Türkiye’nin dış politikası ‘reset’lenebilir mi?

Bağdat ve Erbil petrol ve gaz sorununu çözemediler. Dolayısıyla, Ankara-Erbil ilişkileri, tümüyle Bağdat ipoteğinden kurtulamadı.

Haberin Devamı

TÜSİAD, önemli bir seminer düzenledi. Başlığı ‘Yeni Bölgesel Dinamikler Bağlamında Türkiye-ABD İlişkileri: Yeni Bir Yaklaşıma İhtiyacımız Var mı?’
Konuşmacı Stroble Talbott idi. Bu başlık altında konuşmak için herhalde en ‘ehil’ konuşmacılardan biri olmalı. Bill Clinton ile Hillary Clinton’ın hayattaki en yakın arkadaşı, bir dönem ABD Dışişleri’nin iki numarası, şu anda ABD dış politikasını yapanların –çoğunlukla ‘patron’ düzeyinde- çok yakın çalışma arkadaşı ve eski ve başarılı bir gazeteci. Yıllardır Washington’un en itibarlı düşünce kuruluşlarının başında gelen ve bu yıl içinde hem Başbakan Tayyip Erdoğan’ı ve hem de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ağırlamış olan Brookings Institution’un başkanı.
Bir süredir Brookings’de bulunan Prof. Kemal Kirişçi’nin moderatörlüğündeki seminerin üç de tartışmacısı vardı; benim dışımda, Soli Özel ile Kadri Gürsel.
Seminer ‘Chatham House kuralları’na göre yürütüldüğü için, ‘kimin ne söylediği’ ya da ‘neyi kimin söylediği’ yazılamaz. Bununla birlikte, nelerin konuşulduğunu belirtmek serbesttir. Bu çerçevede, tartışmaya gelen en önemli konu başlıklarından biri, Türkiye dış politikasında son günlerde görülenin bir ‘reset’ mi yoksa ‘zararın kontrol altına alınması’ ya da ‘zarar tamiri’ mi olduğu idi.
Seminerin ardından hiçbirinden söz edilemeyeceğini, Erdoğan hükümetinin bu alanda ‘algı yönetimi’ yaptığını söyleyenler de oldu.
Tabii, bunlardan birinin en canlı örneği, pazar günkü yazımda dile getirmiş olduğum, Irak Kürdistanı ile önce imzalanmadı denilip ardından imzalandığı ortaya çıkınca, Bağdat’ın Türkiye’de kayıtlı uçaklara Irak hava sahasına girme yasağı koyması üzerine ortaya çıkan ‘dış politika skandalı’.
Bunun amacı, pazartesi günü Erbil’de başlayacak olan ‘Petrol ve Doğalgaz Konferansı’na Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın gidişini, tıpkı geçen yıl olduğu gibi, engel koyarak, Irak’ın Ankara-Erbil hattına duyduğu öfkeyi dışa vurmaktı.
Yazının yayımlandığı gün, Taner Yıldız, apar topar Bağdat’a gitti ve Şehristani ile görüştü. Şehristani ile görüşmesinin ardından Erbil’e geçti ve konferansa katıldı. Bir nevi ‘Ankara’nın Erbil yolu, Bağdat’tan geçmek zorunda’ mesajı verilmiş oldu.
Zaten, Bağdat görüşmesinden sonra yapılan ve Irak tarafının daha açık bir dille vurguladığına göre, Kürdistan petrollerinin geçen hafta Ankara’da imzalanmış anlaşma uyarınca, Türkiye üzerinden dış dünyaya sevki, Bağdat’ın iznine tabi olacak.
Nitekim, KRG Başbakanı Neçirvan Barzani, Erbil’deki konferansın açış konuşmasında, Türkiye ile atılmış imzaların aslında Irak’ın tümünün çıkarına olduğunu uzun uzun açıklayan ifadelere yer verdi. Petrolün geçmişte Kürtlere karşı kullanılmış olduğunu ve Bağdat’ın konuya yaklaşımının eskinin etkisinde olduğunu söyledi.
Bütün söyledikleri bence doğru ve katılıyorum. Ancak Ankara’da Türkiye ile attıkları imza gereğince, Bağdat istese de istemese de, çok yakında Kerkük-Yumurtalık hattına Kürt petrolü akıtıp akıtmayacaklarını söylemedi.
Bir bakıma, Türkiye’nin Irak Kürdistanı ile ilişkileri Bağdat’a rehine kalmaya devam ediyor görüntüsünde. Bağdat ve Erbil, aralarında bunca yıldır çözemedikleri petrol ve doğalgaz konusunu henüz çözmüş değiller ve çözümün eşiğinde de bulunmuyorlar. Dolayısıyla, Ankara-Erbil ilişkileri, tümüyle ‘Bağdat ipoteği’nden kurtulmuş bulunmuyor.
Dolayısıyla, Taner Yıldız’ın Bağdat’a gitmiş olmasını, polemik aşkıyla bana yönelik olarak ‘Ne haber?’ gibisinden değerlendiren iktidarın gönüllü ama bilgisiz propagandistlerine bakarak, ‘dış politikamız’ın ilkeli ve sağlıklı bir şekilde yol aldığı sonucuna kimse beyhude yere varmasın.
TÜSİAD salonunda bölgedeki ‘yeni dinamikler’ bağlamında Türkiye-ABD ilişkilerinin ‘resetlenmesi gereği var mı yok mu’ tartışılırken, sol yanımdaki Strobe Talbott’un ve sağ yanımdaki Soli Özel’in önündeki kâğıtları görebiliyordum. Strobe Talbott’un önünde dünkü New York Times’ın birinci sayfasında manşet kenarından verilen ‘Ortadoğu’da Karışıklıktan Cihadı Gruplar Kazanıyor’ başlıklı yazı dikkatimi çekti.
Washington mahreçli yazı, Suriye’de el-Kaide’nin, İsrail ve Avrupa’yı tehdit edebilecek bir üs kurabilecek güce erişmekte olduğundan kaygılanan Amerikan başkentindeki gözlemcilerin görüşlerini içeriyordu. Bu kaygı, öyle düzeylere varıyor ki, Obama yönetiminde, Başşar Esad rejimini tercih etme eğiliminin canlanmasına kadar varabilme ihtimali taşıyor.
Yazıdaki şu satırları izleyelim:
“Bazı analizciler ve Amerikan yetkilileri, (Suriye’deki) karmaşanın, Başkan Başşar el-Esad hükümetine karşı savaşan muhalif grupların içindeki potansiyel tehditleri bertaraf etmek için Obama yönetiminin daha aktif bir rol alabileceğini söylüyorlar. Ancak Suriye’deki cihadi gruplara vurmak, ciddi siyasi, askeri ve hukuki engeller ortaya çıkarabileceği gibi, -geçici ve taktik olsa bile- Esad’ın laik ama zalim hükümetiyle bir tür uzlaşma pahasına mümkün olabilir.

Haberin Devamı

Suriye, Irak ve Afganistan’da görev yapmış olan kıdemli diplomat Ryan Crocker, “Esad rejimiyle görüşmeye yeniden başlayabiliriz” dedi. “Bu, çok ama çok sessizce yapılmalı. Esad, ne kadar kötü olsa da, onun yokluğunda yönetimi ele geçirecek olan cihadiler kadar kötü değil...”
ABD Genelkurmay Başkanı General Martin Dempsey’in, el-Kaide’nin ‘Suriye’de sayısal ve savaş gücü olarak yeteneklerini arttırmasından kaygılandığına’ dair sözlerine de yer veriliyor. General Dempsey, “(el-Kaide markalı) güçlerin hangileri yerel, hangileri bölgesel ve hangileri küresel; bunları dikkatle izlemeliyiz, zira her biri farklı bir yaklaşım gerektiriyor” diyor.
Çok yakın zamana kadar Türkiye –sürekli resmi ağızlar tarafından yalanlanıyor olsa da- bu grupları Kürt bölgelerindeki PYD’ye karşı ya destekliyor ya da saldırılarına göz yumuyordu. Bu da, Türkiye açısından ayrı bir ‘dış politika handikapı’ oluşturmaya başlamıştı.
Ortadoğu’nun Mezopotamya (Irak ya da Fırat-Dicle Havzası) boyutunda tümüyle işlemeyen dış politikası Levant (Akdeniz-Fırat arasındaki havza) boyutunda da, bir başka deyişle, Suriye’de de sıkıntılı bir konumda.
Öyle ki, en yakından destekçisi olduğu Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) başındaki General Selim İdris bile, Türkiye’dekinden farklı, değişik telden başlamış. Sağ yanımda oturan Soli Özel’in önündeki kâğıtlardan biri David Ignatius’un Washington Post’taki yazısı.
“El-Kaide Suriye’de daha da güçlü hale geldikçe, kurtarılmış bölgelerin kontrolünü tümüyle ele geçirmeye çalışıyor” diye başlıyor ve ‘Suriyeli isyancıların istihbarat raporları’na dayandırdığı bu tespitinin ardından, “Ilımlı muhalefet liderleri iç savaşın bir siyasi çözümle sonuçlandırılmasına dair yeni bir ilgi duyuyorlar” diye devam ediyor.
David Ignatius, General Selim İdris’le telefon görüşmesine yer veriyor ve ‘ılımlı’ ÖSO Komutanı’nın kendisine ‘Cenevre-2’ye katılmaya hazır olduğunu, kuşatılmış bölgelere insani yardım koridoru açılması gibi güven arttırıcı önlemleri kabul etmesi halinde, Başşar Esad’ın müzakereler başlamadan önce çekilmesini talep etmeyeceklerini’ söylediğini bildiriyor.
General Selim İdris, ayrıca, ‘IŞİD’in oluşturduğu tehdidi vurgulamış’ ve grubun ‘Suriye’nin geleceği açısından çok tehlikeli olduğunu’ ifade ettikten sonra, ‘Esad’ın görevinden ayrılmasının ardından ÖSO’nun ona karşı savaşmak için düzenli Suriye ordusuna iltihak etmeye hazır olduğunu’ da söylemiş.
Gerçi, Beyrut’ta dinlediğim ve Suriye’nin her köşesiyle irtibatlı ‘kaynaklar’ ÖSO’yu da Selim İdris’i de pek ciddiye almıyorlar ama bütün bu konular, Türkiye’nin bölge politikasının nasıl oturaklı ‘bölge gücü profili’nden, bir tür, oradan oraya koşuşturan başı kesik tavuk görüntüsüne dönüştüğünü bana anlatıyor.
Ve, iki soru:
Türkiye’nin Ortadoğu politikası ‘reset’lenmeden, ‘yeni bölgesel dinamikler’e göre Türkiye-ABD ilişkileri ‘reset’lenebilir mi?
Daha da önemlisi: Bu iktidar altında Türkiye’nin ‘Ortadoğu politikası resetlenebilir mi?’
Devam edeceğiz...

Yazarın Tüm Yazıları