GeriSeyahat Gerçekle rüya arasında Siena
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Gerçekle rüya arasında Siena

Gerçekle rüya arasında Siena

Toscana Bölgesi’nin küçük ortaçağ şehri Siena tarihi dokusunu öylesine iyi korumuş ki sokaklarını, meydanlarını gezerken zamanın durduğunu hissediyorsunuz. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki şehir yılda iki kez, 29 Haziran ve 13 Ağustos’taki geleneksel at yarışlarıyla ilgi odağı oluyor.

Geceden kalma uykusuzluğum, ağır bir uyuşturucu gibi kanımda dolaşırken karşımdaki sarı, üçgen ve taş manzaranın bir resim mi, yoksa şehir mi olduğunu anlamakta zorlanıyorum. Gözlerim arada bir kapanıyor, açılıyor. Bir yandan da terliyorum; hava sıcak, ıslak ve aydınlık. Sapsarı bir ışık, ömrünün ortasını geçmiş bir yıldızdan olanca hızıyla çıkıp bana kadar ulaşıyor hâlâ. Demek ki bir müzede değil, açık havadayım. Ama gördüğüm tabloda hiçbir şey kıpırdamıyor, çıt çıkmıyor. Onun resim olduğundan kuşkulanmaya başlıyorum yine. Adını sanını bilmediğim ressam, siyah delikleri olan evlerin, şatoların, surların, kulelerin, manastırların ve katedrallerin ahenkli bir dayanışmayla omuz omuza vererek oluşturduğu, tek parça sapsarı bir şehir tasvir etmiş. Şehrin eteklerindeki evleri şefkatli, babacan ve güçlü kollarıyla sarmış ihtiyar surlar. Ressam en güzel görüntüyü çizebilmek için sanki surlarından tutarak şehri sıkıştırmış avcunda. Böylece zamanın cenderesinden kurtulan kent, aşağıdan yukarıya daralarak yükselmiş ve resmin tam ortasına çöreklenmiş bütün haşmetiyle.

429 yıl önceki gibi

Surların dışında asalet suçundan ömür boyu yalnızlığa mahkûm edilmiş bir abide kalmış: San Domenico. Şehirle boy ölçüşecek kadar gururlu ve zarif. Biraz sade ve alçakgönüllü. O da ne! Birtakım sesler duyuyor gibiyim. Manzara aynen dururken bazı konuşmalar çalınıyor kulağıma İtalyan dilinden. Ağaçların, dağların, binaların loş derinlikleri, Kırk Haramiler’in mağara kapısının açılırken çıkardığı gürültüyle beliriyor. Üç boyutlu âleme geçiveriyorum birdenbire. Rüya sandığım resmin, güneşin doğduğu taraftan Siena manzarası olduğunu anlıyorum. Artık uyuyabilirim.
Siena Cumhuriyeti, bulutlara tutunarak yukarıdan bakıldığında haylaz, sakar bir çizgi film kahramanını andırıyor. Burnu kocaman ve kemerli, omuzları kalın, elleri ipince, sol ayağı aksak birinin peşinden koşuyor gibi. Sağ tarafında yeşilbaşlıklı Monte San Savino kentini, Fransa tarafındaysa Don Kişot masalındaki yeldeğirmenleri kadar gerçeküstü uzun kısa taş gökdelenleriyle San Gimignano’yu hatırlıyorum. Şehirler şöyle dursun, kasabalarda, köylerde bile adım başı gördüğüm sayısız ortaçağ tapınağı... Başım dönerken bunların aklımda kalması bir mucize.
Şemsiye demirlerinin birbirinden ayırdığı parçalar gibi kenarlarına doğru genişleyen, tozlanmış bir kahverengiyle boyanmış Piazza del Campo’dayım. Vincenzo Rustici’nin 100 yıl kadar süren boğa güreşi oyunlarını resmettiği, 1585 tarihli Caccia ai tori in piazza del Campo tablosundaki halinden bugüne ne kadar da az değişmiş bu meydan! Binalar tamamiyle aynı, yine krem rengi ve yan yana. İnsanların kıyafetleri yine rengârenk. Gökteki bulutlar yine mor. Sadece o zamanın insanlarının daha saf ve coşkulu olduğunu görüyorum. Bir de resimde arka tarafta görülen gri gökdelenlerin yerinde yeller esiyor o kadar. Dünyadaki diğer şehirlerindeki gibi tam tersi olması gerekmez miydi? Şaşırma duygum giderek azalıyor bu yarımadada.

Nefis biftek kokuları

Şehrin pembeyle dans eden bir kahverengiyle bezeli sokakları uğruna meydandan ayrılırken zorlanıyorum. Etrafımda modern kıyafetli insanlar olmasa, kendimi tamamen kılıç ve asa çağında hissedeceğim. Usta köstebeklerin sanatçı titizliğiyle açtığı dehlizlerde yarı uykulu yarı uyanık yürüyorum. Bir rüyadaymışım gibi her şey bulanık, sisli olduğundan büyük ya da küçük görünüyor gözüme. Sesler alçalıp yükseliyor sanıyorum. Bir yandan acıktığımı fark ediyorum. Yanımdaki iki arkadaşımı bir yokuşun başındaki kalabalık restorana girmeye ikna ediyorum. Yıpratıcı aydınlıktan başka yorgunluk, uykusuzluk ve açlığa karşı mücadele ederken restoranın nefis biftek kokularının yükseldiği, serin ve hafif loş iç kısmına girer girmez ilk masaya yığılıyorum. Bir süre sonra orta yaşlı bir çalışan gelip “mi dispiace” ile başlayarak oturduğumuz masanın ayırtıldığını söylüyor, dışarıda gölgedeki boş bir masaya geçiyoruz. Şarap ve stroganoff biftek istiyorum, ikisi de harika. Et az pişmiş, içki mayhoş ve kıvamlı. Ama ben en çok bizimle ilgilenen garson kızın nazik ilgisinin yanı sıra güzel gözlerini, tatlı gülümseyişini beğeniyorum. Bahşiş verirken cömert davranıyorum. Yeniden görmek istediğim sıcak bir serinlik, sade bir güzellikle, dudaklarındaki pembe tebessümle “grazie mille” deyişini duyuyorum hayal meyal. O güzelliğin solacağını ya da onu bir daha göremeyeceğimi düşünmek (ki çok farklı sayılmaz), Dorian Gray’in dostları Lord Henry Wotton ile ressam Basil Hallward’ın her ikisinin de duygularıyla yıkanmış bir hüznü işliyor kalbime.

Kirpi, tırtıl, kartal salyangoz semtlerinde

Salimbeni Sarayı kendisiyle aynı ismi taşıyan ve merkezindeki heykeli saymazsak ortasında geniş bir dikdörtgen boşluk olan küçük meydanda büyük bir mücevheri saklıyor. 1472’de kurulan, dünyanın yaşayan en eski bankası Banca Monte dei Paschi di Siena, sadece kökleriyle değil, İtalya’nın en büyük üçüncü bankası olmasıyla da övünüyor burada. Yine Sienalıların Il Palio dediği at yarışlarıyla şehir şenleniyor her yıl beş asırdan beri. Her bir İtalyan kentinin ayrı bayrağı olması şöyle dursun şehirlerin içindeki bölgelerin yüzlerce yıllık sembolleri hâlâ yaşıyor. İşte Siena’nın bazı contrada’ları: Aquila (kartal), Bruco (tırtıl), Chiocchiola (salyangoz) ve çeşitliliği göstermesi için son bir örnek daha, Istrice (ibikli kirpi). İtalya’da tarih hayatın kıyısında kalmış bir masallar diyarı değil, varlığı her an hissedilen bir tanrı...
Floransa’daki Santa Maria della Fiore Katedrali’ni gördükten sonra beni büyüleyemeyeceğini bile bile Siena Katedrali’nin beyaz tacının önündeyim. Muhteşem bir üçlü simetri, beyaz taş işlemeleriyle üçgenlerin içine yerleştirilmiş çok renkli freskleri keskin bir şekilde ayıran kusursuz bir tasarım, ayrıntıya düşkünlük aynı anda ölümsüzlüğün peşine düşenlerin eseri... Alt kısımda iki ahşap bir demir kapının varaklarında yuvarlak ve üçgen şekiller, her birinin üzerindeki azizler güzellik hırsıyla birlikte kullanılmış. Kapı takımının üzerinde, tam ortada yusyuvarlak büyük bir pencere aydınlığın ilahi kuvvetini binanın karanlık ruhuna taşıyor.

Taşa kazınmış güzelliğin huzurunda

Romanesk ve Gotik mimarinin coşkulu şarkısını işitiyorum burada. Pencerenin çevresi insanın içindeki estetik arzunu sonuna kadar tatmin etme kaygısıyla kılı kırk yararcasına, olağanüstü bir incelikle süslenmiş. İlahi ışığın içeri sızdığı pencerenin iki tarafındaki balkonları perdeleyen ak sütunlar, seyredenleri sanat dışında kalan hayatın kusurlarından uzaklaştırarak periler ülkesine götürüyor. Katedralin beyaz yüzünün kıvrımlarındaki pembelikler, eşsiz bir kadının bedenindeki inceliklerle yarışacak kadar güzel. Sadece zarafetiyle, beyazlığıyla, pembeliğiyle, cazibesiyle, değil, asaletiyle ve dimdik duruşuyla da bir kadının mermere ve taşa çevrilmiş güzelliğinin huzurunda eğiliyorum. Tanrıların kıskandığına eminim. Bu varlığın içini görmeye takatim yok gibi.
Rüyadan uyanırken gördüğüm ihtiyar San Domenico Bazilikası’nın şehirde eşit seviyede bir rakibinin, saçları ağarmış San Francesco Bazilikası’nın içinde, devasa pencereden içeri sızarken vitray renklerine hayat veren güneşi içmekle yetiniyorum. Diğerleri, 1554 Siena Kuşatması’nda yaralanan Osservanza Bazilikası’yla hizmetçilerin hizmetindeki Santa Maria, Santo Spirito ve San Martino bir yere kıpırdamadan kurtarıcısını bekliyor sessizce. İtalya’daki diğer tecrübelerimde gördüğüm gibi burada da, pastel boyalı çatılarıyla şehir biter bitmez, tüm canlı renkleriyle tabiat başlıyor. İnsan hiç yabancılık hissetmiyor bu geçişte.
Çam kokulu yapraklar yüzümü okşarken Siena rüyasından mahmur halde uyanıyorum.

Palazzo Comunale ve bir demokrasi dersi

Piazza del Campo’da kendini en çok belli eden bina Palazzo Comunale. Palazzo Pubblico adıyla da anılan binanın inşası 1310’da tamamlanmış. İtalyan ortaçağ mimarisinin Gotik dokunuşu sarayın dışından hissediliyor. Siena Cumhuriyeti Hükümeti’nin eseri olan Hükümet Konağı, ilk katı fildişi rengi, ikinci ve üçüncü katlarıyla çatı katı kızıla çalan kahverengi. Sol yanında, İtalya’nın her yanında, özellikler Verona’da benzerini gördüğüm, binanın aksine tatlı bir zıtlıkla altı kahverengi üstü beyaz boyalı, boyu binanın büyüklüğüyle zarif bir uyum içinde, köşeli bir kule bekçilik yapıyor.
Palazzo Comunale’nin sırf adı üzerine sayfalarca yazmak mümkün. Burada yalnız şu noktaya değineyim. Palazzo Comunale, yavan bir çeviriyle bizim için anlamsız olacak şekilde Ortak Saray ya da Halk (Kamu) Sarayı olarak tercüme edilebilir. Bizde şehrin yönetildiği bina “hükümet konağı”dır. İdare merkezine verilen isim bile halk ve yönetim ilişkisini ele veriyor. Türkler için yönetim, yukarıdan aşağıya bir buyruktur, halk edilgendir, o yüzden şehirler kamu saraylarından değil hükümet konaklarından idare edilir. Hatta “kamu” kelimesi dahi çağdaş Türkçede resmi, hukuki, halk’tan uzak bir anlam taşır. Dahası, saray kelimesi bile bizde temkinlilikle kullanılır. Sarayda ancak “Sultan” ikamet eder, şehir idarecilerinin bulundukları yer binalar silsilesinde ancak “konak” olabilir. İtalya’da “ortak”, “halk” ve “kamu” kelimeleri birbirine oldukça yakın olduğundan rahatlıkla sarayın ismi olabilmiştir.
Neyse, Ahmet Mithat Efendi’ye benzemeden Siena’da gezinmeye devam etsem iyi olacak!..

Oburun kulesi

İtalyanlar Palazzo Comunale’den sadece 40 yaş daha genç olan kuleye Torre del Mangia diyor. Mangia, yiyici demek, başlangıçta bir anlam veremiyorum. Meğerse kulenin 700 yüz sene önceki ilk muhafızı Mangiaguadagni lakaplı Giovanni di Balduccio, tüm parasını yemeğe harcayan bir oburmuş, kule ismini ondan almış. Siena’nın her tarafından görülebilen kulenin nispeten alt kısmında 1360’lardan kalma bir saat döner dururken tepesinde üç çan var, en büyüğünün adı “Sunto”, yani kısa, hızlı. Kulenin mermer sundurmasına İtalyanlar Cappella di Piazza (Meydanın Şapkası) adını takmış, ne hoş bir isim. Duvarları üç metre kalınlığında olan kuleye yaslanmış heykelciklere, statülere dokunmak istiyorum ne kadar canlı olduklarını anlamak için. Torre del Mangia ile birazdan anlatacağım Siena Katedrali’nin yüksekliğinin aynı olduğunu öğreniyorum. Tesadüf değil tabii ki, amaç kilise ile devletin eşit güce sahip olduğunu vurgulamak...

False