U2 çaldı, ben tanımadığım adamlara sarıldım ve iki gözü iki çeşme ağladım

Başka şey istesem olacakmış.

Oğlum Sarp temmuz ortası bir koşu gidip geldiği U2’nun Barcelona konserini öyle ballandıra ballandıra anlatmış, ben anlattıklarını öyle ağzımın suyu aka aka dinlemiştim ki zaten kararımı vermiştim. Ne yapıp edecek, 360 turnesinin Avrupa ayaklarından birine gidecektim.
Gideceğim yer de belli: Dublin.
Aklımca bir taşla iki kuş vuracağım: Dublin hem çok istediğim halde görme fırsatı bulmadığım bir şehir, hem de adamların evi.
Kim yad ellerde, evinde coştuğundan fazla coşar ki?
Olmadı o ayrı...
Garanti’nin daveti gelir gelmez bir taşla iki kuş vurma hevesinden hemen cayıldı, Dublin macerası aynı saniye başka bahara bırakıldı, jet hızıyla hazırlanılıp yola çıkıldı.
Koşa koşa, uça uça...
U2’ya...

yemek-mutfak
konser-müzik *
adres-mekan
içki-sigar
mey-meyhane
lokanta-bar
çay-kahve
ağırlama *
tasarım
düzenleme
çiçek-bahçe
televizyon
haber-dizi
tatil-gezi-şehir *
otel-spa-sağlık
yoga-reiki
kişisel gelişim
güzellik-makyaj
moda-alışveriş
sinema-tiyatro
edebiyat
insan-portre



Avrupa vatandaşları sağa, diğerleri sola, Hırvatlar ortaya...
Uçaktan inen birkaç Avrupalıyla bir düzine Hırvat, hızla işlemlerini yaptırıp çıkıyorlar.
Oysa biz “diğerlerinin” kuyruğu uzun ve ağır ilerliyor.
Şöyle bir etrafıma bakıp tanıdık yüz aranıyorum. En önde Sebati Karakurt, namıdiğer Sebastian Carlos ve Ayça Şen, arkalarında da heyecanlı oldukları her hallerinden belli çoğu genç 60-70 kişi var. Bekleyenler arasında saçı sakalı ağarttığı halde at kuyruğundan vazgeçmemiş, sırt çantalı bir iki zındık da yok değil hani.
IPodlarında neyin çaldığını anlamak için arif olmamıza gerek yok çünkü biri gözlerini yummuş sıtma görmemiş sesiyle “Stand By Me” diye şakıyor, diğeri hayali gitarını Edge edasıyla sallıyor. Kim bilir hangi parça.
Elçin’le göz göze gelip gülüşüyoruz.
Biz yan sıradayız.
Sabah Gazetesi’nden Elçin Yahşi ve ben Garanti Bankası davetlileri olarak önde, 6 kişilik küçük grubumuzun diğer elemanları olan gençler ensemizde, pasaport polisinin elini çabuk tutması dileğiyle sıranın bize gelmesini bekliyoruz.
Kadının acelesi yok gibi.
Her gelene neden geldiğini soruyor, konser için geldikleri cevabını alınca da biletleri görmek istiyor ki ne mümkün. Bizim gibi birçok kişinin bileti henüz elinde değil; kimi acentelerde, kimi önden çıkıp grubu bekleyen rehberlerde, kimi onları oraya getiren şirket yetkililerinde, vesaire...
Neyse herkes bir yolunu bulup kadını ikna ediyor ve yarım saatlik bir bekleyiş sonunda havalimanından çıkıp Zagreb’in nemli havasına adım atıyoruz.
Bildiniz, U2 konseri için oradayız.

İKİ GECE ÜST ÜSTE STAT NASIL DOLACAK

Bizim konser 10’unda. Yani ertesi gece.
Gittiğimiz gece bir konser daha olduğunu Elçin’in twitter merakı sayesinde öğreniyoruz. Meğer biletler öyle kısa sürede tükenmiş, talep öyle yüksekmiş ki, grup ayın 9’una bir konser daha koymuş.
İnsan, resmi nüfusu 900 bin olan bu küçük şehirde nasıl olacak da 60 bin kişilik stat iki gece üst üste dolacak, diye düşünmeden edemiyor. Bir de ne yalan insanın içine acaba birincisi mi, ikincisi mi daha iyi olacak kurdu düşüyor.
Karamsarlar, adamların bütün hünerlerini ilk gece göstereceklerini, ikinci gece hafiften yorgun düşeceklerini düşünüp kaygılanıyorlar.
İyimserler 30 yıldan uzun süredir sahnelerde olan bir grubun, değil iki gece, üst üste üç gece bile konser verse performanslarından zırnık kaybetmeyeceğini söylüyorlar
Ve haklı çıkıyorlar.
Neydi o?
Gerçekten neydi?
Bir rüya gibi geldi geçti..

AYAKTA DİKİLEMEMEK GİBİ BİR SORUNUM VAR

Dinamo Zagreb’in stadyumu Maksimir’e gitmeden kaldığımız Esplenade Oteli’nin terasında birer şampanya içiyoruz. Kesmiyor, birer tane daha... Gençler stadın havasını koklamak için önden yola çıkıyor, biz Elçin ile üçüncü kadehe göz dikiyoruz. Adamların müthiş dakik olduklarını bildiğimizden, saat dokuzu çalmadan stada gireceğiz orası kesin de nereye oturacağız acaba? Daha doğrusu oturabilecek miyiz? Benim ayakta dikilememek, dikilirsem de bayılmak gibi kötü bir huyum olduğundan ister misin düşüp bayılayım, ister misin yerimiz saha içi grubun burnunun dibi olsun dışarı çıkamayayım, diye hafiften gerilmiş konser saatinin gelmesini beklerken garson biz istemeden dördüncü kadehleri getiriyor ve baloncuklarla birlikte bütün kaygılarım silinip gidiyor.
Ne trafik sıkıştı, ne girişte kuyruk vardı.
Ne de insanı canından bezdiren arama tarama faslı.
63 bin kişi itişmeden kakışmadan stada girdik.
Yerlerimize götürülüp oturtulduk.
Tam sahnenin karşısında koca bir loca...
Arkasında da koca bir bar...
Boşuna tasalanmışım: Ayılana gazoz bayılana şampanya var.

U2 ÇIKANA KADAR MEKSİKA DALGASI

Artık okumaktan gına gelmiştir diye bugüne kadar kurulan en büyük sahne olduğu söylenen teknoloji harikasını anlatmıyorum.
O ne ses düzeni, o ne ışık, o ne klip mükemmeliğinde yayındı öyle?
Bono, Adam, Edge ve Larry sahneye çıkana kadar Meksika dalgası mı yapmadık, locayı dolduran diğer seyircilerle mi şakalaşmadık, set listlerinde hangi şarkıların olacağı üzerine bahse mi tutuşmadık?
Sonunda geldiler...
Breathe ile başlayıp One ile bitirdiler..
Kelimenin tam anlamıyla 60 küsur bin kişiyi mest ettiler..
Mest.
Kendi payıma iki saat boyunca bir saniye olsun yerime oturmadım.
Bildiğim şarkılarına eşlik ettim, bilmediklerime kulak kesildim.
Zıpladım, hopladım, tanımadığım adamlara sarıldım.
Öyle bir an geldi ki, iki gözü iki çeşme ağladım.
Bütün kalbimle bir kez daha müziğin gücüne...
Ve bütün kalbimle bir kez daha...
Devrin artık yeryüzü duruşu sağlam olanların devri olduğuna inandım.

Seyahat uzmanları

Davet edildiğimiz için değil, bedava sirke baldan tatlıdır diye zinhar değil ama Garanti Bankası ve Quint Essentially ile yaptığım bütün yolculukların bende özel yeri var.
Şeytanın ayrıntıda olduğunu bilen bir anlayışla hazırlıyorlar neyi hazırlıyorlarsa çünkü.
Onların davetlisi olarak Güney Afrika’ya gittim. Mükemmeldi.
Onların ellerine emanet ettiğim kişisel yolculuklar yaptım. Mükemmeldi.
Başka arkadaşlarımdan, sonradan onların organize ettiğini öğrendiğim müthiş yolculuk hikayeleri dinledim.
Her bankanın her kartının kendine özgü güzelliği var tamam da, ne yalan Prive bu işte uzman.
Ari’ye, Sonat’a, canım bitanem Elif’e ve eski meleğim Selin’e yine yeniden teşekkürler.

Kaldırımlarına atılmış masalar marketlerinde en ucuz trüfler

Şu geçen 20 yılda şehir çok değişmiş hem de çok.
Aslında bu çağda hangi şehir 20 yılda değişmez ki?Ama Zagreb’in durumu öyle değil... Değişim derken yeni mahallelerden, genişleyen caddelerden söz etmiyorum. Değişiklik Sovyet ciddiyetinin silinmesinde, iç savaş yarasının sarılmasında gizli.
Şehrin istisnasız bütün kaldırımlarında Avrupa kültürünün vazgeçilmezi kafeler var. Zagrebliler mesai saatlerinde bile ne yapıp ediyor ve kaldırıma atılmış masalara kurulup kahvelerini içiyorlar.
Eski şehir denilen ve Sovyet yapısı asık suratlı binaların yer almadığı kesim kuşkusuz Zagreb’in en gezilesi yeri. Sanat galerileri, müzeler, küçük ve sevimli butiklerle dolu. Katedral ve mezarlık -evet mezarlık- gidip görülesi yerlerden.
Katedralin yanı başındaki market de... Satın alınacakların başında trüf geliyor. İtalya’dan sonra dünyanın en iyi trüflerinin adresi olarak Hırvatistan gösteriliyor çünkü. Hem buradaki mantarların fiyatı İtalya’da satılanların onda biri.
Küçük, minik sevimli bir şehir Zagrep. Halkın yüzde 85’i Katolik. Bununla da övünüyor.
Tarihi acıyla dolu. Onun sultası, bunun işgali, şunun saldırısı... Bir de elbette 1880’de şehri yerle bir eden deprem ve daha 10 yıl öncesine kadar boğuştukları iç savaş.
Kısa kalınacak, dillere destan kıyı şeridine ve güzeller güzeli Dubrovnik’e gitmeden konaklanılacak bir yer. Denenmeli...
Yazarın Tüm Yazıları