Tükendiğim yerden gördüklerim

Güncelleme Tarihi:

Tükendiğim yerden gördüklerim
Oluşturulma Tarihi: Haziran 02, 2013 00:00

Ben de Almanya’da doğdum. Ben de başarılı oldum. Sonra bir gün tükendim. Tıpkı Meryem Uzerli gibi. 10 hafta klinikte yattım. Onu çok iyi anlıyorum. Şunu söyleyebilirim: Beklemeyin, Hürrem dönmeyecek.

Haberin Devamı

2006 ’da başlayan hikâyeme geçmeden tanışalım. 12 Eylül darbesinin ardından Almanya’ya kaçan bir ailenin ilk çocuğuyum. Gurbette; ‘iki buçuk’uncu kültürde yetişmeye çalıştım. Almanya’da artık fakültelerde tez konusu olmuş ayrımcı eğitim sistemine rağmen Gymnasium’u bitirdim, ardından hukuk fakültesinden bir dönem erken mezun oldum. Üniversite hayatım... Ah evet, o harçlık için para kazanmak ve sivil toplum kuruluşlarında politik mücadeleyle geçti. Yetmedi, bir de kişisel gelişimim için bir şeyler yapmaya başladım.
Müzikal provasından işe yetiştiğim, ertesi günün sınav kâğıtlarına göz atıp az uykuyla sınava girdiğim, aynı gün ırkçılığa karşı bir mitinge katıldığım ve bu tempoyu aylar değil, yıllarca hiç düşürmeden yaşadığım zamanlar…  Kısacası kendini insan zanneden bir yarış atından başka bir şey değildim.
Peki neden?
Biliyordum aslında... “Başaramazsın çünkü Türksün” diyen ilkokul öğretmenime ve içinde yaşadığım toplumun beni ve ailemi ikinci sınıf vatandaşlığa indirgemesine karşı tek çıkış yolum diğerlerinden daha nitelikli olmaktı.  Başka şeyler de vardı. Hem yapım gereği hem de başkalarının beklentilerinin dayatmasıyla gelişen mükemmeliyetçiliğim ve “Hayır” deme konusundaki beceriksizliğim...
Elbette siyasi baskılar da söz konusuydu. Mülteciliğin bana ve aileme yaşattığı, bastırılmış travmalarımdan da söz edebilirim.
Ne yaparsam yapayım, öğrenme, bilme, kavrama iştahımı durduramıyordum. Doktorlara bakarsan, işte tüm bunlardı beni patlamaya hazır bomba haline getiren.
Ve 2006 yılında patladım.
Almanya Federal Meclisi’nde hukuk eğitimimin pratik bölümünü tamamlamak üzere ilk defa birkaç aylığına ailemden uzağa, Berlin’e gittim. Çok iyi bir başlangıç yapmıştım. Her gün birçok enteresan insanla tanışıyor, müthiş teklifler alıyordum. 25 yaşımda, her şeyin mümkün göründüğü bir dönemdi. Sürekli mücadeleyle geçmiş yıllarımın sonunda, nihayet tüm emeklerimin meyvelerini toplamaya başlayacak gibiydim.
Heyecanlıydım, çalışkandım, istekliydim...
Ve tükenmiştim!
Bir yılı aşkın zamandır çanlar çalıyordu. Zor geliyordu, vakit kaybıydı doktor doktor gezmek... Ne mi oldu?
Tükenmişlik öyle bir şeydir ki, sinir krizleri, dengesizlik, meşguliyetsiz kalamama gibi belirtilerle yoklar seni. Dinlemezsin, yola devam edersin. En azından devam etmek için her zaman bir bahane bulursun. Sonra bedenin uyarmaya başlar: “Artık dur, daha fazla kaldıramıyoruz bunları” der. Baş ağrıların kronikleşir, yorgunluğun bitmez, boynun tutulur.
 Hepsi rahatsız edicidir ama hiçbiri öldürmez.
Durmadan koşmaya devam edersin, edersin çünkü durursan eğer durduğun yerde acılarınla karşılaşırsın. Kendini görürsün, hatta geçmişini.
Kim uğraşacak o gördüklerinle?
Yine yola devam edersin.  Ben de öyle yaptım. Taa ki, parlamentonun koridorlarında yürürken, sol kalçamda çıkan o tuhaf yaranın büyüdüğünü ve ateş gibi yandığını fark edene kadar. Öyle acıyordu ki... Ve başlar, doktorlar, hastaneler, eczaneler, bunların arasında mekik dokumalar...  Çare? Çare yoktur!

Haberin Devamı

KLİNİKTE 10 HAFTA

Haberin Devamı

Ve bir gün...
Günlerce düşmeyen ateş nedeniyle hastaneye kaldırıldım. Ondan sonrası film gibi...
Haftalarca süren fiziksel ve psikolojik testler, yüzlerce doktor görüşmesi, terapiler.
Meğer kliniğin tarihinde gördüğü en ağır vakaymışım. Hastalığımın adı ‘Burn-out!’ Yani tükenmişlik sendromu...
Daha önce duymuştum bu hastalığı, ancak zayıf insanların arkasına sığındığı bir bahane olarak görürdüm. Şimdi işte ben zayıftım ve her şey yoruyordu. Bana neler oluyordu? Sürekli ağlıyordum. Üstelik hastaneden çıkmak istiyordum, sonuçta bir dolu iş beni bekliyordu. Ama yürüyemiyordum bile güçsüzlükten. Bu aynı zamanda uzun yıllar devam edecek suskunluğumun da başlangıcıydı. Hiçbir şeyi tanımlayamıyordum, anlam mevzuundan uzakta sadece iç sesimden hareketle uzun bir yolun başlangıcında olduğumu hissediyordum.
Öyle de oldu!
Berlin’deki Charite kliniğinde geçirdiğim o 10 hafta ve sonraki yıllar bedensel kısıtlamaların, ağrıların gölgesinde kendimle yüzleşerek geçti. Bir karar vermem gerektiğini anlamıştım: Ya “Ben ne bahtsızmışım” diye bir mağduriyet hikâyesi yazıp o senaryonun başrolünü oynayacaktım ya da bu yaşadıklarımın hepsini hayatın bana sunduğu bir armağan olarak görecektim. Yaşadıklarımdan çıkardığım ders, hayatımda yaptığım köklü değişiklikler, beni sıkıştıran ve benliğimi zedeleyen tüm kişi ve faktörleri önceden fark edip elimine etme becerisini kazandırmıştı bana. Bunları yaşamasaydım, bugün ne Türkiye’nin başarılı hukuk şirketlerinden birinde yöneticilik yapabilirdim ne de böylesine yoğun bir iş hayatının yanı sıra yazarlık, tiyatroculuk ve birçok başka yüksek sorumluluk gerektiren işleri bir arada yürütebilirdim. Doktorlarımın da söylediği gibi, elimde günümüzün serbest piyasa şartlarının vahşi diktasının karşısında mutlu bir birey olarak hayatta kalabilecek bir kılavuzum olmayacaktı.
Evet, çağın sendromudur burn-out. Gülse Birsel geçen haftaki köşe yazısında aslında o kadar doğru bir sonuca bağlamıştı ki konuyu: Ya doğuştan yırtık, dayanıklı bir insan olacaksın ya da Türkiye gibi bir ülkede büyüyerek feleğin çemberinden geçeceksin ve kendini koruma mekanizmaları geliştireceksin. Ya da tükenip gideceksin.
Ne Meryem Uzerli’yi şahsen tanırım, ne yapımcısını ne de Türkiye’nin dizi sektörünü bilirim. Ama iki şeyden eminim: Meryem Uzerli’nin şu anda yaşadığı gerçekten bir burn-out ise kendisine bölüm başı 1 milyon Euro da teklif etseler, işine çok uzun bir süre geri dönemeyecektir. Ve onun için hiçbir şey bir daha asla eskisi gibi olmayacaktır.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!