GeriSeyahat ‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı Portekiz’in gözyaşları?’*
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları?’*

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı Portekiz’in gözyaşları?’*

* Portekiz’in ünlü şairi Fernando PessoaHayatta gördüğüm en ‘güzellerden’ biri lafını hiç sevmem. Kaç güzelden biri? En güzeli hangisi peki? Net konuşmak lazım. Hayatımda gördüğüm en güzel günbatımı, kumsal, tramvay, pastane Portekiz’deydi. İşte Lizbon’dan Algarve’ye uzanan bir haftalık yolculuğumuzdan geriye kalan, asla unutmayacağım 10 şey...

1- Masal anlatan fayansları: Azulejos

Kalbimi Portekiz’de bıraktığım o ilk an hiç çıkmadı aklımdan.

Mayıs 2013’te Fenerbahçe UEFA’da final umudunu Benfica’ya kaybetmişti; biz de hüzün içinde Lizbon’u terk ediyorduk.

Giderken gözüm Lizbon’un ihtiyar binalarına, duvarlarını kaplayan rengârenk fayanslarına takılmıştı.

Çoğunlukla mavi olduğu için ‘azulejos’* adı verilen, Portekiz’e özgü renkli seramikler ruhumu öylesine okşamıştı ki, onları sokak sokak izleyerek ülkenin her karışını keşfetmek, burada kaybolmak istemiştim. *(azul mavi anlamına geliyor)

2- Nobel’li koruyucu melekleri

Galiba hiçbir yolculuğu kafamda bu kadar planlamadım. Bu ekin bir önceki yayın yönetmeni Serhan Yedig, Lizbon dönüşü bana Jose Saramago’nun ‘Journey to Portugal’ (Portekiz’e Seyahat) kitabını vermişti. Saramago’dan sonra Fernando Pessoa’nın ‘Lizbon: Her Turistin Görmesi Gerekenler’ kitabını da edindim. Sözleri metro duraklarında, duvarlarda karşınıza çıkıveriyor. Sanki bu yazarlar hâlâ hayattalar ve her an bir kafede yan masada, tramvayda karşınıza çıkacaklar. Ölmemişler, koruyucu melekleri olarak şehrin ruhuna karışmışlar. Edebiyatı, estetiği, müziği baş tacı yapmış Portekizliler. Kim bilir belki bu sayede 40 yıllık faşizme kaybetmemişler insanı hayrete düşüren masumluklarını, iyiliklerini.

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları’*

3- İslam’ın Altın Çağı’ndan izler

Havaalanından ‘Airbnb’ evimize geldiğimizde taksi şoförü soruyor:

 “Bu mahalleyi hanginiz seçti? Amma garip bir yer!” Ben seçtim. Kan çekiyor herhalde, burası Alcantara...

711-1249 yılları arası burada hüküm süren İslam İmparatorluğu’ndan yadigâr bir mahalle. Bugün biraz boynu bükük, izbe dursa da hâlâ Mağrip’in, Endülüs’ün izlerini taşıyan nefis bir yer.

Bağnazlığın Hıristiyan; ifade özgürlüğünün İslam’a atfedildiği bir çağdan izler taşıyor; İslam’ın Altın Çağı’ndan...

Alcantara renkli, emektar iki katlı evleri, pencerelerden sarkan çamaşırları, uzakta Atlantik’e açılan Tagus Nehri manzarasıyla tam istediğim gibi. Yani halt etmiş o ukala taksici. 

4- Ruh ikizi İstanbul’u andıran yokuşları

Şehir, ona çok benzeyen İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu. Yokuşlardan aşağıya bisikletle, yukarıya ise efsanevi 28 Numaralı Sarı Tramvay’la çıkın.

Bisiklet turu 10.00 gibi şehre tepeden bakan VII. Eduardo Parkı’nda, diktatör Salazar’ın neyse ki hiç inşa edilemeyen sarayının bir kalıntısının önünde başlıyor. 

10-15 bisiklet ve bir rehber eşliğinde yokuş aşağı salınarak tüm şehri geziyorsunuz. Dört saatlik tur Belem Kalesi’nde bitiyor. Burada Portekiz’in milli tatlısına da adını veren Pasteis do Belem’de oturmadan tamamlamayın turunuzu. Sıra varsa bile beklemeye çalışın, burası hayatımda gördüğüm en güzel pastane. Şehir turu için ikinci önerim ise meşhur 28 Numaralı Sarı Tramvay.

Normalde Lizbonlulara hizmet veren bu hat artık bir turist atraksiyonu. Cayır cayır güneşin altında iki saat bekledik ama değdi. Lizbon’un daracık sokaklarını, çamaşır iplerine, ağaçlara değe değe, sanki şehirle öpüşe öpüşe gezdik. İlk durak Martim Moniz’de binin ki oturacak yer bulabilesiniz.

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları’*

5- Nehrin öteki yakası

Bizim Kadıköy’e geçer gibi vapurla Tagus Nehri’nin öteki tarafına geçiliyor. Lizbon’un en güzel manzarası burada. Cacilhas’ta vapurdan inip sağa dönün. Yüksek bir taş duvarın önünde, deniz kenarında 15 dakika kadar yürüyün... Issız, yoksul bir mahalle. Hatta geç saatlerde biraz ürpertici. Bir duvarda karşıma şahane bir Quaresma resmi çıkıyor. Burası Ronaldo’luk değil, Quaresma’lık bir yer. Yolun sonunda sapsarı iskemleleri, muşamba örtülü masalarıyla sevimli ‘Ponto Final’ restorana ulaşacaksınız. Yani ‘Son Nokta’ya...

Rahmetli Anthony Bourdain’i yâd etmek için gittik buraya, programında görmüştük. Üstat yine mahcup etmedi, bence dünyanın en güzel günbatımını yaşattı bize. Bu tür enfes manzaralı  yerlerde servis ve yemek berbattır, burada ikisi de gayet iyiydi.

6- Algarve sarısı

Lizbon’dan sonra hedefimiz Portekiz’in güneyindeki Algarve. İspanya’nın Endülüs’ü gibi, adı Al-Garb’dan geliyor yani Arapça Batı’dan. İlk iş kendimizi dağlara vurduk. Serra de Monchique’de bütün Batı Algarve ayaklarımızın altında. Atlantik’in azgın sularını, Afrika’ya uzanan puslu ufku izledik. Bu dağlara bahar aylarında gelirseniz çiçek tarlalarına, yaz sonu gelirseniz gördüğünüz en sarı limonlara rastlarsınız. Limonları, bağ evleri, üzerinde tek bir sarı yaprak olmayan begonvilleriyle burası cennet. Dağ havasına doyduktan sonra kuzeybatı istikametinden okyanusa inin. Portekiz’in kimliğini, kaderini çizen Atlantik’e dokunma vakti...  

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları’*

7- Atlantik’in siyah dalgaları

Muhteşem bir yer olan Cascais’da sörfçü bir garsonla tanıştık. Bizi Algarve’ye uğurlarken elime bir kâğıt parçası tutuşturdu: Praia da Arrifana yazıyor, yani Arrifana Plajı... “Buraya mutlaka gidin, bana teşekkür edeceksiniz” diyerek. Karavanını çekmiş ve iki ay burada yaşamış. Bize getirdiği bruschetta’lar, jambonlar o kadar lezizdi ki okyanusta ilk hedefimiz burası oldu. Yüksek, derin bir kanyon denize dimdik iniyor. Yılan gibi yokuştan aşağı 10 dakika yürüyüp muazzam plaja ulaşıyoruz. Bizim Kaputaş’a benziyor. Suyun rengi bir tık daha koyu ama o deli dalgalara rağmen pırıl pırıl. Dalgalar öyle büyük ki, boğulmamak için taktik geliştirmeye çalışıyorum. Püf noktası dalganın üzerine bodoslama atlamak, biraz dibine, alt kısmına gelecek şekilde. O zaman sizi yalayıp geçiyor, ne kadar iri olursa olsun. Ama bir yakalanırsanız işiniz zor. Metrelerce sürüklenebilir, belki sonunda güm diye dibe, en kötüsü bir kaya parçasına vurabilirsiniz. Suda sakin kalmayı biliyorsanız, deneyin, müthiş bir eğlence. Su çivi gibi. Kan dolaşımınız hızlanıyor, deriniz dirileşiyor,  güneş de ısıtıyor. Kendinizi zımba gibi hissediyorsunuz. Manzara da inanılmaz. Karşınızda ne bir ada, ne bir tekne... Uçsuz bucaksız okyanus insanın içini ürpertiyor. Uzakta sisler altındaki burunda devasa dalgalar kayaları dövüyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki artık benim dünyada en sevdiğim plaj burası.

8- Çocukluğumu hatırlatan kumsalları

O kadar özlemişim ki başıma zebani gibi üşüşen garsonların, şezlong parası, gazebo gibi görgüsüzlüklerin olmadığı; sadece rüzgârın, dalgaların, koşuşturan çocukların sesinin duyulduğu bir kumsalı... Denizi anlayan, onu gerçekten seven insanlar Portekizliler. Muhtemelen bu konuda dünyada bir numaralar. Ufacık bir ülkeden çıkıp Brezilya’dan Endonezya’ya uzanan bir dünya imparatorluğu kurmaları tamamen bununla ilgili. Bu sularla boğuşa boğuşa denizde hayatta kalmayı, savaşmayı, keşif yapmayı öğrenmişler. Burada plajın bir havlu, bir kitap ve sevdiğiniz insanlar demek olduğunu hatırladım. Tek bir şezlong, tek bir su satıcısı yoktu! 

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları’*

9- Dünyanın sonu

Arrifana’dan 17.00 gibi çıkarsanız bir buçuk saat mesafedeki unutulmaz günbatımı ayinine yetişebilirsiniz. Sao Vicente Burnu kıtanın en batı noktası. Avrupalılar burayı yüzlerce yıl ‘dünyanın sonu’ olarak nitelemiş. Buradan ötede sonsuz deniz olduğuna inanmışlar. Ta ki Amerika bulunana kadar. Bir şişe şarap ve piknik çantalarıyla güneşi selamlamaya gelen binlerce kişiyle günü batırın. Batış anında dünyanın, evrenin güzelliğini onlarla beraber alkışlayın. Ruhunuza çok iyi gelecek. Mideniz için ise iki dakika mesafede nefis bir seçenek var: Terra restoran...

10- Denizin meyveleri 

Her yer deniz, herkes balıkçı. Karidese, yengece ve özellikle ahtapotlu pilava doyun. Ama benim yıldızım başkaydı. Terra’nın siyah mürekkepbalığı ve kalamarlı linguini’si... Mürekkepbalıklı makarnayı, paella’yı asla affetmem. Ve böylesine ne İtalya’da ne İspanya’da rastladım. Bildiğimiz linguini’den biraz daha kalın, diri, al dente pişmiş ve kapkara mürekkebi iyice içine çekmiş. İlk ısırışta mürekkep damağıma delirtici bir lezzetle yayılıyor. Günün balığı ‘dorado’ gelmese tabağı yiyecektim. Dorado’nun kuru, tuzlu lezzetini enfes bir Douro beyaz şarabıyla yıkadım. Güzel eşim Kathryn’e, etrafımdaki iyi insanlara ve Sao Vicente Burnu’na baktım. Yani ‘dünyanın sonu’na... Mademki dünyanın sonunu getirmek bize nasip olacak gibi görünüyor... Bari son ana kadar, hakkını vere vere uğurlayalım dünyaların en güzelini...

‘Ey tuzlu deniz, suyunun ne kadarı    Portekiz’in gözyaşları’*

 

 

False