Türk Silahlı Kuvvetleri neden New York aydınlarının hedefinde

Sanmayınız ki tüm bu tartışmalar, gerginlikler, sert demeçler Aktütün baskınıyla başladı. Son dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri yoğun bir psikolojik harp bombardımanı altında. Peki niye? Saldırganların amacı ne? Tüm bu psikolojik savaşın perde arkasında neler var? TSK’ya ağır sözler sarf edenler kimlerin ağzıyla konuşuyor? Kim bu New York aydınları? Gelin size bir fil hikáyesi anlatayım!..

HİNDİSTAN’da yaşamları boyunca fil görmemiş yirmi kişi gözleri bağlanarak, bir filin yanına götürülmüş. File dokunmaları istenmiş. Gözü bağlı Hintlilerin her biri filin bir yerine dokunmuş. Sonra Hintlilere sormuşlar: "Dokunduğunuz şeyi anlatın." Gözleri bağlı Hintliler filin neresine dokundularsa hayvanı öyle anlatmış, öyle tanımlamışlar.

Son günlerde yaşadıklarımızı bu "hikáyeye" benzetiyorum.

Herkes olayın bir yerini tutmuş ona göre değerlendirme yapıyor.

Meseleyi böyle görenler, böyle tanımlayanlar aldanır.

Meselenin özü başka. Bütünü görmek gerekiyor.

Gelin, çok da gerilere gitmeden bir yolculuğa çıkalım...

Kemalizm öldü

Tarih 9 Kasım 1989.

Berlin duvarı yıkıldı. Soğuk savaş dönemi bitti.

Ve yeni bir dünya düzeni başladı. Orta Avrupa’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da hemen yeni haritalar çizilmeye başlandı.

Soğuk savaş dönemindeki Türkiye’nin rolü, NATO dolayısıyla ABD tarafından belirlenmişti. Peki, yeni dünya düzeni Türkiye’ye hangi görevi verecekti? Türkiye’yi ne bekliyordu?

Ufuk Güldemir’in, CIA Ortadoğu Masası eski şefi Graham Fuller ile yaptığı röportaj bu rolün ipucunu verdi: "Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama Türkiye artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir. Türkiye, demokrasi ile İslam’ın bir arada yaşatılabileceği modern bir formül bulsa, İran ve Arap dünyasına olağanüstü büyük bir entelektüel öncülük yapmış olur. İslam dünyası için geleceğin modeli olur bu." (26 Şubat 1990, Cumhuriyet)

CIA ajanı Fuller o yıllarda medyaya sık demeçler verdi. "Kemalizm öldü. Kemalizm’in sonuna gelmesinin iyi olduğunu düşünüyorum. Halkın büyük bir parçası İslam için daha hürmet görmeyi, Osmanlı tarihiyle kucaklaşmayı istiyor."

Neo-Osmanlıcılık

CIA ajanı Fuller’in "kişisel görüşleri" zamanla rapor haline getirildi. Pentagon, genellikle CIA ajanlarının görev yaptığı Rand Corporation adlı araştırma kuruluşuna rapor sipariş etti: "The Prospects for Islamic Fundamentalism in Turkey."

Rapor, Türkiye’nin yeni yol haritasını çiziyordu: Ilımlı İslam.

"Uygarlıklar çatışması" kuramcısı Samuel P. Huntington’un da tezi aynıydı: "Türkiye, İslam’ın lideri olmalıdır." Huntington’ın, tezini açıklarken sarf ettiği bir cümlesi ilginçti: "Demokrasinin mutlaka laikliğe dayanması gerekmez."

Hudson Enstitüsü üyesi John O’Sullivan: "Türkiye’nin laiklik anlayışı artık değişmek zorunda ve bu değişimi garanti altına alıp koruyacak bir anayasa gelmek zorunda."

Peki, Kemalizm’i toprağa gömüp, ılımlı İslam’a sarılması istenen Türkiye’nin idari yönetimi nasıl olacaktı? Bunu da, uzun yıllar CIA Türkiye masası şefliğini yapmış Paul Henze’nin raporundan öğrenelim: "Türkiye’yi federalizm büyütecek."

İstanbul başkentli "Yakındoğu Federasyonu" kurulabilirdi! Ama önce Kürtlerle yakınlaşmak gerekiyordu!

CIA’nın federasyona dahil olacak Kürtlere de önerisi vardı: İslam ipine sarılın! Sarılmayan Abdullah Öcalan tasfiye edildi, Nakşibendi Barzani bölgenin tek gücü oldu.

ABD bu politikalarında yalnız değildi; Arap ırkından olmayan Kürtler, hep İsrail’in ilgi alanına girdi. MOSSAD her daim Kürdistan’ın kurulmasını destekledi. Neyse bunlar ayrı konular.

Evet, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin görevi belli olmuştu. Bu konuda yüzlerce ABD’li uzman konuştu, onlarca rapor yayınlandı. Peki, ABD Türkiye’ye bu rolü biçti de, Türkiye’de herkes bunu kabul etti mi?

TSK’nın tavrı

Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu’daki ülkeler gibi yapay ülke değildi.

Tarihsel birikimi ve Cumhuriyet’in kazanımları nitelikli (sayıları hükümet kurmaya yetmese de) bir nüfusu ortaya çıkarmıştı. Cumhuriyet mitingleri aslında yeni dünya düzenine karşı duruştu. Yurtsever aydınlar işin farkındaydı. Askerlerin bu mitinglerin gönüllü destekçisi olduğu da bilinen gerçek.

TSK, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden ödün vermeye hiç taraftar değildi. Mustafa Kemal devrimleri ölmemiş, aksine giderek "Ortaçağ karanlığına" dönüşen dünyada daha da önemli hale gelmişti.

Ordu, 28 Şubat kararlarıyla bu tavrını göstermişti.

TSK sadece içerisi için değil dış politika konusunda da ABD ile ters düştü.

TSK, Atatürk’ün "Yurttu sulh cihanda sulh"; "Komşu ülkeler arasındaki ihtilaflara karışmama" gibi dış politik ilkelerinden ödün vermedi. Yani ne Irak ile ne de İran ile savaşmaya taraftardı. Topraklarını lojistik anlamda açmaya da pek taraftar gözükmedi. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, bir koyup üç almayı hedefleyen çıkarcı politikalarına karşı çıkıp istifa ettiğini hatırlatırım. Ama o kadar eskiye gitmeyelim.

2000’li yıllarda, askerlerin tavrı aynıydı: Madem yeni dünya düzeni kurulmuştu, "Türkiye de çok taraflı siyaset izlemeli"ydi. Ayrıca ABD ve AB’nin sürekli Türkiye’yi örselemesi de çok rahatsızlık vericiydi.

Ve dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı’nın "Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur" konulu sempozyumunda yaptığı konuşma, TSK’nın tavrını gösterdi:

"Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. Bugünün konjonktüründe, kendi bekası açısından, ileriye dönük hangi tehditlerle karşı karşıya kalabilir, bunları yeniden iyi değerlendirebilmek için, ayaklarındaki bağı çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO’dur. Eğer NATO’dan sıyrılırsanız, ABD’nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye’ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor. Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin, mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunmasıdır."

Psikolojik harbin dönemeci

Orgeneral Kılınç’ın bu sözlerinden sonra TSK karşıtı psikolojik harp kampanyası hızlandı.

"Hızlandı" diyorum, çünkü 28 Şubat döneminde, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu ve ordudan ayrılan Onbaşı Kadir Sarmusak’ın adının karıştığı bir istisnai dinleme skandalı vardı.

Ancak köprünün altından çok sular aktı; TSK dinlemeleri uzmanlaştı. (Dinlemeler ABD-Utah üzerinden kimler aracılığıyla Türkiye’ye sızdırılıyor? Bakınız: odatv.com)

Üst düzey komutanlarının darbe hazırlığı içinde olduğunu iddia eden, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen ama gerçekte olmayan sahte günlükler yayınlandı.

Ardından, "gazetecileri fişleyen" sözde andıçlar ortaya çıkarıldı.

Kimin yazdığı belli olmayan lahikalar ortaya saçıldı.

Genelkurmay Başkanları Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve Orgeneral İlker Başbuğ hakkında, göreve başlayacakları dönemde karalama kampanyaları başlatıldı. Fotoğraflar sızdırıldı.

TSK’da kuvvet komutanlığı, ordu komutanlığı yapmış emekli orgeneraller, Ergenekon soruşturmasına dahil edilip hücrelere tıkıldı.

Psikolojik savaş öyle bir hal aldı ki, Mehmetçiğin teröre karşı verdiği mücadelenin sırları bile sızdırıldı. Tuğgeneral Münir Erten’e ait olduğu söylenen ve Kuzey Irak’a yapılan kara harekátını iki gün önceden haber veren bir video, internetten yayınlandı.

Son günlerde ise, insansız hava aracı tarafından Aktütün’e teröristlerin saldıracağı görüntüsünün TSK’ya verildiği ama hiçbir önlemin alınmadığı şeklinde manşetler atıldı. Oysa görüntülerin Aktütün’le ilgisi yoktu.

Uzatmaya gerek yok. Benzerlerini okuyorsunuz, biliyorsunuz.

Söylemek istediğimiz şudur: Gözü bağlı Hintliler gibi meseleyi sadece bir boyutuyla ele alırsanız, meselenin tümünü, özünü kavrayamazsınız.

Sonuç olarak:

Bütünü görmek gerekiyor.

Mesele, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine sahip çıkma meselesidir.

Mesele, ulusal bütünlüğü, bağımsızlığı koruma; komşularla savaşmama meselesidir.

Mesele, Ortadoğu’da taşeron olmayı reddetme meselesidir.

Mesele, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Irak ve İran’daki petrol kuyularının bekçiliğini yapmama meselesidir.

Mesele, sadece bunlardan ibarettir.

Yandaş medyanın manşetlerini böyle değerlendiriniz.

KİM BU NEW YORK AYDINLARI

BİZİM sözde solcu-liberalleri bilirsiniz; hep üstten bakarlar, dudak bükerler, kimseleri beğenmezler. Aslında; bunların tek yaptıkları, Osmanlı’daki Tercüme Odası’nda çalışan memurların yaptıkları gibi çeviridir; tercümedir.

Bunlar, New York Neo-Conların söylediklerini, yazdıklarını evirip çevirip yeniymiş, kendi görüşleriymiş gibi yazıp söylüyorlar.

Sizce aşağıdaki sözler kime aittir?

Ulus devletin sonu gelmiştir.

Yeni yüzyılın en önemli çatışması, demokrasi güçleri ile otokratik (despotizm yanlısı, baskıcı) güçlerin çatışması olacaktır.

Türk ordusu dokunulmaz bir kurum değildir.

Türkiye’yi daha demokratik kılacak olan, Türklerin hayatından devletin ve ordunun rolünü azaltmaya yarayacak reformlardır.

Asıl mesele din özgürlüğüdür.

Vs...

Bunları Türkiye’deki solcu-liberaller söylüyor derseniz yanılırsınız.

Bunları söyleyenler; New York aydınları!

Ya da günümüz deyimiyle -başlangıçta aşağılayıcı bir terim olarak ortaya atılan- "Neo-Con"lardır.

Bunlar; 1930’lu yıllarda Amerikan Troçkist hareketi içindeydiler. Sol hareket içinde yer almaları, hepsinin Yahudi olmasından ve Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez antisemitizmi suç sayan bir devlet kurulmasından kaynaklanıyordu.

Ancak: Hitler-Stalin anlaşması ve Troçki’nin 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı savaşan Franklin D. Roosevelt’i desteklemeyi reddetmesi, günümüz Neo-Conların atalarının, sosyalizm yolundan teker teker ayrılmasına yol açtı.

1948’de İsrail’in kurulmasından sonra bu grup artık kurtuluşun sosyalizmde değil, İsrail’i koruyabilecek tek güç olan Amerika’da olduğunu savundu: "Amerika ne denli güçlü olursa, İsrail de o denli güçlü olacaktır."

New York aydınları, ABD’yi "yeni mesih" ilan ettikten sonra, sol hareket içinde edindikleri birikimleri Amerika ve Avrupa’da sol hareketin içini oymak için kullandı.

Daha önce bu sayfada/Hürriyet’te yazdım; New York aydınları tarafından kurulan ve CIA tarafından fonlanan, solcu görünen ama asıl amacı solun içini boşaltmak olan "Congress for Cultural Freedom", soğuk savaş boyunca Sovyetler’deki sosyalizme karşı, sözde "özgürlükçü sosyalizm" inşa etme misyonu üstlendi! Dillerinden düşürmedikleri kavramlar, demokrasi, insan hakları ve özgürlük idi. Pek çok iyi niyetli solcu aydın, ne yazık ki bunların aleti oldu; bu rüzgára kapıldı.

Solcu aydınları yanıltanların başında Amerikalı Max Shachtman geliyordu. O, Neo-Conların ilk lideriydi aslında. Ne sosyalizm ne kapitalizm diyen "3. Kamp" teorisi onundu. Görüşlerini "öğrencileri" yaydı:

James Burnham, "The Managerial Revolution" kitabında, insanlığın karşısındaki en büyük tehdidin artık, "teknisyenlerin" ve "bilim adamlarının" yanı sıra "bürokratlardan" ve "askerlerden" oluşan güçlü bir "elit" yönetici sınıftan geldiğini yazdı.

Neo-Conların önde gelen teorisyeni Robert Kagan, son kitabı "The Return of History and the End of Dreams"te, yeni yüzyılın en önemli çatışmasının liberal demokrasiler ile otokratik devletlerin çatışması olduğunu yazdı. Ulus devletler yıkılmadan özgürleşme olamazdı!

New York Times’ın "şahinler" arasında saydığı Daniel Fried, İsrail’in bir ulus devlet olmasından rahatsız değildi. Ama söz konusu Türkiye olunca çok sert konuşuyordu: "Sorun Türklerin nasıl bir ülkeye sahip olmak istedikleridir. Milliyetçilik/ulusalcılık özünde defansif bir tutuma, gurursuzluğa dayanır. Gururlu insanlar milliyetçi/ulusalcı olmaz, gururlu insanlar dünyaya açık olur."

Allan Bloom, Sidney Hook, Norman Podhoretz
gibi eski solcu New York aydınları, 1980’lerde "neo-liberalizmin" taraftarı oldular.

Neo-Conları sadece sivil olarak düşünürseniz yanılırsınız:

Sözü, Amerikan ordusundan Yarbay Patrick F. Gillis’e bırakalım:

"Tarihe baktığımızda, Türkiye’deki siyasal yapının, ordunun etkisini sınırlamada kifayetsiz ve isteksiz olduğunu görürüz. Ancak bu durum, 2003 yılı itibarıyla değişmeye başlamıştır. ABD-Türkiye ilişkileri, soğuk savaş yıllarının askeri ortaklığından, çok yönlü bir ortaklığa dönüşmelidir. Türkiye’nin ABD ile kalıcı ve geliştirilmiş bir stratejik ortaklık kurabilmesi için bütünüyle demokratik olması gerekmektedir." (Mayıs 2004)

Bu söylemlerin Türkiye’de yaygınlık kazanmasının bir diğer nedeni de, İngiltere doğumlu "Yeni-Sol"un ithalidir! Bu nedenlerle "Anti-emperyalist Deniz Gezmiş solcu olamaz" diyebiliyorlar. Çevirdikleri öyle çünkü. Neyse, fazla kafa karıştırmayayım.

İşin özünde; Neo-Conlar, önce sosyalisttiler, sonra hümanist solcu oldular ve en son geldikleri yer, ulus devlete karşı anti-emperyalizme inanmayan, solcu liberallik!

New York aydınlarının yazdığını, söylediğini, Türkiye’deki solcu-liberaller bugün büyük bir öfke ve kinle dile getiriyorlar.

Kızgınlıkları biraz da, göbekten bağlandıkları neo-liberalizmin ve ABD’nin dünya üzerindeki hegemonyasının küresel kriz ile çökmesinin endişesinden kaynaklanıyor.
Yazarın Tüm Yazıları