Sizin kafanızı taktığınız biri hiç olmadı mı

Seneler önceydi. Çoook seneler önce. Geceleri kapısına dayanıyordum. Ya da paspasında oturuyordum.

Kedi gibi.

Beni içeri alsın diye.

En gurursuz halimle.

Açıyordu kapıyı, yüzünde aynı ifade./images/100/0x0/55ea979af018fbb8f88a09d1

Yine mi sen?

Süzülüyordum salona.

Öyle salak salak oturuyordum koltukta.

Geceleri onu görebilmek için mekan mekan dolaşıyordum.

Burada değil...

Orada mı, yoksa şurada mı?

Paniğe kapılıyordum.

Onu görmezsem öleceğim zannediyordum.

E zaten gidecek kaç tane yer vardı?

Sonunda buluyordum.

Göz göze geldikten sonra...

Nasıl bir çekimse, öpüşmeye başlıyorduk.

Herkesin ortasında, sanki kimse yokmuşçasına.

Severcesine, nefret edercesine, okşarcasına, dövercesine...

Ama yine de hep platonik kaldı.

Hiç sevişmedik.

Beni zaten gündüzleri görmek istemiyordu.

Ona ulaşma şansım da yoktu.

Hayatım boyunca yaşadığım en tuhaf şeydi.

Ben aşk zannediyordum.

Ama kendini bu kadar kötü hissettiğin bir şey aşk olabilir miydi?

Aşağılandığın, küçümsendiğin...

Bir şey yaşıyorsun dibe vuruyorsun.

Kendini de korumuyorsun. Düşüyorsun. Düşüyorsun. Düşüyorsun.

Mutsuzluk, utanç, karamsarlık, huzursuzluk, umut.

Bir sürü duygu bir arada.

Niye taktın Ayşe bu adama bu kadar?

Diye ben de 40 kere sordum kendime.

Neden gözlerimi kapatınca yüzü geliyordu gözümün önüne?

Dudaklarının kıvrımı, gülüşü, gülünce kaybolan gözleri...

Beni bu kadar güzel öpen adam bana neden bu kadar acı veriyordu?

Niye beni sevmiyordu?

Neden beni sürekli aşağılıyordu?

Aşağılandığım yerde işim neydi?

Niye bana böyle davranan adama tekrar tekrar gidiyordum?

Bana sarılsın diye ölüyordum?

Tekrar soruyorum:

İnsana kendini bu kadar kötü hissettiren bir şey aşk olabilir miydi?

Ben size bir şey söyleyeyim mi:

Hayır.

Bu, başka bir şey.

Bu, hastalıklı bir şey.

Kurtulunması gereken bir şey.

Ben de öyle yaptım.

Bir gece sabaha karşı Boğaz’a gittim, arabayı Bebek’te park ettim, çok sevdiğim bir kolyem vardı, uğuruna inandığım, değerli de bir şeydi, onu boynumdan çıkardım, avuçlarımın arasına aldım ve kararlı adımlarla suya yaklaştım.

Boğaz’a baktım ve şöyle bir hisse kapıldım, eğer bu çok sevdiğim kolyeyi suya bırakırsam ben, bu tuhaf aşk hastalığım da bu kolye ile birlikte Boğaz’ın sularına gömülecek.

Çok sevdiğim bir şeyden yoksun kalacağım ama aklımı kazanacağım.

İyileşmek için kendime saçma sapan bir büyü yaptım anlayacağınız.

Ama işe yaradı.

"Takıntım" kolyemle birlikte sulara gömüldü.

Ben?

Yavaş yavaş iyileştim.

Ama sakın yanlış anlaşılmasın, derdim onunla değil, kendimleydi.

O günleri gülümseyerek hatırlıyorum.

Çünkü artık şunu biliyorum:

Gerçek aşk, insanı iyi hissettiren bir şey.

O ana geri dönelim. Önünüze "Mükemmel Bir Gün"ün senaryosu geldi. N’aptınız?

-"Bende bunun romanı olması lazım" dedim, gittim kütüphaneye baktım. Gerçekten de vardı. Üstelik 2 tane. Kitapçılara bayılırım, bir sürü kitap alırım, demek ki Melania Mazzucco romanından farkında olmadan 2 tane almışım. Bunu bir işaret olarak kabul ettim, önce Sandro Petraglia’nun senaryosunu sonra Mazzucco’nun kitabı okudum. Ve ve ve çarpıldım./images/100/0x0/55ea979af018fbb8f88a09d3

Nesi çarptı?

- Hepimizin başına gelen bir şey var hayatta. Senin de gelmiştir, bu röportajı okuyacak insanların da. Hayat normal devam ederken, birine kafayı takarız. Ölürüz, biteriz ama o bizi istemez. Ve biz hastalıklı bir şey yaşamaya başlarız, işin içinden de çıkamayız. "Budur" dedim, "Anlatacağım şey bu!" Bir de tabii şu büyüledi beni: Bir gün başımıza öyle bir şey gelebilir ki, hayatımız tamamıyla değişebilir. Bizden hiç beklenmeyen çok kötü bir şey yapabiliriz ya da bambaşka bir yola sapabiliriz. Var yani hepimizde bu potansiyel.

SEVGİLİNİ YAKALIYORSUN

Sizin hayatınızda hastalıklı bir ilişki oldu mu? Fena halde kafayı taktığınız biri...


- Olmaz mı? Senaryo, zaten bana o yaşadığım şeyi hatırlattı. Biraz da bu yüzden çektim. Öyle bir şey yaşadım ki, bir yıl kendime gelemedim. Üstelik kendimi iyi hissetmem gereken bir dönemde başıma geldi. Hamam Suare’yi çekmişim, insanlar beni göklere çıkarıyor, bu adamda iş var diyorlar, gelecek vaat eden yönetmen diyorlar. İşte o sırada hayatına biri giriyor, hayatını altüst ediyor...

Şunu doğru dürüst anlatsanıza...

- Klasik hikaye aslında. Sevgilini yatakta biriyle yakalıyorsun...

Şaka yapıyorsunuz!

- Hayır. Onun evindeydik, müthiş bir gece geçirdik. Yani ben öyle sanıyorum. Islık çala çala evden çıktım. 10 dakika sonra geri döndüm, "Akşam şurada yemek yiyelim" demek için. Zili çaldım, kapı hemen açılmadı, biraz sonra kafasını kapının arkasından uzattı. Yüzünde hayatım boyunca unutamayacağım bir ifade. Durumu çaktım tabii. "Şu anda meşgulüm" dedi, "Anlıyorum" dedim.

Felaket! Hesap sormadınız mı? Hop kardeşim n’oluyor demediniz mi?

- Yok hayır.

Bağırıp çağırmadınız mı?

- Hayır.

Ne hissettiniz?

- Bok gibi kalakaldım ne hissedeceğim! Müthiş bir çaresizlik.

Kimmiş kaşla göz arası eve attığı peki?

- Ben de bu sorunun cevabını merak ettim. İçi boşalmış bir çuval gibi, gittim merdivenlerin altında bekledim. Saatler sonra çıktı.

E nasıl biriydi? Bazen hayatındaki insan seni öyle biriyle aldatabilir ki, "E valla helal olsun!" dersin.

- Yok demezsin. Zaten bu işler tuhaf, yanında çalıştığım bir İtalyan yönetmen vardı, bir gün Küba’ya gitti ve bir kadına aşık oldu. Nasıl bir aşksa, adam karısını ve çocuklarını bıraktı ve onunla birlikte yaşamaya başladı. Ben olayı duyunca "Kim bilir ne müthiş bir kadın!" dedim. Şansa bak ki bir gün tanıştım, "Aman Allah bu kadın, o kadın mı?" oldum, bizimkinin uğruna bütün hayatını değiştirdiği! Felaket ötesi şeydi. Benimki de o hesap, öylesine biri çıktı evden...

Sonra?

- Sonrası yok. Ben acılar içinde kavruluyorum. Bir arkadaşım dedi ki "Bak Ferzan, aşk acı vermez, insanı kötü psikolojiye sokmaz. Bu aşk değil, başka bir şey!" Bunun üzerine psikiyatra gitmeye karar verdim.

Bir işe yaradı mı bari?

-Yaramaz mu? Yaşadığım o şeyin, karşımdakiyle değil kendimle alakalı olduğunu öğrendim bir kere. Bu arada psikiyatrın bekleme odası kağıt mendil doluydu, hani çekersin mendil ortasından çıkar onlardan, benim sıram geldi içeri geçtim, psikiyatrın tam karşısındayım, baktım yanımda da o kutulardan bir tane var. Neyse konuşmaya başladık biz. İki üç soru sordu, ben cevap verdim, sonra bir soru daha sordu ve o soruda ben hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ama nasıl ağlıyorum. Durduramıyorum kendimi. O mendillerin ne işe yaradığını da o zaman anlamış bulundum.

CALLAS KOMPLEKSİ

O sorunun ne olduğunu bizimle paylaşmanızda bir sakınca var mı?


- Yok. İlişkimizi anlatırken dedim ki "Aslında onun, benim tipimdeki biriyle birlikte olması beni çok şaşırttı." Psikiyatr birden durdu, "Ne dediniz?" dedi, tekrarladım. "Sizin tipinizde ne var ki? Siz nasıl göründüğünüzü düşünüyorsunuz?" dedi. Birden ağlamaya başladım.

Meğer siz kendinizi beğenmez, çirkin bulurmuşsunuz öyle mi?

- Zaten takıntılı bir şey yaşamanın temelinde o yatıyor, kendini sevmiyorsun. İçinde bir boşluk var ve karşındakine tutuluyorsun, yapışıyorsun. Seanslar ilerledikçe bende Callas kompleksi olduğu da çıktı ortaya...

O neymiş?

- Maria Callas, içinde iki insan yaşatıyor: Maria ve Callas. Callas’ı değerli buluyor ve beğeniyor; ama aynı şey zavallı Maria için geçerli değil. Ben de demek ki benzer şeyler hissediyormuşum. Ferzan beğenilecek bir tarafı olmayan sıradan biri, üstelik güzel bir adam da değil. İnsanlar da zaten ona değil Özpetek’e hayranlık duyuyorlar diye düşünüyormuşum. Dedim ki psikiyatra "Benimle sevgili olan insanlar aslında Özpetek’le birlikte oluyorlar. İyi bir yönetmen ya, ona geliyorlar." O da "Yanılıyorsun" dedi. "Sen mavi gözlü olsaydın, bunu sen yaratmış olmayacaktın ama yönetmenliği sen yarattın. Bu daha güçlü bir şey. Sen her şeyinle bir bütünsün. Bırak seni Özpetek olduğun için de sevsinler. Bir sakıncası yok..."

Süpermiş!

- Evet sonra benim de her şey yerli yerine oturdu kafamda.

Tekrar karşılaşmadınız mı "takıntı"nızla?

- Evet, evet aradan yıllar geçti. "Satürn Ters Gidince"nin Milano’da galası var, Armani filan arıyor düşün, "Ferzan geliyorum, akşam bir şey yapıyor muyuz?" diyor, öyle bir trafiğim var. O sırada cep telefonum çaldı, telefonda tedirgin bir ses "Ferzan merhaba" dedi. "Merhaba" dedim. "Bu akşam galana gelebilir miyim?" dedi. "Tabii" dedim. Ben bazen karşımdakini tanımayınca, ayıp olmasın diye tanıyormuşum gibi numara yapıyorum, biraz daha sohbet ettik ama sonra dayanamadım "Pardon ama kiminle görüşüyorum ben?" dedim. Adını söyledi. Sessizlik. Kendini hatırlatma ihtiyacı duydu: "Hani 99’da beraberliğimiz olmuştu." Birden kahkaha atmak istedim, durumun saçmalığına bakar mısınız, neredeyse hayatımın kaymasına sebep olacak kişi beni yıllar sonra arıyor ve ben tanımıyorum bile. O yüzden ben bu filmleri yapıyorum çünkü insanoğluna bayılıyorum!

RAHATSIZ EDEN FİLM

Peki bu filmi izlediğinde, "Benden esinlenmiş" der mi?


- Yok canım. Zaten film bir karı- kocanın hikayesi. Adam kadına özetle "Ayrılamazsın, ya benimle birlikte olursun ya da öldürürüm seni" diyor. Sonunda da felaket bir şey yapıyor. Benim yaşadığım şeyle alakası yok yani. Ama dipteki temel duygu benziyor. Zaten bu çok evrensel bir duygu. Filmi tanıtmak için gittiğimiz yerlerde soruyorum: "Aranızda kafasını birine fena halde takan oldu mu?" Hemen eller kalkmaya başlıyor. Biraz sonra fark ediyorum ki, odada neredeyse elini kaldırmayan kimse yok.

Ama eleştirmenler filmi pek beğenmedi...

- Beğenmedi değil "Stilinin tamamıyla dışına çıkmış" dediler. Ki kısmen doğru. İnsanı huzursuz, rahatsız eden bir film. Ama inanılmaz kompliman aldım. Venedik Film Festivali’nde mesela 10 dakika ayakta alkışlandım.

Ya evet. Onun için de "Salona bütün Türkleri toplamış!" dediler...

- Ben bunları normal karşılıyorum. İtalya’da birbuçuk milyonun üzerinde satan bir kadın dergisine filmin başrol oyuncusuyla birlikte kapak oldum, ki erkek kapak yapmıyorlar. Venedik’te içi paparazzi dolu dört tekne bizi takip ediyor. Bu tip ilgiler de bazılarını irrite ediyor, sana düşmanlık yapıyorlar.

"Ferzan Özpetek, İtalyan parlamenterlere bu filmle ders verdi" gibi yazılar da çıktı...

- Doğru, parlamentoda tartışıldı. Film, aile içi şiddeti de anlatıyor. İtalya’da bu tür olaylar çok yaşanıyor.

31 Ekim’de vizyona girecek ama biraz tüyo verelim...

- Erkek diyor ki mesela, "Lütfen bana geri dön. Sensiz yaşayamıyorum. Seni çok seviyorum. Sana aşığım. Her yerde seni görüyorum." Kadın, "Hayır olmaz" diyor, adam birdenbire "Öyle mi senden nefret ediyorum" diyor ve kadına tokat atıyor, kadının ağzından kanlar boşalıyor. Sonra pişman oluyor, "Çok özür dilerim, beni affet, çok yanlış yaptım" diyor. Kadın diyor ki, "Bugün işten atıldığımı anlamadın mı, kendimi felaket hissediyorum." Adam "Sen hiçbir zaman felaket olamazsın, sen harikasın!" diyor. Kadın da diyor ki "Sağol bana savaşma ve dayanma gücü veriyorsun!" Bu sefer adam birdenbire "Ama çok komik giyiniyorsun, o kadar kısa eteklerle dolaşacak kadar genç değilsin!" diyor. Devamlı kendisiyle çelişkide. Kadın eve dönse bir ay mutlu olacaklar ama sonra başka bir şey olacak. "Seninle de olmuyor, sensiz de!" durumu.

HER AN HER ŞEY OLABİLİR

Allah’tan biz her zaman böyle şeyler yaşamıyoruz...


- Evet ama bir sürü şeyin yanından teğet geçiyoruz. İtalya’nın çok meşhur bir oyuncusu vardı, erkek kardeşi de oyuncuydu. İşte bu adam mutfakta bir sandalyede oturuyor, yanında ayakta duran arkadaşıyla tartışıyor ve aynı anda elma kesiyor. "Ya ne diyorsun sen, saçmalama" derken elindeki bıçağı savuruyor, bıçak da arkadaşının kalçasından geçen bir damarı kesiyor ve arkadaşı ölüyor. Hayat böyle bir şey. Her an her şey olabilir...

TÜRKİYE’YE AŞIRI DÜŞKÜNLÜĞÜM VAR

Hayatımın bu döneminde kendimi çok kuvvetli hissediyorum. Ailemin çok iyi olduğunu düşünüyorum. Ailem derken sadece abilerim, ablam, annem ve yeğenlerim değil, Türkiye’yi ve bu toprakları da kastediyorum. Türkiye’ye karşı aşırı bir düşkünlüğüm var. Laf edenlere tahammül edemiyorum. Mesela dışarıda saçmasapan bir resim görüyorum. Türkiye’yle alakası olmayan bir resim o. Eskiden "Amaaan boş ver!" derdim, şimdi bizi yanlış tanıyor ve tanıtıyor olmalarını fena halde dert ediniyorum.

FERZAN MOMA’DA

New York Modern Sanatlar Müzesi MoMA’da 4 - 14 Aralık günleri arasında bütün filmlerim gösterilecek. Bir de yaptığım işleri ve hayatımı anlatan bir kitap çıkarıyorlar. Yetmezmiş gibi MoMA’da satılan küçük not defterlerinin kapağında benim imzam yer alacakmış. Gerçi ben görmeden inanmam bütün bunlara ama yine de insanın hoşuna gidiyor. MoMA’nın yöneticileriyle Toronto’da karşılaştım, "Neden ben?" dedim.

SEZEN AKSU BİR TANE

Sezen, hayatımdaki en önemli unsurlardan biri. Bir şekilde o hep var. Hepimizin hayatında var. Daha yeni Rio’dan dönerken, kulağımda iPod, uçakta onun "Kutlama" şarkısını dinledim ve ağlamaya başladım. Tuhaf bir şey, çalışırken ve senaryo okurken Sezen dinliyorum, her filmimde de mutlaka bir tane Sezen şarkısı oluyor. Bu filmde de var: "Şanıma İnanma."
Yazarın Tüm Yazıları