Sıkın dişinizi ölümsüzlük yakında

Ölümsüzlüğün sırrını biliyorum. Yok bu bilgiye vakıf olmamın nedeni, yıllar önce geçirdiğim bir ameliyat sonrasında, birkaç dakikalığına gidip gelmiş olmam değil o diyara... İki buçuk yaşında beşinci kattan düşüşüm sırasında yaşadıklarım da değil.

Şimdi moda ya, medyada sık sık çıkıyor bu tip hikayeler. Hani ölümden dönenlerin anlattıkları... Beyaz bir ışık tünelinden geçmişler de, tünel boyunca kendilerine ölmüş bir sevdikleri refakat etmiş de, tünelin ucunda büyük bir mutluluk ve huzur varmış da, o birkaç dakikalık yolculukları boyunca tüm yaşamları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmiş de, falan da filan...

Şahsen gidip gelmemiş olsam yutturacaklar. Ben size söyleyeyim tamamı halüsinasyon. Beynin o sırada oksijensiz kalmasından dolayı görülen hayaller. Ben de hepsini hálá gerçekmiş gibi anımsadığım hayaller gördüm. Ama öyle ucunda ışık olan bir tünel, tünelin ucunda bekleyen nur yüzlü dede gibi hayaller değildi bunlar. Odamdan, yoğun bakım servisine penceresiz hastane koridorlarında yaptığım kısa yolculuğu, dışarıda güneşli bir havada ağaçların göründüğü, pencereli bir koridorda yapmış gibi gördüm. Hastaneyi hiç terk etmemiş olmama rağmen, bir ambulansa bindirilip başka bir hastaneye taşındığımı gerçek gibi yaşadım. Doktorların üzerimde telaşla çalıştığını da hatırlıyorum. Sonrası karanlık.

Ölümsüzlüğün sırrını aslında taa 1998 Nisan’ında Hürriyet Pazar’da yazmıştım. Şimdi hatırlamamın nedeni, çarşamba günü Referans’ta yayınlanan bir haber. Doğan Erdoğan’ın haberine göre gelecek bilimci Ian Pearson, insan beyninin 2050’ye kadar bilgisayara yüklenebileceği fikrini ortaya atmış.

Günaydın Pearson! Genetik bilimindeki son gelişmelerin bedenin kopyasının yaratılabilmesini mümkün kıldığı, geriye tek bir sorun kaldığı, onun da beyindeki bilgilerin kopya bedenin kopya beynine aktarılabilmesi olduğu, Pearson’un iddiasından yedi yıl önce, Nisan 1998 tarihli yazımın (tinyurl.com/739xh) konusuydu.

Ağustos 1998 tarihli ‘KGB peşimde’ başlıklı bir diğer yazımı (tinyurl.com/do3k8) ise Rus bilim adamı Alexander Bolonkin’in benzer iddiasının gazetelerimizin birinci sayfalarını süslemesi üzerine yazmışım. Bolonkin, ‘Ölümsüzlüğün sırrı 2020’de çözülecek: İnsan bilinci çipe kopyalanacak’, diyerek çıkmıştı manşetlere çünkü. Bu ikinci yazımda ‘2020’de üretilmesinin bizim için bir sakıncası olmamasına rağmen bizce oldukça iyimser bir tahmin’, demişim.

Bolonkin’in ölümsüzlüğün sırrının bu çipin görüntüsü tamamen insana benzeyen bir robota yerleştirilmesiyle çözüleceğini söylemesine ise karşı çıkmışım. ‘Aşk olsun Sayın Bolonkin, neden robota yerleştirilsin, genetik bilimindeki gelişmeler ne güne duruyor?’ diye sormuşum.

Neyse konuyu uzatmayıp, noktayı koyayım. Ölümsüzlüğün sırrı, çipe aktarılan beynin tıpatıp kopyasının, ters bir işlemle, kolanlanmış bedenin beynine aktarılmasında. Ve bunun başarılacağı gün de öyle çok uzaklarda değil.

AKP’nin yemekte şarap taktiği

Barlas Yurtsever, geçen gün Vatan’ın birinci sayfasına çıkan haberinde Başbakan Erdoğan’ın katıldığı bir yemekte, garsonların konuklara sadece su ve meşrubat tercihini sorduğunu yazıyordu.

Benzer bir olay benim de başıma geldi. Pazar günü Grand Cevahir Otel’de Milli Eğitim Bakanlığı ve TÜBİSAD’ın ev sahipliğinde gerçekleşen bir akşam yemeğine katılmıştım. Başbakan Erdoğan da yemekteydi. Garsonlar konuklara ne içeceklerini sorarken, sadece su ve meşrubat seçeneklerini sundular.

Çağdaş yemek kültürüne göre, yemek davetlerinde şarap sunulması görgü gereğidir. Sırf test etmek için garsondan kırmızı şarap istedim. Kısa bir durakladı, sonra yanımdan ayrıldı ve birkaç dakika sonra kırmızı şarap dolu bir kadehle geldi. Gelen şarap hem kötüydü, hem de soğutulmuş. İçeceğim de yoktu zaten, bir yudum tadıp bıraktım.

Anlaşılacağı üzere AKP’nin bu konudaki tavrı davetlerinde konuklarına alkollü içki seçeneği sunmamak ama talep eden yemek zevki gelişkin konuklar olursa da sorun yaratmamak. Şarabın kalitesi ve yanlış servisi ise herhalde Cevahir Otel’in suçuydu. AKP’nin otele böyle bir telkinde bulunacağını düşünmek komplo teorisine girer.

Bu arada toplantının konusu çok hayırlı bir meseleydi: Bilgisayarlı Eğitime Destek Kampanyası. Bu kampanyayla ilgili geniş bir haberi Hürriyet’in ücretsiz eki e.yaşam’ın bugünkü sayısında bulabilirsiniz.

Tribünleri ‘Hakan, Hakan’ diye tarikatçılar bağırttı

Türk futbol seyircisini iyi tanırım. Tüm tepkileri duygusaldır. Kendi takımını nasıl gaza getireceğini, rakip takım oyuncularını nasıl demoralize edeceğini, hakemi nasıl etkileyeceğini bilmezler. Seyirciyi böyle topluluk olarak tanırım da, tek tek tanımam tabii ki.

Amigoları ise hiç tanımam. Birilerinden direktif mi alırlar, tribünleri nasıl yönlendireceklerini kulaklarına birileri mi fısıldar bilemem... Bu sebeple Yunanistan milli maçının ardından tribünleri ‘Hakan, Hakan’, diye bağırtacak kadar ‘bağnaz’ amigo var mıdır gerçekten, bilmiyorum. Amigoların hiçbiri gözüme öyle ‘fanatik’miş gibi de görünmüyor. Bu konu ne zaman açılsa, ben, ‘Muhtemelen sözünden çıkamayacakları birilerinin telkinine uyuyorlardır’, görüşümü beyandan geri durmuyorum. Milli Amigo Birol’u benzer bir telkinle yönlendiremeyecek biri veya birileri, Yunanistan maçından sonra tribünleri ‘Hakan, Hakan’ diye bağırtanların, sırf bu şartla maça girmesini sağlamışlarsa hiç şaşırmam.

Not: Bu yazdıklarım Yeni Şafak gazetesinde ‘Ersun Yanal’ın, Hakan Şükür’ü tarikatçı olduğu gerekçesiyle takımdan kesme şartıyla Milli Takım’ın başına getirtildiği’ iddiasında bulunan Fehmi Koru’nun kullandığı teknik, aynen tatbik edilerek yazılmıştır. En fazla Fehmi Koru’nun yazısı kadar ciddiye alınmalıdır.

Yar İstanbul’a sokak kafeleri gerek

P
rag sokaklarında gezerken, diğer tüm turistik şehirlerde de rastladığım bir özelliği dikkatimi çekti. Şehrin turistik mahallelerinin sokakları, hep masaları sokağa taşan kafelerle, restoranlarla doluydu. Bu manzara dünyanın hangi turistik şehrine giderseniz gidin karşınıza çıkan manzara. İstanbul hariç.

İstanbul’un en turistik bölgesi Sultan-ahmet’te parkın etrafına serpiştirilmiş bir, iki derme çatma çay bahçesinden, birkaç ara sokağa sığınmış restorandan başka bir şey yok!

Trafiğe kapalı İstiklal Caddesi kadar ruhsuz bir alışveriş sokağına, Avrupa’nın hiçbir turistik şehrinde rastlayamazsınız. Mustafa Sarıgül’ün o çok övündüğü Nişantaşı bile Avrupai bir görünümden çok uzak. Sanki turiste para harcatmamaya yemin etmiş gibi bir halimiz var.

Gerçi İstanbul ne kadar turistik bir şehir, orası da tartışma götürür. Biz kendimiz bile İstanbul’u resmen turistik bir şehir olarak görmüyoruz. Türkiye için turistik tanıtım filmleri yapıp, yabancı televizyonlarda reklam olarak oynatıyoruz ama İstanbul için yapılmış bir tanıtım kampanyamız yok. Varsa yoksa çulsuz turiste, Güney’deki her şey dahil tatil köylerimizi tanıtmakla meşgulüz. Biraz da Efes, Kapadokya, Pamukkale, hepsi o. İstanbul ise üvey evlat.
Yazarın Tüm Yazıları