Murat Bardakçı: Tarihin ilk Adnan'ı Alamutlu Hasan'dı

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Sadettin Tantan'ın gözaltına aldırdığı sakallı ve hayli şişman zatla müridlerinin ortaya dökülen çamaşırları bana 12. yüzyılın meşhur bir ismini, Hasan Sabbah'ı hatırlattı. Gerçi sakallı ve şişman zat ilim, maharet ve güç bakımından Hasan Sabbah'ın tırnağı bile olamayacak seviyede idiydi ama yarattığı tedirginlik, korku ve endişe hep aynıydı.

Gazeteler son haftalarda sakallı ve hayli şişman bir zatın adamlarıyla beraber gözaltına alınışının haberleriyle dolu. Haberlerde güzel ve yakışıklı müridlerin, birbirinden lüks villaların ve bitip tükenmeyen para kaynaklarının öyküsü anlatılıyor; şantajla ve haraçla nasıl beslenip nasıl güçlendikleri yazılıyor ve bütün bunlar olurken hemen heryere ve herkese sakallı zatın fahri başkanı olduğu vakıftan günde en az birkaç adet elektronik mesaj yollanıyor.

Sakallı ve şişman zatın kurduğu teşkilát ve müridlerinin ona bağlılığı, bana 12. yüzyılın meşhur bir ismini hatırlattı: Hasan Sabbah'ı, tam adıyla Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyin bin Sabbah el-Hamari'yi... Gerçi sakallı ve şişman zat ilim, maharet ve güç bakımından Hasan Sabbah'ın tırnağı bile olamayacak seviyede idiydi ama yarattığı tedirginlik, korku ve endişe hep aynıydı.

Hasan Sabbah, Yemen taraflarından İran'a göçetmiş Şiî bir aileye mensuptu. Genç yaşta Şiiliğin uç inançlarından olan ve Hazreti Muhammed'in torunu İmam Caferu's-Sadık'ın oğlu İsmail'i ‘‘imam’’ kabul eden İsmailiye mezhebine girdi. Sıkı bir eğitim gördü ve uzun seyahatlerle dolu bir gençlik yaşadı. İsmailî inançlarını yaymak için Şam'dan Horasan'a kadar defalarca gidip geldi. Sonra 1091'de Batı İran'da ve Hazar Denizi yakınlarındaki Alamut Kalesi'ni ele geçirdi ve ölümüne kadar 33 yıl boyunca buranın hákimi oldu.

Alamut'tan idare edilen hareketin hedefi hem mezhebin inançlarını yaymak, hem de bölgenin idari ve ekonomik merkezlerini ele geçirmekti. Hasan Sabbah, hedefi için tek bir metod uyguladı: Terör... Bizzat kurduğu ve uyuşturucu bağımlısı gençlerin oluşturduğu müridler ordusu, tarihlere İslám tarihinin en büyük terorist hareketi olarak geçti. Başta Selçuklu İmparatorluğu'nun meşhur veziri Nizamülmülk olmak üzere, zamanın önde gelen birçok devlet adamının hayatı, Hasan Sabbah'ın gönderdiği fedailerin hançerleriyle noktalandı.

İsmailî terörü, Hasan Sabbah'ın ölümünden sonra da senelerce devam etti. Sabbah'ın yerine geçenler de binlerce kişinin canını aldılar ve bu terör fırtınası Moğollar'ın Alamut Kalesi'ni 1256'da yıkmasına kadar devam etti.

Derken aradan uzun zaman geçti, Hasan Sabbah'ın uyguladığı sistem sadece o bölgenin değil, bütün dünyanın málûmu oldu. ‘‘Haşhaşî’’ sözü zamanla batı dillerine de geçti ve ‘‘assasination’’a (okunuşu: asasineyşın) döndü. Bugün batı dillerinde ‘‘assasination’’ suikast, ‘‘assasin’’ de ‘‘suikastçi’’ mánásına geliyor.

Merak edenler için, İsmailî mezhebinin akibetini de kısaca söyleyeyim: İsmaililik'in bir tarikati olan ‘‘Haşhaşî’’lere artık sadece tarih kitaplarında rastlanıyor ama İsmaililer sayıları az da olsa hálá var. Çoğunluğu Hindistan'ın kuzeybatısında yaşıyor, geri kalanları dünyanın dört bir yanına dağılmış halde. Liderleri de hemen hepinizin bildiği bir isim: Jet sosyetenin çok tanıdık bir mensubu; adını zenginliğiyle, çapkınlıklarıyla ve arada bir de mimarlıkla ilgili olarak dağıttığı ödüllerle duyuran Ağa Han.

Marco Polo, Alamut'un fedailerini anlatıyor

Alamut Kalesi, kalenin şeyhi Hasan Sabbah ve Sabbah'ın cenneti andıran bahçesi hakkındaki en etraflı bilgiyi, 13. yüzyılın meşhur İtalyan gezgini Marco Polo verir. İşte, Polo'nun seyahatnamesinden Hasan Sabbah'ın Alamut'ta kurduğu sistemin işleyişinin ana hatları:

‘‘Şeyh, kalenin arkasındaki uzun vadiyi zamanının en güzel bahçesi haline getirmişti. Dünyaya meydan okuyormuşcasına yükselen Alamut Kalesi'ni aşmadan buraya girmek mümkün değildi. Vadide birbirinden zarif köşklerle şarap ve süt akıtan çeşmelerin arasında en nadide çiçekler açar, ağaçlar yükselirdi. Her köşeye, dünyanın en güzel kızlarından bir grup yerleştirilmişti. Kızların hepsinin sesi güzeldi. Şarkı söylemeyi, dansetmeyi ve birkaç çalgı çalmayı bilirlerdi. Aşk oyunlarında onların üzerine kimse yoktu.

Yirmi yaşına basmış delikanlılar arasında sağlıklı, gözü kara, tehlikeye aldırış etmeyen ve ruhsal bakımdan Şeyh'e bağlanabilecek durumda olanlar Alamut'a getirilirlerdi. Bunlara bir süre Hasan Sabbah'ın cennetiyle ilgili efsaneler anlatılır, daha sonra teşkilátın büyüklerinden biri tarafından tek tek Şeyh'in huzuruna çıkartılarak törenle tarikata kabul edilir ve Sabbah'ın ayaklarına kapanan genç ‘‘fedai adayı’’ olurdu.

Sabbah, gence içerisinde bol miktarda haşhaş bulunan ama tam formülünü sadece kendisinin bildiği meşhur içkisinden içirir ve kendinden geçen delikanlı ‘‘cennet’’ denilen bahçeye bırakılırdı. Delikanlı bir müddet sonra ayılır, kendisini dünyanın en güzel köşelerinden birinde ve birbirinden güzel genç kızlar arasında bulur, her rzusu yerine getirilir ve bir yandan Sabbah'ın büyüklüğüne tanık olurken bir yandan da sonsuza kadar burada kalmayı isterdi.

Tarikatın büyükleri, gence birkaç gün sonra yeniden uyuşturucu içirirlerdi. Kendinden geçen genç bu defa kaleye taşınır, ayıldıktan sonra ‘‘Vadideki cennete dönmek istiyorsa Şeyh'in istediği işi yapması gerektiği’’ söylenirdi.

Hayal bahçesine tekrar kavuşmaktan başka birşey düşünemez hale gelmiş olan genci Hasan Sabbah'ın huzuruna çıkartırlardı. Şeyh söze ‘‘İlk vazifeni yerine getirmenin ve bana bağlılığını ispat etmenin zamanı geldi’’ diye başlar, ‘‘Bir düşmanımın öldürülmesi gerekiyor ve bu işi sen yapacaksın. Görevini başarıp döndüğünde cennete yeniden gireceksin. Düşmanımı ortadan kaldırır ama onun adamları tarafından öldürülürsen aynı cennette yaşamaya yone hak kazanırsın. Meleklerimi yollar, seni buraya getirtirim. Ama başaramadan gelir, yakalanır yahut işi bitirmeden öldürülürsen cennetimin kapıları sana kıyamete kadar kapanır’’ derdi.

Öldürülmesi istenen kişi, bütün bunlardan sonra mutlaka ölürdü.

Büyük tarihçiler böyle sessiz mi gitmeli?

Fransız tarihçi Prof. Robert Mantran, Osmanlı konusunda son dönemin önde gelen bilginlerindendi. Birkaç hafta önce Paris'te dünyaya veda etti ve onunla ilgili olarak ne basınımız bir haber verdi, ne de anlı şanlı tarih hocalarımız Mantran'dan tek satırla olsun bahsetme vefasını gösterdiler.

Geçtiğimiz günlerde, Osmanlı dünyasının çok önemli bir ismi dünyaya veda etti: Fransız tarihçi Prof. Robert Mantran, Paris'te öldü. Ömrünün 65 yılını Türkolojiye, Türk ve özellikle Osmanlı tarihine vakfedip ciltler dolusu eser vermişti, son dönem Osmanlı tarihçiliğinin en seçkin isimlerindendi ama hayata veda ettiğinden Türkiye'nin haberi olmadı. Hakkında ne gazetelerde tek satır olsun bir haber çıktı, ne de üniversitelerimizin tarihçilik üzerine mangalda kül bırakmayan mensupları bir yazı kaleme aldılar.

Robert Mantran tarihin bilimler arası bir disiplinle kaleme alınması akımını başlatanlardı. Olayları ekonomik ve sosyal şartlarla birarada değerlendiriyor ama mutlaka belgeye dayandırıyordu. Bu akım bazı zamane tarihçilerimizin elinde ve özellikle son senelerde maalesef tersine döndü, belge Osmanlıcaysa, okunması bir türlü becerilemediği için rafa kalktı. Tarih yazarlığı ya sadece ‘‘feodalite’’, ‘‘merkantilizim’’, ‘‘fütuhat ruhu’’ yahut ‘‘sosyal çatışma’’ gibi kavramlarla ‘‘süreçsel devingenliğin etkileşimsel verileri’’ veya ‘‘paradigmanın Osmanlı'daki tarımsal impaktı’’ şeklinde ánında ve kolayca anlaşılan ifadelere boğuldu; nihayet ‘‘Söyleyenler anlamaz, anlayan fehmeylemez’’ sözünü doğrular kelimeler yığını haline geldi.

Prof. Mantran çok sayıda eser vermişti. ‘‘Osmanlı Malî Düzeni’’, ‘‘Türk Tarihi’’, ‘‘17. Yüzyılın İkinci Yarısında İstanbul’’, ‘‘Tunus Beyi'nin Sarayındaki Türkçe Belgeler Kataloğu’’, ‘‘16. ve 17. Yüzyılda İstanbul'da Gündelik Hayat’’, ‘‘İslam'ın Yayılması’’ gibi kitapları bunların en başta gelenleriydi ve bir-ikisi dışında henüz hiçbiri Türkçe'ye çevrilmedi.

Osmanlı tarihinin son büyük üstadlarından olan Mantran'a hakkında cildler dolusu eser verdiği İstanbul'un eski zamanlarından kalma bir deyimiyle ‘‘dinince dinlensin’’ ve kapıldıkları rehavetten bir türlü kurtulamayıp Mantran için bir anma toplantısı düzenleme zahmetine bile tenezzül etmeyen akademik çevrelerimize de ‘‘Allah cümlenize rahatlık versin efendim!’’ diyorum.



Yazarın Tüm Yazıları