler öğrenmeyi hayal ettiğim.

Sohbet etmeyi düşlediğim.

İçten içe arkadaş olmayı arzu ettiğim.

Benimle bir bira içse ne şahane olur dediğim.

Ne var ki, onlar ortada değiller.

Hem de hiç.

Konser vermiyorlar.

İmza günü yapmıyorlar.

Papermoon'a gitmiyorlar.

Zaten bunların harbi iyi olanları televizyona filan da çıkmıyor.

Geri durmak için özel bir gayret sarf etmiyorlar belki, ama izlediğimiz her kanalda, okuduğumuz her gazetede dahiyane fikirlerini toplumun gözüne gözüne sokmuyorlar.

Sadece işlerini yapıyorlar.

Ve iyi yapıyorlar.

Şehir efsaneleri dolaşıyor onların hakkında, fikirlerine ulaşmanın tek yolu da yazdıkları çizdikleri kitapları okumak...

*

Dr. S. de onlardan biri.

O bir psikiyatr.

Ne yapıp edip onunla tanışmalıyım.

Çalıştığı hastaneyi arıyorum, en vakur halimle yardımcısından randevu istiyorum.

Salaklık şurada, randevuyu gazeteci olarak istiyorum.

Kendimi tanıtırken Hürriyet'ten bilmem kim diyorum, ağzımdan laf öyle çıkıyor, bazen yaptığım işten kendimi soyutlayamıyorum.

Cevap anında geliyor:

‘‘Dr. S. röportaj vermez efendim, gazetecilerle konuşmaz.’’

Cinim ya...

Anında çark ediyorum.

‘‘Yok yanlış anladınız ben hastası olmak istiyorum.’’

Nedense hiç şüphem yok olabileceğimden.

Nasıl olsa ruhsal sorunlarım var, vardır yani, yalanım yok yani.

Karşımdaki ses ‘‘Bir saniye bekler misiniz efendim’’ diyor.

Randevu defterinin haşır huşur sesi kulağıma geliyor.

Nefesimi tutuyorum.

Yaşasın! Oldu bu iş... Acaba randevu ne zamana verilecek? Bugüne mi yarına mı, inşallah gelecek hafta olmaz Türkiye'de olmayacağım çünkü...

Ve o meşum randevu veriliyor.

2003'ün üçüncü ayının ikinci haftasına!

Kısmi bir şok geçirdiğimi itiraf etmem gerekiyor.

Çünkü bu konuşma bundan tam 2 yıl önce gerçekleşti.

Hayatımda ilk defa bana 2 yıl sonrası için bir randevu verildi.

*

Şaşırmadım mı?

Yok artık, devenin bale pabucu demedim mi?

Dedim.

Ama zamanla tedavisi süren hastaların sırasını alamayacağım konusunda kendimi ikna ettim. Ve bu Dr. S. meselesini bir güzel uykuya yatırdım.

Uzuuuun bir süre.

Bu 2 sene zarfında da hayatımda pek çok değişiklik oldu.

O zamanlar evli bir kadındım mesela, şimdi değilim.

Ayrı evlerde yaşamak, 3 artı 4 (haftanın üç günü ayrı kalmak, dört günü birlikte olmak) gibi formüllere inanırdım, şimdi inanmıyorum. Bir ilişkiyi, bir evliliği uzun kılmanın matematiksel yolları olduğunu düşünürdüm, şimdi öyle düşünmüyorum, sadece önüme gelen harika bir şeyi yaşıyorum, dibine kadar, kayıtsız şartsız.

Sonra eskiden çenem daha düşüktü.

Şimdi fark ediyorum ki, (normal insanlara kıyasla hálá öyle ama) eski halime göre bir takım şeyleri daha fazla korumaya çalışıyorum.

Haksızlık etmişim yani.

Sadece ben demişim, dere tepe düz gitmişim yani.

Gerçi hálá pek çok meselede kafam karışık ama daha az savrulan bir hayat sürmeye başladığımı söyleyebilirim. Korkularım ve güvensizliklerim azalmadı belki ama farklı şeylerle meşgul artık beynim. Biraz daha sakinim. Önümü daha iyi görebiliyorum. Eskisine göre ne istediğimi daha iyi ifade edebiliyorum.

Büyüdüm galiba.

Ya da ben öyle zannediyorum.

Ama şurası kesin ki, ben 2 yıl önceki Ayşe değilim.

*

Hayat normal kendi sakin sularında akıp gidiyordu ki...

Meğer o telefonun gelmesini bekliyormuş!

Gerçekten de Dr. S'nin muayenehanesinden arandım.

Tam 2 yıl sonra...

‘‘2003'ün Mart ayındayız. Fikrinizi değiştirmediyseniz Dr. S. sizi 15 günde bir hastası olarak kabul edebilecek. İlk randevu 13 Mart saat 14.00'te!’’

Tepkim ne oldu dersiniz?

Sevindim, üzüldüm, şaşırdım ama en çok dumura uğradım.

İki yıl sonra bana randevu verildiği için değil.

Artık ona anlatabilecek bir sorunum olmadığı için!

Gerçi içimden bu fırsat kaçmaz, tabii ki gideceksin dedim ama...

Günlerdir içim içimi yiyor, ben gelecek hafta o randevuya gidersem, tanışmak için ölüp bittiğim Dr. S'nin karşısına geçersem ne konuşacağım, ben ona ne anlatacağım?

Askerlerin tezkeresini konuşamam ya!

Kendime dair bir şeyler anlatmam gerekir.

Anlatayım da...

İnsan bir psikiyatra özel hayatında ne kadar mutlu olduğunu anlatabilir mi?

Adam niye dinlesin canım.

Mutlu aptalları kim ne yapsın?

Düşün, düşün...

Bir sorun düşün.

Ufak tefek var şeyler var ama şöyle ele avuca gelir hayati bir şey yok.

Tanrım bulmam gerekiyor, yoksa yavan gelirim ben Dr. S.'ye.

Nasıl olur bu? Nasıl olur da ben insanları heyecanlandıracak bir şeyler bulamam, bir yerlerden çıkaramam, yok mu yani hayatımda boktan giden bir şey...

Mutlu insanların gerçekten öyküsü yok mu?

Oysa iki sene önce o oooo neler anlatabilirdim.

Karşımdaki insanın kafasını karıştırabilirdim.

Ama şimdi lanet olsun, benim kafam karışık değil ki.

Netim.

Çok sinir bu.

Sinir mi gerçekten?

Yoksa huzurlu ve dümdüzzzz bir kadına mı dönüşüyorum ben!

*

Ama bir dakika moralini bozma...

Belki gelecek haftaya kadar olağanüstü kötü bir şey olmaz hayatında ama olsun, insan denilen yaratığın ‘‘gizli çekmeceleri’’ hep vardır, unutma, Dr. S. ile birlikte belki onlar açılabilir.

Durduk yerde kapalı çekmeceleri açacağız ve hayatın bir döneminde onların içine hapsettiğimiz sorunları, korkuları, bastırdığımız şeyleri gün ışığına çıkaracağız öyle mi?

Adamla tanışmak istemiyor musun?

İstiyorum.

İyi ben sana yol gösteriyorum.

Bugünlerde habire kendi kendimle konuşuyorum.

Dahası ‘‘Mutlu ve huzurlu musun? Ne banal!’’ tripleri yaşıyorum.

Hayatımın içinde mutsuzluk kırıntıları arıyorum.

Allah'tan çekmeceler var, oradan bir şey çıkar diye ümit ediyorum.

İnanın ayın 13'ünde Dr. S'nin ofisine gidip gidemeyeceğimi ben de bilmiyorum...

HAMİŞ: Yabancı basında bu ‘‘gizli çekmeceler’’ konusunda pek çok makale yayınlanıyor. Kimileri, kendimizi daha iyi tanıyabilmek için üzerini kapattığımız şeyleri kurcalamamız gerektiğini savunuyor, kimileri ise ‘‘Bırak kapalı kalsın, açıp ortalığa dökülen şeylerin insana faydası yok, zararı var’’ diyor. Bir örnek: New York'ta yaşayan evli bir kadın sırf bu işleri merak ettiği için terapiye başlıyor. Görünürde bir sorunu yok. Mutlu mesut, orta yaşlarda, iş güç sahibi bir kadın. Terapi ilerledikçe ortaya üvey babasının onu küçükken taciz ettiği çıkıyor. Gerçi bunun ne kadarı hayal, ne kadarı gerçek orası da tam bilinemiyor. İşler öyle bir çığrından çıkıyor ki, önce annesi eşinden boşanıyor, sonra da kendisi. Ben ‘‘Hayatınızdaki gizli çekmeceleri kapalı tutmayı başarıyorsanız, açmayın, kurcalamayın’’ deme yetkisine sahip biri değilim. Ben zaten her şeyi merak ederim. Sonuçlarına katlanabilir miyim bilmiyorum ama bütün çekmecelerimi açmaya niyetliyim....
Yazarın Tüm Yazıları