Üzerime ne giydiğim umurumda bile değil

Onu zaten tanıyorsunuz. Melis Alphan. Ama bence eksik tanıyorsunuz. Ben de bu röportajdan önce sizin durumunuzdaydım.

Bu yaz, Bodrum’da bir sürü insanın onun yazılarını okuyup kahkaha attığına tanık oldum. Sırf merakımdan gittim, onunla röportaj yaptım. Çünkü ben de onu ve yazdıklarını orijinal buluyorum. Birlikte yaratıcı bir numara çektik, Mehmet Turgut’un kapısını çaldık. O, deli bir fotoğrafçı. Melis’i şekilde görüldüğü gibi fotoğrafladı. Biz çekim sırasında çok eğlendik, darısı sizin başınıza...

Senin İzmir’in nasıl bir şehirdi?
- Tam da ‘Gâvur İzmir’di! Ben severim bu tanımlamayı. Bir hayat tarzını anlatır çünkü. 78’de Alsancak’ta doğdum. Benim İzmir’im miniyle gezenlerin şehri, orta yaşlı kadınların pastanede buluşup muhabbet ettikleri yer. Tamamen kadın hakimiyeti. Kadın enerjisi. Dişi şehir. Memleketimi çok severim. Ama hoşuma gitmeyen tarafları da vardır...
/images/100/0x0/55eb1178f018fbb8f8a8f7e4
Ne gibi?
- İzmir yalnız ve benzersiz olduğunun farkında. Bu yüzden de Türkiye’nin diğer yerleriyle ilişkisini koparmış durumda. Tam da bu yüzden klostrofobik, uzun süre kalırsan, insanda kaçma isteği uyandırıyor.

Bütün taşrada yaşayanlar gibi bir an geldi, sen de kaçmak mı istedin?
- Evet. Çünkü çok steril ve korunaklı bir çevrede büyüdüm. Alsancak’ta beş tane sokakta geçti ömrüm. O yüzden ‘Gideyim keşfedeyim’ duygusu bende çoktur. Çok okurdum. Hatta gizli gizli okurdum. Kendime ait maceram olmadığı için, başkalarının yaşadıklarını merak ederdim. Bir de küçük yer ya, sıkı dedikodu dönerdi. İzmir rahattır vesaire ama dedikodusu boldur. Herkes birbiriyle ilgilidir. Anneler, kızlarını zengin çocuklarıyla evlendirmek ister, bu yönlerini sevmem...

ANNEMİN PROJESİYDİM

Peki senin ailen? Kamera şimdi sizin eve giriyor...

- Normal bir aile. Anne-baba ve iki çocuk. Kız kardeşimle aramızda beş yaş var. Annemin ‘hayat projesi’ydim. Her şeyi denetti bana. Baleden tenise, at binmeden orga, aklına ne gelirse. Sadece resim tuttu. O yolda yürüdüm, kılık kıyafetle de ilgiliydim, bu yüzden gittim İngiltere’de moda tasarımı okudum.

Dur acele etme, önce aileni anlat...
- Kız kardeşim, milli tenisçi. Annem beni tenisçi yapamayınca, onu yaptı. Kendimi bildim bileli, evde tenis antrenörleri dolaşırdı. Annem, bu ülkede Wimbledon ayarında tenisçi hâlâ çıkmadı diye pek dertlenirdi, kardeşimi yetiştirmeye uğraştı.

Başardı mı?
- Valla, epey iyi dereceler aldı. Annem ve babam da tenis oynardı. Turnuvalara annem kardeşimle giderdi. Annem moderndir, zevklidir, bir tarzı vardır, iyi giyinir. Tipik İzmirli işte.

O ne demek?
- Hiç evde oturmaz. Hep gezer. Sosyaldir. Kadın arkadaşlarıyla hafta sonları İstanbul’a gezmeye giderdi. Çocukları toplayıp kayağa götürürdü. Babam daha evcimendir.

Ne iş yapıyorlar?
- Yaşamak için çalışmak zorunda değiller...

Vayyyy! Rantiyeler mi yani? Ne şahane!
- Babamın malı mülkü var, onların kira geliriyle geçiniyorlar...

Şimdi anlaması daha kolay ama küçükken sorun olmadı mı? Herkesin babasının bir işi var, seninkinin yok...
- İlkokulda ayağa kaldırıp sorarlar ya “Baban ne iş yapıyor?” diye, ben her seferinde bir şeyler uydururdum. Diğer çocukların babaları çalışıyor diye kıskanırdım. Ama sonra alıştım. Ben, babamın çalışmadığı için halinden şikayet ettiğini görmedim. Ama çalışmak benim için -belki de onlara tepki- her zaman hayatımın merkezi oldu. Lisedeyken, üniversitedeyken, “Ne olacak benim halim? İleride ne meslek yapacağım?” diye kafayı yedim. Üretmeyi, çalışmayı hep çok ciddiye aldım.

İzmir’in yarısı sizin miydi, böyle bir varlıktan mı söz ediyoruz...
- (Gülüyor) Kalan yarısı için de masaya oturduk ama onlar bizi ikna ettiler, biz verdik!

Anne-babanın eğitimleri ne?
Annem lise mezunu. Babam, Saint Joseph, sonra Türk Koleji, sonra İngiltere. Babası vefat edince, bırakıp dönmüş. Bir süre amcamla çalışmış, sonra bir daha iş-miş yapmamış. Onlar öyleydi ama beni annem tam tersine programladı. Bunun da etkisi var.

Nasıl yani?
- Çok hırslı yetiştirdi. Özel dersler aldırdı. İzmir Amerikan’a girmemi istiyordu. Girdim. Çalışkan ve başarılı oldum.

Ne kadar özgür, ne kadar rahat ve modern bir çocuk...
- Çoook. 13 yaşında geceleri çıkmaya başladım, gece kulüplerine gidiyordum. Babam, “Almazlarsa, kapıda benim adımı verirsin” diyordu, İzmir küçüktür, herkes birbirini tanır, o yüzden böyle söylüyordu. Evet, erken yaşta çıkmaya başladım ama hep iyi bir çocuktum, onların güvenini hiç boşa çıkarmadım, onları yanıltmadım. Fakat bu da kurtulmak istediğim ama bir türlü kurtulamadığım bir sorumluluk yükledi: “Hep doğru düzgün biri olmak zorundasın!” Bazen isyan ediyorum ama elimden bir şey gelmiyor, o sorumluluk duygusundan kurtulamıyorum.

Doğru düzgün olmanın nesi kötü?
- Ailenin sana duyduğu güvene sürekli layık olmaya çalışmak, insanı sınırlıyor. Deliremiyorsun, saçmalayamıyorsun. Muhafazakârlık bence işte bu...

Ama aynı zamanda senin içinde bir ‘muhalif’ yaşıyor, öyle mi?
- Evet, kendi doğruları olan biriydim. Okulda hep şöyle olurdu: Ben bir taraftayım, herkes karşı tarafta. Ama onu muhaliflik olarak görmüyorum ben. Sanki doğru olan benim, muhalif olan onlar! “İşte tipik Melis” derlerdi bana...

Başka neler tipik Melis’tir...
- Benim hep kendi mahremim vardı, hâlâ var. Kendime ait bir alan, oraya kimse giremez, almam. Kendi dünyam. Asla kimseyle paylaşmadığım pek çok şeyim vardır. Kendi kendimin dostuyum gibi bir durum var. Bundan da inanılmaz zevk alırım, yalnızlığımı çok severim.

İzmir Amerikan sana neler öğretti?
- İçine kapanık bir çocuktum, Amerikan beni açtı. Orada düşünmeyi öğrendim. Edebiyata ve tarihe meraklıydım. O dönem Rus, Fransız bütün klasikleri bitirmiştim. Şimdi hiçbir şeyden o tadı alamıyorum. Ama sanırım Amerikan eğitiminin bana kattığı en önemli şey, bireysellik ve lüzumsuz bir özgüven. Üniversiteye Londra’ya gidince Anya’yı Konya’yı anladım. Meğer İzmir Amerikan’da bize kendimizi çok özel hissettirmişler, o kadar da özel değilmişim. Amerikan eğitiminde seni çok iyi yönlendiriyorlar, her başın sıkıştığında sana yol gösteriyorlar. İngiliz eğitiminde ise tam tersi, seni çayıra salıyorlar, dersler var ama gitme zorunluluğu yok. Ne yapacağını bilmiyorsun. Başta epey zorlandım. Ama tabii durumu toparladım.

HERKESİ CİDDİYE ALMAM

Senin kendine güvenin esas sebebi ne: a) Ailen b) İzmir Amerikan c) Londra’da moda tasarımı okumuş olmak d) Üzerine bir de New York’ta eğitim attırmış olmak...

- Bazen hepsi, bazen hiçbiri. Kiminle muhatap olduğumla ilgili. Ciddiye aldığım insanlar var hayatta, onları da seçerim. Genelde de yanılmam, onlarla ilgili bir hayal kırıklığı yaşarsam, özgüvenim zedelenir, onun dışında bir sürü şey vız gelir, tırıs gider.

Moda tasarımı okumak nereden esti?
- 10 yıl resim yaptım. Ciddi ciddi. “Gideyim sanat okuyayım” dedim. Ama sürünmek istemiyordum, aileme sürekli bağımlı olmak da. Modayla da ilgiliydim, hem giyim hem çizim zevkimi tatmin edebileceğimi düşündüm ve soluğu London College of Fashion’da aldım.

İyi bir okul mu?
- En iyi okullardan biri. Girmesi de zor. Girişim de şöyle oldu: Babama, “Ben İngiltere’ye gidip okul bakayım” dedim, “Tamam” dedi, kendi başıma gittim.

Kaç yaşındasın?
- 17.

İnternet filan var mı o dönemde...
- Yok, British Council’den okulların adreslerini buldum, 4-5 okul seçmiştim kendime, başvurdum, hepsi de başka şehirlerde, her gün bir trene atlayıp gidiyordum. Sonra öğrendim ki, London College of Fashion bunların en iyisi ama ben ona başvurmamışım, başvuru tarihini de kaçırmışım. Hırs yaptım, okula gittim, “Ben uzun yoldan geliyorum, dekanla görüşmek istiyorum” dedim. “Mümkün değil” dediler, oradan ayrılmadım, sonra baktılar ki yılmıyorum, vazgeçmiyorum, “Peki hadi görüş bakalım” dediler. Adama çizimlerimi gösterdim, hikâyemi anlattım, sanırım taa İzmir’den tek başıma gelmiş olmamdan etkilendi ve tabii çizimlerimden, “Tamam sana bir şans verelim” dedi.

Müthiş! Aracısız-maracısız 17 yaşında, kendi kendine okula girmeyi beceriyorsun!
- Bence cahil cesaretiydi! Ama okulu da Londra’yı da çok sevdim. Londra’yı esas evim gibi hissederim, sanki oralıymışım gibi. Ben hayatta hiçbir şeye aidiyet duymam, hiçbir millete, hiçbir yere, ama Londralı hissederim.

İnsanlar yeteneğini hemen fark etti mi?
- İlk iki senem zor geçti, üçüncü senede çok çok iyiydim. İngiltere’nin sevmediğim tek yanı ne yaparsan yap, İngiliz değilsen, ikinci sınıf vatandaşsın...

Tam tersine sen de başka bir hava var, insanlara mesafeli filan duruyorsun...
- Ne fena değil mi, beni snob zannediyorlar! Halbuki hiç öyle değilim. Ama insanlara aksini kanıtlamak için hiç bir şey yapamayacağım.

GİYSİLERİN DİLİ VAR

Moda tasarımı neden okur insan? Hüseyin Çağlayan olmak için mi?

- Evet tabii, amacım oydu. O yıllarda idoller Hüseyin Çağlayan ve Alexander McQueen’di. Ama sonra tuhaf bir şey oldu, modayı hayatımın merkezine koymak istemedim. Tamam, gazetecilikte uzmanlık alanım moda olabilir ama hiçbir zaman hayatımın merkezinde değil. Beni belki de diğer moda yazarlarından ayıran da budur, onlar devamlı kıyafet konuşurlar, bundan hoşlanırlar, ben bu sezon ne moda onu bile bilmem, takip de etmem. Dünyanın en kolay şeyi bu tür bilgilere ulaşmak, ilgiliysen girer internete bakarsın, ama ben modanın bu yanıyla ilgili değilim. İtiraf ediyorum, biraz da yüzeysel buluyorum. Daha felsefi kısmıyla ilgileniyorum. Bitirme tezim ‘giysilerle iletişim’ üzerineydi. Şu anda yaptığım moda eleştirilerinin temeli de bu aslında: İnsanlar, giysilerle ne demek istiyorlar, neler anlatıyorlar? Her gün Ayna’da yaptığım ise mizah. Eleştiri de var ama esas olarak mizah.

Londra’da kalmayı düşünmedin mi?
- Daha fazla baba parası yemem gerekecekti, istemedim.

Gazetecilik ne alaka? Türkiye’de, senin alanında iş mi yoktu?
- Yoktu valla. 2000’de geldim, o yıllarda tasarımcı olarak iş imkanı yoktu. Bir de soğumuştum, başka bir şey yapmak istiyordum ama nereden başlayacağımı bilmiyordum. Vizyon Dergisi’nin moda editörü aradığını duyunca gittim, Elçin Yahşi’yle görüştüm, onu çok sevdim, başlayayım dedim.

Ailenin tepkisi ne oldu?
- Annem yıkıldı! Yıllarca, “Kendi mesleğini yapsan” deyip durdu. Ama artık demiyor. Vizyon’da bir buçuk yıl çalıştıktan sonra Elçin Yahşi’ye, Radikal’in hafta sonu ilavelerini teklif ettiler, ben de peşinden gittim. Orada muhabirlik yaptım. Milliyet Popüler Kültür eki çıkaracağı zaman da Mehmet Yılmaz, editör olarak beni aldı. O ek kapanınca yazı işlerine geçtim ama editörlük bana göre değildi. Başkalarının ürünleri üzerinde çalışmak değil, kendi ürünlerimi ortaya koymak istiyordum. Beni yazar yapan Sedat Ergin’dir.

Gardırobumu yenilemek için acil ihtiyaç kredisi kullanıyorum :)

Yazılarından nasıl tepkiler alıyorsun?
- Kızan da var, bayılan da. Bir işin popüler olmasının formülü bu galiba.

Peki kızanları ciddiye alıyor musun?
- Hiç.

‘Ayna’ yazılarında insanların kıyafetleri üzerine ahkam kesiyorsun, sonradan “Ben kimim insanları küçümsüyorum? Ayıp ettim” diye vicdan azabı duyuyor musun?
- Hiç. Niye duyayım canım? Onların namuslarına filan laf etmiyorum ki. Alt tarafı giydikleri bir şey üzerine üç-beş cümle kuruyorum. Üstelik mizah bu. Karikatür gibi bir şey. Gülüp geçsinler.

Senin giydiklerine laf etseler...
- Ediyorlar. “Paçoz” diyorlar, “Kötü giyiniyor” diyorlar, aldırmıyorum. Ama bence, benim bir tarzım var.

Nasıl tanımlarsın o tarzı?
- Rahatlık. Topuklu ayakkabı giyemiyorum mesela. Arada bir giymeye kalkıyorum ama hemen o akşam bir daha giymemeye yemin ediyorum.

Elbiselerini kim alır?
- 18 yaşına kadar annem aldı. Hatta İstanbul’da çalışmaya başladığım ilk yıllarda da. Sonra kendim aldım tabii. İyi giyinmek, benim hayatımın merkezi değil, hatta benim için önemli bile değil. Hiç umursamam.

SÜREKLİ ŞIK OLACAK HALİM YOK

Çabuk mu çıkarsın evden, yoksa 30 kere üstünü değiştirir misin?

- Dalga mı geçiyorsun, hiç değiştirmem, direkt seçer ve giyerim. Bence en önemli şey, nerede ne giyeceğini bilmek. Ben de bilirim. Gazeteye rahat bir kıyafetle geliyorum. Kendi kendime havalara girip, sürekli şık giyinecek halim yok, komik olurum, ben zaten güldüğüm insanları yazıyorum. Ve o yazıları iki dakikada filan yazıyorum.

Seni şikâyet eden oluyor mu?
- Oluyor, oluyor. Tek tek bizim Kelebek’teki herkesi arıyorlarmış. Bizimkiler de ne desinler, “Kendisini biz de pek sevmiyoruz ama işte böyle şeyler yazıyor, n’apalım!” filan diyorlarmış.

Zorlanıyor musun, ‘Her gün hangi fotoğrafa ne yazsam?’ diye...
- Davetler azalınca zorlanıyorum, çünkü işler kesat oluyor. Bir gün önceden tek tek bütün fotoğrafları tarıyorum. Hangisine bakarken kahkaha atıyorsam, işte o iyi oluyor.

İçeride yazdığın köşenin müşterisi farklı mı?
- Ayna’da mizahla ilgisini çektiğim insanlara, içeride başka bir mal satmaya çalışıyorum. Bence Ayna’yı, Kelebek’i eline alan herkes okuyor. Hap gibi bir şey zaten ve birinci sayfada.

Hep çakman gerekiyor, yoksa ilgi çekici olmayacak, biz seni, söylemeye cesaret edemediğimiz şeyleri söylediğin için de seviyoruz...
- Arada iltifat da ediyorum, hakikaten beğendiğim bir şey olunca. Ama tabii, ‘kötü’yle ilgili daha komik şeyler yazılabiliyor.

Biz Türkler, esas olarak bu giyim mevzuunda sence neyi beceremiyoruz?
- Genellemeye karşıyım. Ama görgüsüzüz. Bu da özellikle giyimimize yansıyor. Benim eleştirdiğim insanların bir kısmı, sonradan görme bile değil. Hiç görmemiş. Marka merakı da o yüzden. Kendine güvensizlik, markayla statü satın aldığını düşünme...

Senin hiç marka çantan yok mu mesela?
- Ben marka çanta almam. Logolu hemen hiçbir şey almam. Biliyorsun bir de kısa saplı çanta meselesi var, kolumuza takmayı beceremiyoruz. Kesesim geliyor o çanta sapını!

Peki giyinirken başka nerelerde cahillik ediyoruz?
- Vücudumuza göre giyinmeyi bilmiyoruz. Ben kilolu bir insan değilim. Ama benim bile giymediğim şeyler var. Bir tarafımdan rahatsız oluyorsam, orayı göstermem. Niye bu kadar moda meraklısıyız sonra? Moda, seni olduğundan daha iyi gösterecek bir araç, ondan yararlan, seni palyaço gibi göstermesine izin verme. Kalçan ve basenin varsa, kısa buluz ve altına tayt giyme. Türkiye’de tarz sahibi olan çok az insan var. Genellikle şöyle oluyor, bir gün kötü giyiniyorlar, bir gün iyi giyiniyorlar.

Peki bazen şöyle şeyler okuyorum: “Şu kıyafeti iki kere giydi!” Giyemez mi? Suç mu bir kıyafeti iki kere giymek?
- Valla, kim olduğuna bağlı. Hayatının orta yerine bunu koyuyorsan, bu kadar iddialıysan kendini bunun üzerinden tanımlıyorsan, o zaman giymeyeceksin! Roma’da bir düğünde giymişsen o kıyafeti, İstanbul’daki bir düğünde giyebilirsin. Ama İstanbul’daki iki düğüne aynı kıyafeti giyemezsin. Ya da bir numara çek, çantanı değiştir, takını değiştir...

Maaşının ne kadarını kılık kıyafete harcıyorsun?
- Tamamını! Hatta gardırobumu yenilemek için acil ihtiyaç kredisi kullanıyorum! Ciddiye almıyorsun değil mi? Şaka, şaka!

“Ben bu işi neden yapıyorum?” dediğin oluyor mu?
- Arada bir diyorum. Bütün gazeteciler der. Ama benim hayatta yapabileceğim tek iş.

“Yazık oldu eğitimime” diyor musun peki?
- Yoo. Bir yere geldiysem, o eğitim sayesinde.

Kendini yetersiz gördüğün herhangi bir şey var mı? “Daha kırk fırın ekmek yemem” lazım dediğin bir şey?
- Hep kendimi yetersiz görüyorum. Sanırım bu hiç değişmeyecek, hastalık gibi. Ama bu aynı zamanda beni ileri götüren şey.

AYNAYA BİLE BAKMAM

Kocanın kıyafetlerine karışır mısın?

- İlk başlarda çok karışıyordum. Tartışma çıkıyordu. Şimdi hiç ses çıkarmıyorum. O giyer dener, sonra beğenmez üstünü değiştirir. Ben oturur beklerim.

Belki de kendini sana beğendirmeye çalışıyordur...
- Hiç sanmıyorum. Bense bu konuda ondan hızlıyım, aynaya bile bakmam alır giyerim, bir tek saçımı toplamak için aynaya bakarım. Zaten hep giydiğim şeyler, onların da üzerimde nasıl durduğunu biliyorum.

Onun sana, “Üzerindekini çıkar, olmamış” dediği oluyor mu?
- İlk başlarda oluyordu. Tuhaf mavi çoraplarım vardı. “Utanıyorum bunları giydiğinde senin yanında yürümeye” diyordu gülerek. Güya dalga geçiyordu ama bence ciddiydi. Ama tabii vazgeçmedim. Gerçi eskisi kadar çılgın giyinmiyorum artık.

“35 yaşın üzerindekiler mini etek giymesin” dedin mi?
- Dedim valla. Ajda için demiştim. Gerçekten öyle düşünüyorum.

E ne yapacağız! Ben de 40’ım!
- Canım ben de farklı durumda değilim, kara kara ne yapacağım diye düşünüyorum. Şunun şurasında 35’e iki yılım kaldı! Dünyada iki mesele var, biri bikini, diğeri mini etek. Bir ekol der ki, “35 ve 40’ın üzerindekiler, mini etek ve bikini giymesinler.” Diğeri de, “Daha neler, tabii ki giysinler” der. Ben birinci ekole dahilim. 60 yaşında bir kadına, dekolteyi de yakıştırmıyorum. Her yaşın bir duruşu var bence. Tutuculuk değil bu. Estetik bulmuyorum. Ben bile kendi bedenimde hissediyorum, bedenin bir şeyini kaybediyor, kimisinde 40’ında oluyor, kimisinde 45’inde, yolun yarısı diye bir şey var. Dizlerin kötüleşiyor filan. Anladık süper starsın ama giyme işte mini etek! Ben kendime de yakıştırmıyorum, çünkü mini etek bende genç kızlarda durduğu gibi durmuyor artık.

Eşim, ailemle tanışmaya tek başına gitti

Aşk?
Çok ilişkim olmadı. Kolay kapılan biri değilim. Gerçek anlamda iki ya üç kere aşık olmuşumdur. Sonuncusuyla da evliyim zaten.

Nasıl oldu gazetede aşk?
- Umut, gece sorumlusuydu. Ben de yazı işlerindeydim. Milliyet’te yazı işlerinde büyük bir masa vardır, bütün editörler orada oturur. Umut da benim yanımda oturuyordu. Gececi olduğu için, akşamüzeri geliyordu, ben de kitap çeviriyordum o aralar, yetiştirmem gerekiyordu, sabahlara kadar gazetede çalışıyordum. İşte o gecelerin birinde yakınlaştık.

Seni nesi çekti?
- Benim dinlediğim müzikleri dinliyordu. Türkçe pop dinleyen biri olsa, birlikte olamazdık galiba. Ayrıca, o da İzmirli.

Eğitimi?
- Hukuk. Muhabbetimiz işte böyle başladı. “Evlenelim” dedi, evlendik. Ben 27’ydim, o 28.

Ailenin tepkisi?
- Bir şey demezler çünkü ben ailemin “Yap” dediği şeyleri yapan biri değilim, tam tersini yaparım. O yüzden hiçbir şey söylemediler.

Ona çok mu hayrandın?
- Benim için en önemli şey, iyi insan olmak. İşte o da Umut. Dünyanın en güvenilir adamıdır. Hep öyleydi, hep öyle olacak. Hayatta birine sığınacaksın...

Sığınmakla aşk aynı şey mi?
- Biriyle evleniyorsan ona sığınabilmelisin de...

Ama aşıksın değil mi?
- Tabi tabi. Beş yıl oldu. Prag’da evlendik. Ben düğün filan istemedim, hiç hoşlanmam, gelinlik giymek bana göre değil. Beni dehşete düşürür o tür şeyler. Umut mesela, annemlerle tanışmaya kendi başına gitti.

Şaka yapıyorsun! Nasıl yani?
- Beni kasacak bir şeydi, “Sen tek başına git İzmir’e, annemlerle tanış” dedim. “Tamam” dedi. Doğru, ben de biraz antikayım.

İnsan sevdiği adamı, annesiyle tanışmaya yalnız yollar mı?
- Yollar, yollar...

Sen burada ne yapıyorsun o esnada...
- İşte filandım herhalde, hatırlamıyorum. Sevdiler birbirlerini. Nikahta annemin aldığı krem rengi elbiseyi giydim. Ama yanlış anlama, annemler filan gelmedi, bir-iki arkadaşımız geldi, o kadar. Güzeldi tabii Kafka’nın Prag’ı, Charles Bridge filan. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi dönüp, hayatımıza devam ettik. Evliliğimizin ilk zamanlarında o gececi, ben gündüzcü olduğum için sadece cuma akşamları görüşebiliyorduk. Fakat şikayetçi değildik. O da kendine vakit ayırmayı seven biri, ben de öyleyim. Kendimize ait alanlarımızın olmasından hoşlanıyoruz.

Seni biraz tuhaf bulmuyor mu kocan?
- Bence buluyor. Ama beni olduğum gibi kabul ediyor. Bazen anlıyor, bazen anlamıyor.

Anladığım kadarıyla sen ‘mıç-mıç’ olmaktan hoşlanmıyorsun.
- Asla! Ben şöyle bir evlilik istemezdim: ‘Her gece geliyorsun yemek yiyorsun, sonra birlikte televizyon izliyorsun, her yere birlikte gidiyorsun...’ Bana basardı. Evliyken bile, ben insanların kendilerine ait hayatlarının olması gerektiğine inanıyorum. Biz her dakika birlikte değiliz, o kendi işiyle ilgili, ben de. Ben arkadaşlarımla dışarı çıkmayı seviyorum, Umut bazen katılır, bazen katılmaz.

Peki siz niye evlendiniz?
- Nasıl yani? Hiçbir yere birlikte gitmiyor değiliz ama ikimizin de kendi hayatı var. Bir de Umut, geceleri 10’da eve geliyor.

Evde gazete filan konuşur musunuz?
- Hiç. Umut beni deli eder hatta. Hiçbir şey anlatmaz. Gazeteden bahsetmez.

Yaptığın işleri beğeniyor mu? Seninle gurur duyuyor mu?
- Duysa da belli etmiyor. Arada bir şeyi beğenir söyler, ama çok arada. Genellikle eleştirir. Ben de onun eleştirisine gelemem. Arıza çıkar. Salya sümük biter.

Yakışıklı mıdır?
- Evet. Her iyi evlilikte olduğu gibi uyumsuz bir çiftiz biz. O Kuzey Kutbu, ben Güney Kutbu’yum. Ben sabahçıyım, o öğlenci. Pek çok şeyde zıtız.

Gazetede öpüşür müydünüz?
- Asansörde öpüşmüşüzdür. Bunu söylemekte bir sakınca var mı?

Yok canım. Çocuk var mı planlarınızda...
- Beş yıllık plana aldım. Ama biliyorsun, onlar hiç tutmaz!

Yani?
- Bilmiyorum bu sorunun cevabını.

O istiyor mu?
- Çoook. Ama ben o noktaya gelemedim. Kendi bireyselliğine kafayı takmış özgür bir Akrep burcuyum, hayatımın kısıtlanacak gibi geliyor. Kafam karışık yani.
Yazarın Tüm Yazıları