İşte kot pantolonun mucidi

‘‘Burakcığım, Mehmet'le Murat'a da haber ver, Akmerkez'e yeni kotlar gelmiş...’’ ‘‘Berrakcığım Ankuva'da senin için bir kot beğendim...’’ ‘‘Nedimciğim yeni kotlar tam senin bedenine göre, Bostanlı EGS'de buluşalım...’’ ‘‘Çelikciğim Akçay'a yeni kotlar gönderiyorum haberin olsun...’’ Erzurum, Van, Hakkari, Adana, Samsun, Antalya'da da yıllardır hep benzeri sözler... Amerikan ‘‘blucin’’in adı bizde ‘‘kot pantolon’’ oldu; markası ister Gucci olsun, ister Armani, isterse bilmem ne.

Bilmeyenlere duyurulur ki ‘‘kot’’ aslında pantolon adı değil, tek başına bir markadır. Vallahi de, billahi de öyle; bunca yıllık arkadaşım Aytaç Kot'un bu uğurda neler çektiğini yakından bilirim. İşte karşınızda Muhteşem oğlu 1940 İstanbul doğumlu, Galatasaray Lisesi'nin kıvırcık saçlı, mavi gözlü sevimli ‘‘Yavru’’su, rallilerin vazgeçilmez şampiyonu Aytaç Kot.

Tekstilcilik baba mesleği


- Babam Muhteşem Kot, Arnavut asıllıdır, 3 yaşındayken ailece Gossiva'dan Türkiye'ye göç edip Edremit'e yerleşmişler. Ailesi çok fakir olduğu için zor bela ortaokula kadar okumuş, onu bir terzinin yanına çırak vermişler. Bu arada dedem vefatından önce babama 8 tane altın veriyor, bütün sermayesi bu. İyi bir terzi olmayı kafasına koyan babam, bu altınları cebine koyup o yaşında Paris'e gidiyor. Birkaç ay sonra altınlar bitiyor, oralarda aç sefil kalıyor, sokaklarda yatıyor. Bu arada Fransızcayı da öğrenmiş oluyor, çalışmadığı iş kalmıyor. Sonunda Institut Ladeveze-Darroux adlı bir terzilik okula girmeyi başarıp 2 sene okuyor, yıllar sonra ben de oradan mezun oldum. Türkiye'ye dönüşünde annemle tanışıp evleniyor, bu arada İstanbul'da terziliğe başlıyor.

Kısa zamanda çok ünlü bir terzi oluyor, Raif Dinçkök ve Bal Mahmut'la birlikte taahhüt işlerine giriyor. Etibank, jandarma filan, o zamanlar askeri dikimevleri henüz yok. Bankalar Caddesi'ndeki Sen Piyer Han'daki atölyemizde Etibank için dikilen kukuletalı patiska yağmurluklar su geçirmesin diye feci kokusu olan bezir yağına batırılırdı.


Kot'un marka olduğunu bir türlü anlatamadım


- Turgut Özal'ın kapıları açmasından sonra yabancı markalar geldi, biz de otomatikman 2. lige düştük. ‘‘Kot’’ imajı bulutlarda dolaşıyor, biz yerdeyiz. Hatta ‘‘Kot, kot değildir’’ diye bir reklam kampanyası yaptık ama, anlaşılamadı, zaten kimse de anlamak istemiyor. Hala ‘‘Levi's kot’’ diyorlar, anlatılması mümkün değil. Sen de o günlerden çok iyi birsin, Kot'un bir marka olduğunu anlatamadım. 1992'de üretime son verdikten sonra Topkapı'daki fabrikayı kiraya verdim, ihracata dönük işler yapıyorlar. 1992'de üretimi durdurduğum güne kadar ben ve ailem ayağımıza Kot'tan başka blucin giymedik. Malımızın çok iyi olduğuna kendim inanmazsam başkalarını nasıl inandırabilirdim ki? Bugüne kadar ne yaptıysam Türkiye standartlarında hep en iyisini yaptım, hep birinci oldum, genlerimde var her halde. 1973'te Türkiye Ralli Şampiyonu oldum, 1975'e kadar şampiyonluklar aldım, Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazandım, Renault ile markalar birincisi oldum. Ralli ekibinin başı olarak Renault'yla 4 kere Türkiye, bir kere de Avrupa Şampiyonluğu yaşadım. Şimdi de Renault Yardım ekibimle bu hizmetin en iyisini yapıyorum, bir telefon yeter.


Levi’s’in müdürü rüşvet istedi


- Levi's 1985 yılında bizimle çalışmak istedi, bir yıl süren görüşmelerden sonra anlaşmayı imzalama noktasına geldik. Cenevre'deki Avrupa merkeziyle vardığımız mutabakata göre pantolon başına 1 dolar 10 sent know-how ödeyecektik. Son görüşme için Cenevre'ye gittiğimizde Lübnan asıllı Bustani adlı genel müdür ile Mark adlı İskoçyalı yardımcısı, anlaşmanın kesinleşmesi için benden cin başına açıktan 50 cent vermemi istediler. Bunu yaptığımda işi bana kesinlikle bağlayacaklarını, aksi halde mümkün olmayacağını söylediler. Ben de kabul ettim, her şeye rağmen kárlıydı. Bir hafta sonra Los Angeles'e imzaya gideceğim gün genel merkezden bir faks geldi, Cenevre'deki ekibin yaptığı dolandırıcılıklar anlatılıp yaptıkları tüm anlaşmaların geçersiz olduğu bildiriyordu. Onlardan sonra gelen yeni ekip de önce bizimle sonra da Altın Yıldız'la konuştu, sonunda Cem Boyner'le anlaştılar. Levi's belki dünya devi ama, bu işi ilk yapan biri olarak bana sorarsan ‘‘Mavi Jean’’ hepsinden çok daha iyi blucin yapıyor.


Zımparayla blucin ağarttım


- Avrupa'da ilk blucin fuarı 1978'de Frankfurt'ta yapıldı. Ben de orada bir stand kiralayıp Kot'larımızı güzelce sıraladım. Karşımdaki bir stand ise bomboş duruyor, sadece ‘‘Liberty’’ yazısı var. Manyak mı bunlar diye düşünürken açılıştan bir gece önce birkaç tane eski çamaşır makinesi geldi. Sonra da yıkanmış eski blucinleri asmaya başladılar, birkaç tane olsa elle yapmışlar diyeceğim, yüzlerce var. Ne kadar eskimiş blucin varsa toplamışlar, onları satacaklar diye düşündüm. Görevlilerle arkadaş oldum, ne numaralar yapıyorum ama, ser verip sır vermiyorlar. Fuarın bittiği gün bizim Alman hostesler blucinleri satın almış, ceplerinden çıkan küçük taşları da bana getirdiler. İstanbul'a döner dönmez İTÜ'ye tahlile gönderdim, meğer bildiğimiz ponza taşıymış. Denizli, Nevşehir, Van'da ne kadar bayimiz varsa hepsine sipariş verdim, bir hafta içinde çuvallar dolusu ponza taşı geldi. Çamaşır makinesinin içine attık ponzalarla pantolonları; çok küçük açılmalar oldu, o kadar. Bu arada 30 tane marangozların kullandığı zımpara makinelerinden alıp 2 bin pantolonu tek tek ağarttık. Derken kimya mühendisleri ponzanın yanı sıra bazı formüller geliştirdi de biz de Avrupadakiler gibi üretime başladık. Bu mamullerle 1979'da Rumeli Caddesi'ndeki dükkan açıldığında büyük izdiham oldu, polis zor baş edebildi. Vitrinde bir çamaşır makinesiyle Silivri'den toplattığım çakıl taşları ve ağarmış blucinler vardı. Olay çıktı, işte gerçekten ‘‘stonewash’’ (taş yıkama) idi. Başta Samanyolu Sokak'taki tekstilciler olmak üzere bunu gören herkes blucinlerini makinelerde taşla yıkamaya başladı, halbuki alakası yok.


Türkiye’de blucin modasının tarihi


- Blucinin genç kuşağın ilgisini çekmeye başlaması, ünlü Amerikalı aktör James Dean'le başlar. Özellikle ‘‘Devlerin Aşkı’’ filminde giydiği blucin, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'daki Amerikan askerlerinin giydiği pantolonların aynısıydı. Amerikalılar ülkelerine dönerken bunları Kapalıçarşı'nın Beyazıt girişindeki elbisecilere satarlardı, daha sonra Tophane Salıpazarı modası çıktı. Amerikan üslerindeki PX'lerden kaçak olarak çıkartılan mallar, el altından akıl almaz fiyatlara satılırdı. Zamanla yurtdışından TIR'larla kaçak olarak tanınmış yabancı marka blucinler gelmeye başladı. Babam 1958'de vefat edince annem ve dayımla birlikte işin başına geçtim, 1960'ta ‘‘Kot’’ markasını tescil ettirdik. Mallarımızın gerçekten çok sağlam olması, 3 dikişli makinelerle dikilmesi, temizlenmesinin kolaylığı, ütü istememesi nedeniyle özellikle köylü ve işçilerin ısrarla aradığı pantolon haline geldi. Kot markası dolayısı ile de ‘‘kot pantolon’’ denildi, hálá da öyle gidiyor. İlk blucinler renk olarak bugünküleri andırıyordu, ama aynı değildi. Çünkü ‘‘denim’’ denen blucin kumaşı, Hindistan'da aynı adlı bitkiden elde edilen ‘‘indigo’’ boyalı iplikle dokunmadığı için yıkanma ve aşınmayla rengi açılmıyordu. Bizim kumaşları Akfil yapıyordu, ‘‘naftol’’ adı verilen bir yöntemle. Rahmetli Mehmet Mermerci'nin beynini yıkaya yıkaya zorla bu kumaşı yaptırdım. Ardından yine benim ısrarımla indigo tesisi kurdu, ama bir süre sonra geçmişimizi unutup bana sıradan müşteri muamelesi yaparak sınırlı mal vermeye başladı. Bunun üzerine üretimimizin tamamını dış pazara yöneltip ihracata başladık. Böylece geçici kabulle kumaş ithal edip, işledikten sonra ihraç ediyor, üretim kapasitemizi düşürmemiş oluyorduk. İç pazarda talep, solgun açık mavi klasik blucinleriydi.


Ayakta duran pantolonlar


- Babam 1940'ların sonunda Fransa'ya gittiğinde eline bir Levi's blucin geçiyor. Taş gibi sağlam bir pantolon, olağanüstü dikişleri var. Öğreniyor ki, bunları Amerika'da kovboylar, işçiler giyiyor. Babam aynısını Türkiye'de iş pantolonu olarak yapmaya karar veriyor. Hemen İstanbul'a dönüp işe koyuluyor, ama görüyor ki bunu dikecek makine yok, hemen Singer'e gidip ısmarlıyor. O da tamam, ama bu sefer de blucin kumaşı yok. Kazlıçeşme'de ne kadar fabrika varsa hepsini tek tek dolaşıp bazı örnekler yaptırıyor. Ve sonunda o şartlarda yapmayı becerdi ve benim için yaptırdığı ilk blucini bana 5 kuruşa sattı. İlk pantolonlarımızın etiketi Levi's benzeriydi, bir pantolonu iki tarafından ayrı yönlere çeken atlar vardı. Bu simge, dayanıklılığı ifade eden bir gösterge olarak hafızalara yerleşti. Tüccarlar iş yerimize geldiklerinde önce etiketi kontrol ederler, sonra pantolonu paçaları üstüne dikine yere bırakırlardı. Pantolon ayakta durursa alırlardı, yana düşerse gerisin geriye giderlerdi. O yüzden apreden geçerken kumaşa aşırı kola, nişasta verilirdi taş gibi olsun, odun gibi ses çıkarsın diye. Ne kadar sert, ne kadar karton gibi olursa o kadar makbuldü, ama bir kere yıkadıktan sonra kolası gidip normale dönerdi. Bu arada babam pantolonları eline alıp İstanbul Necati Bey Caddesi'nden Ankara Hergele Meydanı'na kadar işçilerin, köylülerin alışveriş ettiği bütün dükkanlara tek tek pazarladı. Vefat edene kadar günde 200 pantolon diker hale gelmiştik, o zamana göre büyük rakamdı.


Blucinlerin hepsi aynı


- Benden herkese tavsiye, blucin almadan önce ne kadar marka varsa hepsinin dükkanından içeri girip deneyin. Hangisi üstünüzde iyi duruyorsa, hangisinde rahat ettiyseniz kafanıza koyup, onların içinden en ucuzunu alın. Çünkü blucinlerin hepsi aynıdır, markaya boşuna para vermeyin.
Yazarın Tüm Yazıları