GeriSeyahat Elbe’nin tutsağı özgürlüğü yaşıyor
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Elbe’nin tutsağı özgürlüğü yaşıyor

Elbe’nin tutsağı özgürlüğü yaşıyor

Elbe Nehri’nin doğu kıyısındaki üç bin nüfuslu Dömitz, bir zamanlar iki Almanya’yı ayıran sınırdaydı. Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçmaya çalışanlar buradan nehre atlar, karşıya yüzmeye çalışırdı.

Berlin’in kuşuçumu 160 kilometre kuzey doğusundaki Dömitz, kent olma hakkını 13’üncü yüzyılda kazanmıştı. Sosyalizm döneminde gelişemese de eski yapıların bir kısmı korundu.

Almanya, çeşitli vesilelerle yolumun düştüğü Hamburg, Köln, Düsseldorf, Hannover, Stuttgart, Münih, Leipzig ve Frankfurt gibi belli başlı kentlerin dışında tren penceresinden gördüğüm engebesiz, yağmurlu ve yeşil bir coğrafyadan ibaretti benim için. Neredeyse iki yıla yakın Berlin’de de kalmış, bir zamanlar ortasından geçen duvarla kesmece karpuz gibi ikiye bölünmüş bu kent üzerine biri roman iki kitap yazmıştım. Birleşik Almanya’nın başkenti olmadan önce 20’nci yüzyılın tüm trajedilerine tanıklık etmiş, nice yıkımlar yaşamış ve her defasında Anka gibi küllerinden doğmuş Berlin, Demokratik Almanya sınırları içinde bir adaydı, Almanya’nın dışında bir yer, Lufthansa’nın bile uçmadığı farklı bir dünyaydı.

KÖPRÜDEKİ TUHAF GÖZETLEME KULESİ

Goethe’nin uzun süre demir attığı Weimar ile Thomas Mann’in doğduğu Lübeck’i de etkilendiğim Alman kentleri arasında sayabilirim. Ama “derin Almanya” olarak adlandırabileceğim ücra köy ve kasabalardan, “kuş uçmaz, kervan geçmez” yörelerden haberim yoktu. Hatta Avrupa’da benzeri olmayan bir otoyol ağı ve üzerinde hızlı trenlerin kelle götürür gibi gidip geldiği demir yollarıyla kaplı bir sanayi ülkesinde marşandizlerin bile durmadan geçtiği ıssız garların, doğanın içinde kaybolmuş köylerin, pek kimse uğramasa da kendisine her sabah çeki düzen veren, sokakları pırıl pırıl kasabaların olabileceğini tahmin etmiyordum. Kadim dostum, ünlü yazar Hans Christophe Buch sayesinde bu kasabalardan birini keşfettim geçenlerde. Hans, Elbe Nehri kıyısındaki Dömitz’e yakın bir köyde geçiriyordu hafta sonlarını. Ona eşlik etmemi önerdiğinde Mecklenburg bölgesinin kuzey ucundaki bu küçük kasaba hakkında hiçbir şey bilmiyordum.
Eski Doğu Almanya ile Batı’nın sınırını çizen Elbe geniş yatağında, sazlıklar ve tarlalar arasından aka dursun, kasabanın girişindeki köprüden geçerken bir gözetleme kulesi dikkatimi çekti. Kayınların arasına gizlenmiş, köstebek yuvalarıyla delik deşik tarlaların ötesinde tuhaf bir görünüsü vardı. Bismarck döneminden kalma, artık kullanılmayan eski köprünün hemen dibindeydi. Sanki gizli bir el onu başka bir gezegenden alıp oraya bırakmış, bir daha da hiç ilgilenmemişti. Oysa çok değil daha 20 küsur yıl önce kuş uçurtmuyordu üzerindeki nöbetçiler. Yazın güneye göçen leyleklerin, kışın yaban kazlarının sürüler halinde geçtiği gökyüzü bile denetim altındaydı. Geçenlerde ölen Doğu Alman yazar Christa Wolf’un ünlü romanındaki gibi “paylaşılmış bir gökyüzü”ydü bulutların arasından bir görünüp bir kaybolan. Ve ırmağın öte kıyısındaki Dömitz başka bir dünya, kimsenin ayak basmadığı bir gezegen kadar uzaktı.

FARKLI BİR DÜNYA

Köprüden geçer geçmez kendimi yabancı bir dünyada bulduğumu itiraf etmeliyim. Tek katlı, tuğla duvarlı evler yenilenmiş, pasta dilimlerini andıran daha büyük yapıların ahşap kirişleri cilâlanıp parlatılmıştı. Parke taşlı sokaklar, Batı Alman kasabalarındaki gibi pırıl pırıldı. Ve Almanya’nn hemen her köşesinde görebileceğiniz Türk dönercilerden iz yoktu. Yine de geçmişin, duvar günlerinin kederinden bir şeyler kalmış gibiydi insanların bakışlarında. Çekingen, yalnız, içe kapanıktılar. Neo-nazi dazlak gençler de vardı aralarında. Terkedilmiş, oldukça harap, yenilenmek için alıcı bekleyen taş yapıların önünden geçtim. Bu yapılardan yalnızca biri oturulabilir durumdaydı. O da, sosyalizm zamanında kültür evi olarak kullanıldıktan sonra özel mülk olmuş, bahçe kapısını ziyaretçilere kapatmıştı. Kasabanın küçük sineması da kapanmıştı çoktan. Artık perdesinde siyah beyaz, mutlu günleri müjdeleyen propaganda filmleri oynamıyordu. Ve nehir gemileri, depoyken lüks otele dönüştürülmüş ışıklı, gösterişli mekânlara müşteri taşıyordu.
Duvar yıkılmadan önce bu kasabada yaşayanların dünyasını düşündüm. Yoksul değillerdi belki, ama özgür de değillerdi. Sağlık ve eğitim hizmetleri parasız, evler az biraz konforluydu. Musluğu açınca sıcak su akıyordu. Yaşam akıp gitmiyordu ama, devlet güvenlik örgütü Stasi her yere burnunu sokmuş, herkesi izliyor, Batı’ya göçmek isteyenler tutuklanıyor, Elbe’yi yüzerek geçmeye kalkışanlar vuruluyordu. Ve bir türlü sonu gelmiyordu resmi törenlerde tribünlerden halkı selâmlayan yöneticilerin. Dömitz’de yaşayanlar için karşı kıyı ulaşılmaz bir ülke, geceleyin düşlerine giren bir cennetti. Orada ağzına dek doluydu mağazalar. Herkes istediğini tüketmekte, hatta muz bile yemekte, istediği gibi düşünmekte ve düşüncesini dile getirmekte özgürdü. Çoğunluk için ekmek aslanın ağzında bile olsa karşı kıyı yaşanacak yerdi doğrusu. Oysa burada, Dömitz’de, bir açık hava hapisanesindeymiş gibi hissediyorlardı kendilerini. Zaten az ötede, kilisenin yıllar sonra yeniden çalmaya başlayan çan kulesinin karşısınki eski kale de nice insana zindan olmuştu.

YAZIN TURİST ÇEKİYOR

Dömitz, sosyalizm dönemindeki gibi kendi haline terkedilmiş bir kasaba değil artık. Hatta, özellikle yazın, epeyce turist çektiği söylenebilir. Ama benzeri kasabalardan farklı, çok daha sessiz ve gizemli. Hans, Elbe’nin öte kıyısındaki kır evini satın aldığında, Doğu Almanya sınırında olduğundan pek kimse uğramıyormuş buralara. Günter Grass da içlerinde daha pek çok yazar o zamanın parasıyla çok ucuza buradan mülk edinmiş. Sınır kalktıktan sonra değer kazanmış evleri ama huzurları da kalmamış. Nükleer atıklar bu bölgeye gömülmeye başlanmış çünkü. Soğuk Savaş yıllarında atom bombasından duyulan korku yerini ekolojik endişeye bırakmış. Kayınların arasındaki nöbetçi kulesinin Almanya’da giderek güçlenen çevrecilerin denetimine geçmesi gerektiğini düşündüm bir an. Sonra kendimi Elbe’nin akışına bıraktım.

DÖMITZ’İN ŞAİR KALEBENDİ, TUTSAKLIKTAN KURTULUNCA İSTANBUL’A KAÇMIŞTI

Dört yanı suyla çevrili kale kırmızı tuğlayla örülmüş surları ve asma köprüsüyle ortaçağ şatolarını andırıyordu. Oysa ne kuleler vardı görünürde ne de şövalyelerden kalma zırhlar. Giriş kapısının üzerindeki kabartmada Dük Johann Albrecht tarafından 1559-1565 yılları arasında yaptırıldığını okudum. Avluda, ziyaretçiler için iki dilde (Almanca ve İngilizce) yazılmış levha dikkatimi çekti. Gür sakallı, açık alınlı, Karl Marx’a benzeyen bir fotoğrafın altında Fritz Reuter adı yazılıydı. Yöresel dilde kaleme aldığı epik şiirleriyle tanınan bu zatın 19’uncu yüzyılın ilk yarısında bir yıl burada kalebent olarak kaldığını öğrendim. Dönüşte, Fritz Reuter hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmem için herşeyi bilen, çağımızın tanrısı Google’ı tıklamam gerekmedi. Hans, henüz öğrenciyken Prusya monarşisine başkaldıran şairin tutuklanarak ölüm cezasına çarptırıldığını, sonra hükmün 30 yıl hapse çevrildiğini, çeşitli hapishanelerde geçirdiği yedi yılın ardından Dömitz Kalesi’ne nakledildiğini, burada sekizinci yılı tamamlamadan Mecklenburg Grandükü’nün müdahalesiyle özgürlüğüne kavuştuğunu bir çırpıda anlattı bana. Şairin daha sonra İstanbul’a gittiğini de ondan öğrendim. Ve dünyanın yalnızca günümüzde değil, geçen yüzyılda da değil, oryantalizmin tüm Avrupa’yı salgın hastalık gibi sardığı günlerde de “küçük” olduğunu düşündüm. Eski Doğu Almanya sınırındaki Dömitz ile o zamanki adıyla Constantinople arasında hayali bir bağ kurulmuş oldu böylece.
Dömitz kalebenti İstanbul’dan dönüşte, birbirine düşman iki ailenin birlikte yaptıkları İstanbul yolculuğundan söz eden bir roman yazmış. Oryantalizm tuzağına fazla düşmeden Osmanlı’yı anlamaya ve anlatmaya çalışmiş. Bu arada yolu Pera’ya da, Boğaziçi ve Galata’ya da düşmüş elbette. Hatta Adalar’a dek uzanmış. Ayasofya’yı ve padişahın cuma namazına geliş törenini de ayrıntılarıyla betimlemesine rağmen en çok Türk kadınlarına hayran kalmış. Ama Pierre Loti gibi tutkulu bir aşk yaşamamış içlerinden biriyle.

False