Uzaktan kumandalı bir yazı...

Nasıl yılbaşı arifesi yaklaşırken yeni yıldan söz etmek âddetten ise, kar yağıp da evde mahsur kalındığında kardan söz etmek de bir o kadar mutat.

Aslını soracak olursanız ben mahsur filan kalmadım.
Kalmadım ama yaklaşık bir hafta boyunca da evden dışarı çıkamadım.
Hastalık zor zanaat.
İnsan önce canıyla uğraşıyor, nefes alır almaz da sıkılmaya başlıyor.
TV, DVD, internet, kitap, dergi, müzik ve bitmez tükenmez telefon konuşmaları bir yere kadar.
En beteri hayal bile kuramıyor insan.
Bu durumda haftalık yazı da ancak bu kadar.

Övünelim mi dövünelim mi mutfakta erkek var

Şöyle bir tespit: Kadınlar mutfaktan çıkmış erkekler önlük takmış.
Genç kuşakta sık görülen ama ellisini aşmış adamlarda pek de alışık olmadığımız bir durum vesselam.
Tam da yılbaşı ertesi, üstelik bin bir işinin arasında, Apo yaklaşık otuz kişiye öyle harika yemekler çıkardı ki, sadece ben değil yiyen herkes şaştı kaldı. Hele o balık çorbası... İşin püf noktasını da öğretti sağ olsun. A’dan Z’ye hemen bütün yemekler denizden çıkmaydı. Ve yeminle hepsi harikaydı.
İkinci büyük şefi, açık ara Emin Mahir ilan ettim. O İtalyan mutfağını tercih etmiş. Girişi, anası, tatlısı, benim diyenin zor yapacağı cinsten.
Ama kadınların, erkeklerin bu yeni ilgi alanından hiç mi hiç hoşnut olmadıklarını keşfettim. Aman bırak yapmasın’lar, öyle bir mutfak bırakıyor ki inanamazsın’lar, bütün tencereler kirletilir mi ayol’lar, velhasıl şikâyetin bini bir para.
Bir arkadaşım, erkek arkadaşının hafta sonları yemek kursuna yazıldığını öğrenince önce çok sevindiğini şimdiyse dövündüğünü söyledi.
Ben arada kaldım, karar veremedim.
Mutfak erkeğin mi kadının mı alanıdır?
Ya da o harika roman adı gibi, her ikisi için de çıkmaz mıdır?

Deniz Palas’ın terasındaki lezzet durağı

İKSV’nin yeni binası Deniz Palas’ın 6. katı, lokanta.
Önünde küçük bir terası olan, oldukça büyük bir mekân. Bir üst katta ise yaz başı açılacak devasa bir teras var.
Her ikisi de muhteşem Haliç manzaralı ve her ikisi de Borsa.
Lokantanın mutfağı, Swiss Otel Gaja lokantasıyla yollarını ayırdıktan sonra yurtdışına dönmeye kararlıyken Rasim Özkanca’nın teklifi üzerine İstanbul’da kalan Murat Karaduman’a emanet.
Gaja’da onun yemeklerini tadanlar, bu genç şefin meslek hayatını çıraklıktan ustalığa Avrupa mutfaklarının biçimlendirdiğini, bundan ötürü de ince lezzetler peşinde koştuğunu bilir.
Onun elinden çıkma armutlu kaz ciğeri mesela. Düşündükçe ağzım sulanır.
Ömrü yurtdışında geçen Murat Karaduman’ın Borsa gibi Türk mutfağının kalesi addedilen bir kurumla çalışmaya karar vermesi, tahmin edebileceğiniz üzere kolay olmamış. Ama sanırım hem Rasim hem de rahmetli Şakir Bey’in ısrarları ve Türkiye’deki bin bir yerel malzemeye ulaşabilen Borsa gibi bir tedarikçinin varlığı, bu zor kararı almasını kolaylaştırmış.
Bir tadım mönüsü yapacağı kesin ama onun aklını esas çelenin yerel malzemelerle yaratacağı yeni tarifler olduğunu düşünüyorum.
Yenilikle geleneğin, hünerle bilginin harmanlanmasından çıkacak sonucu varın siz hayal edin.
İstanbul’da ehil ellere teslim yeni bir lezzet durağımız olduğu kesin.

Şakir Bey olmasa İstanbul Kültür Başkenti olabilir miydi
yemek-mutfak *
adres-mekan
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar *
çay-kahve
ev-dekorasyon
tasarım
düzenleme
çiçek-bahçe
ağırlama-sofra *
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre *

Tam yazının başına oturdum, Deniz Palas’ı, İKSV’nin yeni adresini yazacağım, posta kutuma “Vakfımızın kurucusu Şakir Eczacıbaşı’nı kaybettik” haberi düştü.
Üff...
Gerçi beklenmedik bir haber değildi, ama gene de üff...
Hadi aynı coşkuyla yaz yazabilirsen. Bilgisayarı kapattım, Şakir Bey’i düşünmeye başladım.
Daha doğrusu onun hayatımızdaki yerini.
Hayatımız derken hepimizden, İstanbul’un sanata gönül vermiş ahalisinden söz ediyorum. Nejat Bey 1973’te, tam da Cumhuriyet’in ellinci yılı kutlanırken, ülkenin çorak kültür hayatına bakıp bir vakıf kurmaya karar vermese, vefatının ardından işin başına bütün sevgisini, bilgisini, emeğini vakfa akıtan Şakir Bey geçmese, İstanbul şimdi övünmelere doymadığımız Avrupa Kültür Başkenti mi olurdu Allah aşkına?
Oldu da ne oldu, o ayrı.
Beyoğlu’nun üç-beş sinemasında başlayan sinema günleri, bugün uluslararası bir festival haline geldiyse, mahcup başlayan klasik müzik konserleri müthiş bir festivale dönüştüyse, bunlara tiyatro, caz, bale gösterilerinden tutun da ses getiren Bienal’e, Avrupa şehirlerinde yapılan etkinliklerden buradakilere her yıl yeni bir halka eklendiyse ve bütün bunlar İKSV sayesinde gerçekleştiyse eğer, posta kutusuna düşen haber adamın canını fena yakıyor.
Akrabası, tanışı, yakını olduğum için değil, beni ben yapan değerlerdeki payını bildiğim için.
Ölenin arkasından ne söyleyebilir ki insan?
Unutmayacağız, özleyeceğiz, Allah gani gani rahmet eylesin mi?
Hepsi iyi de, onun ardından Türkçeye çevirdiği Oscar Wilde’dan bir cümle de etmeli sanki... Bernard Shaw da olabilir.
İyisi mi benim gibi şunu onun sayesinde gördüm, bunu onun sayesinde izledim, onu onun sayesinde dinlendim, bunları onun sayesinde öğrendim diyen herkes, çok sevdiğini bildiğimiz bu iki yazardan kendine Şakir Bey’i en çok hatırlatan cümleyi seçsin ve onu düşünerek usulca gökyüzüne üflesin.
Ardından sevdiklerinin yanına gitti diye avunabilir de, öksüz kaldık diye dövünebiliriz de...
Herkesin yası kendine göre.
Yazarın Tüm Yazıları