Şeytanın bacağını kıran Beyrut

Defalarca gitmeye niyetlendiğim Beyrut’u nihayet şeytanın bacağını kırıp gördüm.

Haberin Devamı

Sadece ben değilim şeytana bacak kırdıran. Doğu’nun Paris’i Beyrut da bunca acı ve yıkımdan sonra silkinip kaderini tersine çevirmeyi başarmış
Yıllar önce sevgili Özdemir ile Ülker İnce’nin evinde tanıştığımızda aklıma koymuştum, terk ettiği şehre gitmeyi. Efsunlu bir şehir ve o şehre tutkun bir şair. Her şehir has şair çıkarmaz. Ama çıkarmayagörsün; ne o şehir o şairsiz, ne o şair o şehirsiz yapamaz. İşte Kavafis’le İskenderiye, Yahya Kemal’le İstanbul...
Adonis’le tanıştığım o yaz gecesi gitmeye karar verdim Beyrut’a. Vermesine verdim de gidemedim. Savaş bitmişti ama en küçük kıvılcımla yangın yerine dönen netameli bir şehirdi hâlâ Beyrut. Benim gibi korkakların gözünü daha da korkutmaya ahdetmiş gibi, her gitmeye yeltendiğimde savaşlı, bombalı, kanlı bir olayla düşüyordu gündeme.
Şeytanın bacağını geçen hafta kırdım. Uçaktan şehre kuşbakışı baktığınızda yüzünü Akdeniz’e çevirmiş, sırtını dağlara vermiş yaygın bir şehir görüyorsunuz. İlk izlenimiz Beyrut’un büyük bir şehir olduğu. Oysa değil.
Yukarıdan gördüğünüz manzara handiyse bütün ülke. Düşünsenize Beyrut-Şam arası hepi topu 90 kilometre. Eşrefiye Mahallesi’ndeki otelimize yollanırken üçüncü dünya ülkelerinin alamet-i farikaları teneke mahallelerine rastlayacağımı sanırken, orta halli semtlerden geçtiğimizi görmek hoşuma gidiyor. Her yerde hummalı bir inşaat faaliyeti, koca bir şantiyeye  sanki şehir.
Otelimiz lüks ve hayli sevimsiz. Eskinin efsane Saint George’nun haliyse içler acısı. Harap ve vurulmuş hali bir ders, bir ibret abidesi gibi. Otele yerleşir yerleşmez, Beyrut üzerine her kalem oynatanın ‘Mutlaka yapın’ dediğini yapmaya karar veriyor ve günbatımını izlemek için Korniş’e gidiyoruz. Korniş, Arapça deniz kenarı. Tıpkı İskenderiye’deki gibi âşıkların, maşukların, yaşlıların, çocukların velhasıl tüm şehir ahalisinin piyasaya çıktığı yer: Koşanlar, yürüyenler, banklarda manzara seyredenler. Mısır, helva, dürüm... Bilumum seyyar satıcılar. Olmayan şeyse oturup keyif çatacağınız bir yer. Ne bir kahve, ne bir lokanta. Sonunda eski limanın tam yanında, üst katı lokanta alt katı bar olan kremalı pasta gibi bir bina çıkıyor karşımıza... Bir kadeh içmek ve ılık akşamın tadını çıkarmak için bara yöneliyoruz. Kalabalık değil. Olanlar da Lübnanlı. Kadınlı erkekli herkesin araklarını yudumlayıp nargile içtiklerini fark ediyoruz.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eaf751f018fbb8f8a23605

Haberin Devamı

KÖTÜ YEMEK BULAMAZSINIZ

Güneş kırmızı bir top gibi Akdeniz’e gömüldüğünde, Lübnan mutfağının tadını çıkarma vakti de geliyor. Eşrefiye’de aynı adlı sokaktaki ünlü Abdel Wahap el İngleze’ye doğru yola koyuluyoruz. Koca bir salon ve şadırvanlı koca bir teras. Masalarda tek tük müşteri. Hepsinin önünde humus, tabule, faruş, kıbbe ve de adını bilmediğim onlarca başka meze. ‘İyisi mi onlar getirsin biz tadalım’ diyoruz. Dur demedikçe durmuyorlar. Bıraksak kimi bizim de bildiğimiz yüzlerce meze daha koyacaklar. Yemeklerin ortak özelliği ekşi ve hafif olmaları. Lübnan mutfağının şanını hak ettiğinde hemfikir, hesap istiyoruz. O yemeğe 100 dolar ödüyoruz. Biz kalkarken lokanta dolmaya başlıyor. Lübnan’da gece geç başlıyor.
Ertesi sabah ilk iş, iç savaş sırasında altı kez yıkılıp onarılan, son restorasyonu tamamlanan şehir merkezine gidiyoruz. Birbirine koşut caddelerdeki binalar asıllarına uygun olarak yenilenmiş ve altlarındaki dükkânlar  henüz İstanbul’a bile gelmemiş markaların satıldığı şık butiklere dönüşmüş.
Roma hamamını, 1992’de ortaya çıkarılan agora kalıntılarını ve her biri birbirinden güzel mücevher gibi üç camiyi gezdikten sonra Saifi mahallesine yollanıyoruz. Yani Le Quartier des Artistes’e... Müzelere, galerilere, konserlere ev sahipliği yapacak bir sanat semti olması kararlaştırılmış ancak restorasyon henüz bitmediği için hayat henüz iki cadde bir sokakla sınırlı.

Haberin Devamı

GEÇ BAŞLAYAN GECE

Geçmişin güngörmüş zenginliğinin tanığı malikânelerse şimdi çiçekbozuğu cepheleriyle savaşın korkunçluğunu anlatıyor ve yenilenme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar tevekkülle...
Öğle yemeği Gammayze’de La Tabkha’da. Beyrut’un ünlü gece hayatının yeni adresi Gammayaze’nin gündüz hali de civcivli. Küçük esnafların işyerleri yerlerini barlara, lokantalara bırakıyor belli ki. Lübnan’da kötü yemekle karşılaşmak imkânsız olduğundan Tabkha’da da nefis bir yemek çıkıyor. Kakuleli kahvemizi de içtikten sonra şehrin bir zamanlar en gözde mahallelerinden Hamra’ya çeviriyoruz rotamızı. Düş kırıklığı!
Aslında akşam yemeği yiyemeyecek kadar tokuz ama Nilo ile Polat’ın evlilik yıldönümü. “La Table d’Alfred böylesi kutlama için biçilmiş kaftan diyor” kitaplar. Haklılar. Yediğimiz içtiğimizin yanı sıra, diğer müşterilerin neşesiyle de mest oluyoruz.
Niyetimiz son kadehi Sky barda içip, mecalimiz kalırsa B018 adlı gece kulübüne gitmek. Sky’a gitmek kolay da girmek ne mümkün. “Beyrut’ta gece geç başlıyor” saptamasının ne kadar doğru olduğuna bir kez daha tanık oluyor ve otele dönüyoruz.
Beyrutlu olmakla övünen, şu el kadar toprakta ne çok dine mensup insan yaşıyor diye böbürlenen şoförümüz, “Lübnan zengin bir ülkedir ama onu diğer zengin Arap ülkelerinden ayıran çok önemli bir özelliği vardır. Beyrut biriciktir çünkü nüfusunun yarısı İsevidir. Hıristiyan Lübnanlılardır Beyrut’u Beyrut yapan. Gerisi hikâyedir.”
Pat diye, görülen ama söylenmeyen, hissedilen ama dillenmeyeni dile getiriyor Sünni, geveze, dobra Hassan.
Çok sevdiğin ülken gibi çok yaşa emi. Canım, ciğerim, benzerim, kardeşim benim.

Yazarın Tüm Yazıları