Üçüncü Selim'in tanburu

MURAT Bardakçı’nın evi, az sayıda insan için bir "Morçatı"dır.

Biz bir avuç insan, hayatla kavgamızda çok dayak yediğimiz, bitap düştüğümüz zamanlarda oraya sığınırız.

Murat müthiş bir ev sahibidir.

Oraya gittiğiniz zaman hem çok iyi yemek yer, hem de ruhunuzun zenginleştiğini hissedersiniz.

* * *

Bundan bir süre öncesine kadar evinde Sultan Üçüncü Selim’in tanburu vardı.

Büyük bir tanbur sevdalısı olduğumu söyleyemem.

Ama Murat bu tanburu çalarken, 70’li yıllara döner, kendimi bir Ravi Shankar tribinde bulurdum.

O tanburu Sadberk Hanım Müzesi’ne verdi.

Artık ne zaman evine gitsem, o müthiş sazın hoş sedasını nafile yere ararım.

Evindeki öteki üç tanbur, nedense bana mistik "new age" hazzını veremez.

O müzikal terapiye ne kadar ihtiyacım olduğunu anlarım.

Cumhuriyet hayranlığıyla büyütülmüş ruhum, bu ihtiyaca bir mana veremez.

Ama bilirim ki, Allah’ın insana verdiği en karmaşık duygu olan arzu, gerekçe kaldırmaz.

Doyuruldukça iştahı açılan obez bir duygudur.

Osmanlı Hanedanı’nın son üyelerinden birini işte bu evde tanıdım.

Karşımda kravatlı, takım elbiseli bir erkek oturuyordu.

Fesle kravat arasına 80 yıllık bir karadelik girince, bu şaşkınlığın geçerli bir nedeni oluyor.

Geçen çarşamba akşamı Murat Bardakçı’nın Kanal D’de yayınlanan "Son Osmanlılar" dizisini gözlerim dolarak izlerken, Nişantaşı’ndaki evde geçen gecelerimi hatırladım.

Kravatlı Osmanlılar karşısında hissettiğim hayret, Cumhuriyet ile Osmanlı arasında çaresiz bırakılan ruhumu daha da perişan etti.

* * *

Kendimi sık sık şu soruyla cebelleşirken bulurum.

"Acaba bu insanlara yapılacak başka şeyler yok muydu?"

Samimi olarak bilmiyorum. Bir ses, onları sürgüne göndermekten başka yapacak şey yoktu der.

Anadolu ihtilalini yapanlar, en azından, giyotin dibine oturarak, kesilen aristokrat kafalarını seyrederken bir yandan kazak ören zalim birer trikotöz olmamış, San Petersburg’da sarayı basıp bir aileyi yok eden Potemkin damgalı proletarya haline dönüşmemiştir.

600 yıllık hanedana, ülkeyi sağ salim terk etmesi için 72 saat süre verecek kadar alicenap davranmıştır.

* * *

Ama "Son Osmanlılar" belgeselini seyrederken içimden şu soru da geçmedi değil.

Acaba, onlar da trikotözler gibi, Kronştat bahriyelileri gibi davranıp bütün bir aileyi yok etselerdi, hanedanın sonu acaba daha az mı hüzünlü olurdu?

Ortada kalmış bir tabut, kapıya dayanmış alacaklılar, ebedi istirahatgáh olmak üzere günlerce aranıp bulunamayan bir avuç eski vatan toprağı, çaresizlik içinde kafalara sıkılan kurşunlar, çocuklara bir lokma yemek vermek için büyük acılarla yazılan 100 liralık borç mektupları...

Bütün bunları düşününce, bana rağmen içimden dökülen bu zalim sorunun ruhuma açtığı derin izler, daha yazılmadan siliniyor.

Cumhuriyet, 600 yıllık bir hanedanı sadece sürgüne göndererek bu kararı rejimin asaletine tahvil etmiştir.

Bu davranış belki de Cumhuriyet’in köklerinin bu kadar kuvvetli olmasının da nedenidir.

* * *

Murat Bardakçı, Cumhuriyet neslini, ders kitaplarında "hain" ilan edilmiş bir ailenin dramına ağlatıyor.

Sizce bu bir çelişki midir?

Yoksa, aradan 80 yıl geçtikten sonra sönmüş bir nefretin yerini af duygularına mı bırakmasıdır?

Yoksa bu ailenin Türk varlığını 600 yıl cihan devleti haline getirdiğini yeniden keşfetmek, hatırlamak mı?

Çok fazla araştırmaya, orasını burasını kurcalamaya hiç gerek yok.

Cumhuriyet sağlam.

Arada kaybedilmiş sadece bir imparatorluk var.

Türkiye, İslam’ın yine en güçlü devleti olarak büyüyor.

O da 21’nci yüzyıla yakışan mütevazı bir ihtişam.

Artık derin hüzünlerle bu ülkeden ayrılmış insanların dramı için rahatça ağlayabiliriz.

80 yıl boyunca "hain" diye bildiğimiz insanların, Hazine’den tek kuruş almadan ülkelerini terk etmeleri bile, hanedanın en azından ahlaken ibranamesi değil midir?

Öyleyse arkalarından yas bile tutabiliriz...
Yazarın Tüm Yazıları