Telefon açık kalırsa

Siz çocuk musunuz, dalga mı geçiyorsunuz benimle? Herhangi bir kasırga şu veya bu şekilde Betûl Mardin’in bileğinin hakkıyla kazandığı Halkla İlişkiler Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü almasına engel olabilir mi?

Olabilir derseniz, size şaşarım, Betûl Mardin’i hiç tanımadığınızı anlarım.

Nitekim, Wilma’nın da bileğini büktü.

Ekim ayında Miami’de alması gereken ama adi Wilma’nin işgüzarlığı yüzünden alamadığı ödül, çarşamba akşamı Four Seasons Oteli’nin balo salonunda bütün davetlilerinin önünde, alkışlar arasında havaya kaldırıldı.

Türkiye’nin gururu olarak...

*
/images/100/0x0/55eb2549f018fbb8f8ae3a69
Asla kaçırmak istemediğim, ailenin bu mutlu gecesinde bulunamamamın nedeni...

Alya’mın çıkarmakta zorlandığı yeni köpek dişleriydi.

Patlayamadılar gitti.

Jeller mi sürmüyoruz, "Geçecek, ağlama" diye avutmalara mı çalışmıyoruz, donmuş oyuncakları mı acısını alsın diye ağzına vermiyoruz...

Yapmadığımız şey kalmıyor...

Heyhat ne fayda!

El kadar çaresiz şey.

İki gözü iki çeşme ağlıyor.

Anneye düşense, bağrına taş basmak...

Babaya, "Sen annenin gecesine git, Alya ile biz bekleriz..." demek.

*

Allah, sevdiği kulunun yardımına koşarmış.

Hiç öyle bir şey talep etmediğim halde, sevgilimin bir günlük İstanbul macerasında yanındaydım.

Nasıl mı?

Cep telefonuyla.

Ama bir dakika...

Açık kalmış bir cep telefonuyla!

Sabahleyin aradı konuştuk, konuşmamız bitti kapattık. Nasıl olduğunu, ne münasebetle olduğunu bilmiyorum, bildiğim benim telefonumun yeniden çaldığı, ekranında onun isminin yazdığı ve birtakım sesler duymaya başladığım...

"Alooo... alooo" yapıyorum, ses yok.

"Aşkııım... aşkııım" diyorum, yine yok.

Beni duymuyor. Ben de zaten sadece "haşur huşur" olarak tanımlayabileceğim bir takım sesler duyuyorum. Biraz önce yataktan kalktı. Henüz giyinik değil. Peki, neredeyim?

Dubai’de şortla dolaşıyorum, ama İstanbul soğuk...

Anladım, sevgilimin eşofmanının arka cebindeyim!

Bu ne sesi?

Su. Yüzünü mü yıkayacak? Hayır, hayır önce tıraş olacak.

Üstü çıplak altında lacivert eşofman, yanakları köpükten beyaz bir adam hayal ediyorum. Hımmmm, hoşuma gidiyor, derin bir iç çekiyorum, özlemişim...

Allah’tan ona yakınım.

Baksana, popo cebindeki telefondayım.

Birden rahatsız oluyorum, ondan habersiz onun hayatına sızıyorum, utanıyorum (ara sıra ben de utanırım!) telefonu kapatıyorum...

*

Ama yeniden çalıyor...

"Hey orada kimse yok mu?" diye bağırıyorum, fayda etmiyor...

Kapatıyorum, yeniden çalıyor.

Hiç istemeden dedektif gibi oluverdim.

Bu ses de ne? Islık sesi.

Bak sen, tıraş olurken ıslık çalıyor.

Beyefendi, pek neşeli...

Allah, neşesini bozmasın...

Bu ne? Yine su sesi. Bu defa nereden geliyor?

Oyun gibi. Birtakım sesler duyuyorsun. Karşındakinin ne yaptığını, nerede olduğunu, kiminle olduğunu çıkartmaya çalışıyorsun.

Bu ne? Yüzüne su çarpıyor.

Bu ne? Şimdi dişlerini fırçalıyor.

Şelale sesi gibi bir şey geldi. Kaçıııııııııın, duşu açtı!

Aman Allah’ım, duşa girecek... Ya ben? Telefonun içinde ıslanacağım. Yooo, bir şey olmadı. Demek, üstünü tamamen çıkarttı, beni de bir kenara attı...

Şimdi? Sesler yakınlaştı, dur bari yeniden "Alo Alo" diyeyim, ı-ıh, yine duyuramıyorum sesimi, beni eline aldı, yatak odasına girdi.

"Aşkıııııııım... aşkıııııııım..."

Yine duymuyor. Giyiniyor. Seslerden anladım. O da ne! Pantolonun ön cebine terfi ettim galiba...

*

Kapıyı açtı, merdivenlerde hopluyorum, ben de onunla aşağıya iniyorum...

Ayakkabılarının çıkarttığı sesten, ruh halinin iyi olduğunu anlıyorum.

Dinamik ve duruma hakim yürüyor.

Hey yavrum, Arnavutköy’ün parke taşlarına basıyor şimdi.

Rüzgarın sesinden anlıyorum, Boğaz’ın kenarına iniyor.

O güzelim imtiyazdan faydalanıyor.

Bu aralar sis mi var ne?

Vapurların siren sesleri duyuluyor.

Ve balık yakalayan martıların sevinç çığlıkları...

Telefonda duyunca biraz ürkütücü olabiliyorlar tabii.

*

Şimdi vicdan azabı saati...

Çünkü bu başıma gelen çok ayıp bir şey.

Adamı resmen adım adım, haberi olmadan izliyorum.

Allah’tan bir yamuğu yok, olsa kıyamet kopacak ama haberi yok...

Dur bir mesaj atayım, titresin cebinde...

"Break... Break... Ben cebinizdeyim..."

Sonra bir mesaj daha...

"Kapasana kardeşim şu telefonu, seni takip etmeye mecbur değilim!"

Sonra bir tane daha...

"Aşkım, beni aldatıyor olsan, olay kulağımın önünde cereyan edecek, çabuk kapat şu telefonu...."

Yok, ne yapsam faydası yok.

Boğaz’da yürüyoruz beraber, istikamet Bebek Kahve...

Ahmet’le buluşacak...

Yapraklar hışırdıyor, demek Bebek Parkı’nın orada, dur şuna bir mesaj daha atayım...

"Simiiiiiiit... Simiiiiiiit..."

Duymadı.

Zaten Özcan kızardı: "Bizim burada yeteri kadar yiyecek var, dışarıdan simit mimit getirmeyin..."

Bir bu eksikti, şimdi de konuşmalarını duyuyorum:

"Nasılsın Abi?"

"İyiyim Özcan sen nasılsın."

"Yuvarlanıyoruz işte. Kız nasıl?"

"Diş çıkarıyor, Ayşe yanında, bildiğin gibi değil, çok ağrımız var."

"Yavruuum, kıyamam ben ona..."

Bir mesaj daha...

"Özcan’ı da özlemişim, benim yerime öp..."

Bir mesaj daha...

"Mümkünse bir büyük ada, bir adet de ıspanaklı börek söyle bana..."

Deli mi ne, duymuyor?

Artık yoruluyorum, sinir olmaya başlıyorum.

Ve benim son mesajım:

"Yeteeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeer!"

*

Çaresizlik, insanı yaratıcı yapıyor.

Ahmet Utlu’yu arıyorum, onlar birazdan buluşacaklar...

Durumu anlatıyorum.

"40 dakikadır her şey kulağımın önünde cereyan ediyor" diyorum, "Söyle şuna, telefonunu kapatsın..."

O da sevgilimin yanına geldiğinde...

"Kapatsana oğlum şu telefonunu. Kız hayatını adım adım takip etmek zorunda kalıyormuş!" diyor.

Telefon kapandı.

Üç dakika sonra tekrar çaldı:

"Mesajları okudum. 40 dakikada 15 mesaj. Sen gerçekten delisin. Ve komiksin!"

Bizim açık kalan telefon maceramız, kahkahalarla son buldu, ama farklı da olabilirdi, Allah göstermesin kan da çıkabilirdi...

Siz, siz olun kendinize ve telefonunuza mukayyet olun!



HAMİŞ: Mutlaka eğlenceli telefon hikayeleriniz vardır, beklerim...
Yazarın Tüm Yazıları