GeriSeyahat İber Yarımadası’nın en değerli mücevheri Toledo
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İber Yarımadası’nın en değerli mücevheri Toledo

İber Yarımadası’nın en değerli mücevheri Toledo

Don Kişot’un yazarı Cervantes, Toledo’yu betimlerken “İspanya’nın en değerli mücevheri” diyor. Dünya turizminin göz bebeği Toledo binlerce yılın içinden süzülüp gelen birikimini, tarihi kent dokusunu bozmadan günümüze kadar getirebilmiş. Üç semavi dinin mensuplarını farklı inanç, yaşam biçimi ve kültürlerine rağmen bir arada, kardeşçe yaşatabilmiş. Üç farklı kültürün birikimini, deneyimini bir senteze dönüştürüp Rönesans’ın, Aydınlanma Çağı’nın, çağdaş bilim toplumunun önünü açmış.

Başkent Madrid’in 72 kilometre güneyindeki 80 bin nüfuslu Toledo’ya gitmek üzere sabah erken Madrid Atocha Tren İstasyonu’ndan hızlı trene bindim. Otobüsle ya da özel araç kiralayarak da gidilebilir ama her yarım saatte bir kalkan hızlı treni tercih ettim. Çünkü benim derdim, geçen yüzyıl başında inşa edilmiş olmasına karşın kente özgü muhteşem bir neomudejar (Endülüs mirası İslami mimari tarzı) örneği olan Toledo Garı’yla hasret gidermek. Kente varır varmaz onu doyasıya seyrettim: Toledolu ustaların tavandaki seramik süslemelerini, duvarlarındaki taş işlemelerini, at nalı kemerli kapılarını, minareyle çan kulesi arası narin saat kulesini...

Hemen bir belediye otobüsüne atlayıp doğruca Cigarrales diye adlandırılan, kenti tam karşıdan, bütün ihtişamıyla görebileceğim bölgeye çıktım. Üç bin yıllık kadim kentin boyutlarını kavramak için öncelikle Tagus (Tajo) Irmağı’nın güney yakasındaki bu tepeden, Alto de Valle’den bakmak gerekiyor. Karşımda görülebilecek en güzel tarihi kent manzaralarından biri var: Alcazar (kale-saray), görkemli katedral, çan kulesi geçmişte minare olan kiliseler, toprak rengi çatılarıyla biblo gibi asırlık evler, 100 metre aşağımda nazlı nazlı akan Tagus, nehrin iki yakasını birleştiren San Martin ve Alcantara köprüleri, Müslümanlardan kalan San Servando Kalesi...
Bu tepeden bakınca, insan önemli bir ayrıntıyı kavrıyor: Kentin Visigotlar, Romalılar, Endülüs Emevileri ve İspanyol İmparatorluğu’nca başkent ya da askeri merkez olarak kullanılması tesadüf değil. İspanya’nın kuzeyindeki dağlardan doğup, Lizbon’da okyanusa dökülen Tagus, şehrin kurulduğu kayalık tepenin çevresinde çember çizerek, doğal savunma hattı yaratıyor.

AH, NELER YAŞADIM BEN

Alto de Valle’den şehri seyredip, binlerce kilometre uzaktaki Mardin, Halep, Şam, Kudüs’e çok benzediğini düşünürken arkamdan gelen bir sesle irkildim. Sanka biri “hola”, yani merhaba demişti. Çevreme bakındım, kimse yoktu. Bu kez bir başka ses geldi: “selam aleyküm.” Yine kimseleri göremedim. Bu defa İbranice “şalom aleyhem” diye seslendi. Kaynağını aradığım ses konuşmayı sürdürdü: “Hiç boş yere bakınma, başbaşayız. Ben Romalıların Toletum, siz Müslümanların Tulaytule dediği Toledo’yum. Sen hep buraya turistlerle gelirsin. Ortalığı karıştırmayayım diye seninle hiç konuşmadım. Bugün yalnızsın, sohbet edebiliriz.”
/images/100/0x0/55ea2187f018fbb8f86d2066


Kendimi toparlamaya çalışırken, “üç dil biliyorsunuz galiba” diye akılsızca bir soru sordum. Çünkü o anda aklıma başka bir şey gelmedi. Sanırım biraz alındı. “Üç semavi dinin mensupları yüzyıllarca bağrımda yaşadı, konuştu, dua etti, şarkılar söyledi. Tüm dünya beni birlikte yaşamın sembolü olarak tanır. Latince ve Gotik dillerini de bilirdim aslında. Dünyanın en eski kentlerinden biriyim. Ah, neler gördüm ben. Gurur duyduğum, utanç yaşadığım günler oldu...”
Kısaca geçmişini anlattı sonra. “Haydi, sallanma, gidelim. Her taşı, köşesi tarih ve sanat kokan daracık sokaklarımı, görkemli anıtlarımı, dini yapılarımı, kafelerimi, barlarımı, balıkçılarımı göstereyim sana. Bin yıllık tarihi bir güne sıkıştıracağız, kendini hazırla” deyince büyülenmişcesine düştüm peşine.

Tepeden indik, kent surları boyunca yürümeye başladık. “Bak bu surlar Emeviler zamanında, 8’inci yüzyılda yapıldı. Öncesinde Roma, Vizigot surları vardı. Müslümanlar yerleşimi genişletip 4 kilometrelik güçlü sur inşa etti. Sağımızdaki iki kemerli güzel köprü de Müslümanlar’dan. Adı Alcantara, yani Arapça köprü. İlginçtir, İspanyollar şimdi La puente de Alcantara, yani köprü köprüsü diyor. Karşısındaki sur geçiti de Alcantara Kapısı. Surlar boyunca birbirinden güzel kapılar var. Ortaçağda hava kararınca bu kapılar kapanır, gün doğmadan açılmazdı. Özel izin olmadan hiç kimse girip çıkamazdı. Bak 16’ıncı yüzyılda 2’inci Felipe’nin yaptırdığı, sur içi bölgeye ana giriş olan Bisagra Kapısına geldik bile. Ve istersen içeri girip kenti gezmeye başlayalım. Puerta del Sol (Güneş) Kapısı’ndan geçelim, ayakta kalan en eski anıtımı, Cristo de Luz Kilisesi’ni görelim.”

BEATRIZ’İN KANLI TOPLUİĞNELERİ

İki yana dizilmiş yüzlerce yıllık evler arasından Cristo de Luz’a tırmanıyoruz. Yokuşun başındaki Cristo de Luz Kilisesi’ne varıyoruz. “Aslında bu yapı Bab al Mardum Camisi’dir. Adımın Tulaytule olduğu yıllardan kalma birkaç camiden biri. Puerta de Sol’un o zamandaki adı Bab al Mardum’du (Halk ya da Sur Kapısı). Konuklarım ilk, ayrılanlar son namazını kılsın diye yapılmıştı. 10’uncu yüzyıl sonu tipik Endülüs mimarisi, kare tabanlı, tek sahanlı, at nalı kemerleri, dokuz sütun üzerine oturan tavanıyla özel bir cami. Mimar Musa ibn Ali, tamamen tuğladan yapmış. 999’da tamamlandı. Tarih, girişin üstündeki kitapta kufi harflerle yazılmıştır. Ne mağripte ne maşrıkta görülmüştür kitabesinin benzeri. Bu cami, gerçek bir mücevher. Allah’tan birkaç yıl önce restorasyondan geçirildi ve şimdi bir müze.”

Cristo de Luz Sokağı’ndan geçip Calle de Alfileritos’a (Toplu İğne Sokağı) girdik. “Sana bir sır vereceğim” diye fısıldadı kulağıma kadim şehrin sesi. “Sokağın sonunda, köşede, camekânda Meryem Ana göreceksin; çevresinde de yüzlerce topluiğne. Nedeni Toledo’lu kızların uygun koca bulmak için sürdürdükleri adet. Çok iyi hatırlarım, 16’ıncı yüzyılda çok yakışıklı bir yüzbaşı vardı. Juan, güzel Beatriz’e aşıktı. Bir gün Kral Carlos’un ordusuyla çok uzaklara savaşa gitti. Beatriz de, Juan’a kavuşmak için, her gece bu Meryem Ana figürünün önüne gelip, gün doğumuna kadar dua ederdi. Uyuya kalmasın diye hizmetkârına topluiğne vermişti. Gözü kapandığında hizmetkar iğneyi Beatriz’e batırıp uyandırırdı. Sabah Beatriz uyumadığının nişanesi olarak iğneyi Meryem figürünün ayakları dibine bırakırdı. Zamanla iğneler birikti. Juan döndü. Bunu duyan kızlar o gün bugündür iğne bırakır. Hatta 70’ine merdiven dayamış kadınları görürsün burada.”
“Haydi şimdi, Silleria (Sandalyeciler) sokağından ana meydanım, kalbim Zocodover’e... Bak yine Arapça bir kelime ve hâlâ kullanılıyor. Suk el Dover (Davar Pazarı) kelimesinin İspanyollaşmış hali. Şimdi bakma restoran, kafeterya dolu olduğuna, geçmişte hayvan ve köylü pazarıydı. Artık pazar sur dışında, Bisagra Kapısı’nın önünde kuruluyor. Orada eski Roma hipodromunun kalıntılarını da görebilirsin. Gel şuradan Alkazar’a bir göz atıp gelelim. Ama yanılmayasın bu Müslümanların yaptığı ilk Alkazar değil maalesef. O çoktan yıkıldı. Gördüğün bina Kral 5’inci Carlos’un 16’ıncı yüzyılda yaptırdığı saray. Ama hâlâ Alkazar olarak anıyor halk. Şimdi Askeri Müze.”

MİMARİ KİMLİĞİNİ MÜSLÜMAN TAŞ USTALARI KAZANDIRDI
/images/100/0x0/55ea2187f018fbb8f86d2068


Zocodover Meydanı’ndan çıkıp Comercio’ya giriyoruz. Sağlı sollu hediyelik eşya mağazaları, bar, manavlar arasından geçen 5-6 metre genişliğinde. Geçtiğimiz daracık yollardan sonra, Comercio bulvar gibi geliyor insana. Sanki Mardin’in, Gaziantep’teki Fransız Mahallesi’nin, Halep’in sokaklarında yürüyorum. Bu kent Doğulu, diye düşünüyorum.
“Haklısın, Müslümanlar gideli 10 yüzyıl geçti. Ama ben hâlâ bir İslam kentiyim aslında. Batıdaki bir Doğu kentiyim. Çünkü benim ana arterlerimi, sokaklarımı, kent dokumu Müslüman yapı ustaları biçimlendirdi. O görkemli Endülüs yıllarımda bir arada yaşayan üç cemaat arasında ilginç bir iş bölümü vardı. Müslümanlar yapı ustalarıydı, camiler, medreseler, konaklar, hanlar hamamlar yaparlardı. Hıristiyanlar ziraatçiydi. Yahudiler kuyumculukla, hesap işleriyle, hekimlikle uğraşırdı. Hekimlik babadan oğula geçen zanaattı. O nedenledir ki beni Toledo yapan Müslüman ustaların eserleridir. Şimdi muhteşem katedralime gidiyoruz ama gel sana şu soldaki arada Tornerias (Hırdavatçılar) Sokağı’nda saklı bir başka incimi göstereyim. İşte bu Mezquita de Tornerias, bu sokaktaki hırdavatçı lonca esnafının camisiydi. 11’inci yüzyıl yapısı, ilginçtir eski bir Roma mabedinin üzerine kurulmuş iki katlı, daha sonraki mudejar stilinin öncülü, çok sevimli bir cami. Kıble duvarı ve mihrabı bile duruyor hâlâ. Bodrum katında Roma kemerlerini, kurnalarını görebilirsin. Uzun yıllar terk edilmiş, harap durumdaydı. Restore edildi ve şimdi Castilla-La Mancha El Sanatları Merkezi.”
İşte Katedral meydanındayız. Katedralin karşısındaki Belediye Binasını, 17’inci yüzyılda, ressam El Greco’nun oğlu mimar Juan yaptı. Toledo deyince akla bu bina gelir. Yanındaki, Başpiskoposluk Sarayı. Şimdi bu gördüğün devasa katedralin yerinde eskiden Merkez Camii vardı. Meydan çevresinde de medrese, imarethane, abdesthane, hanlar... Tarih kitaplarına inanma, Hıristiyanlar, beni fethetmedi aslında. Kurtuba Sultanlığı yıkılınca 20-25 küçük emirliklere bölündü Endülüs. Son Toledo Emiri El Kadir, Badajoz Emiri El Mütevekkil’le giriştiği mücadelede müttefiki Kastilya Kralı 6’ıncı Alfonso’yu yardıma çağırdı. Beni altın tepside Alfonso’ya sundu, yardım bahanesiyle gelen Alfonso da fırsatı kaçırmadı. El Kadir’i Valencia’ya sürdü. Ah, El Kadir... Ah, Tulaytule... İsimlerimden en çok Tulaytule’yi severdim ben, öyle güzel, müzikli bir kelime ki... Hele de El Kadir’in dedesi El Mamun döneminde 50 küsür sene tüm Avrupa’nın astronomi, bilim merkeziydim. Gezegenlerin yerlerini, yıldızların hareketlerini ölçen en hassas, en gelişmiş usturlapları bağrımda yetişen büyük alim El Zarkali (Azarquiel) yaptı, equatoriayı, safihayı o icat etti.”

KATOLİKLERİN İKİNCİ VATİKAN’I

“Bak şu Adliye Sarayı’nın yanından inen Santa İsabel Sokağı’nın sonunda Escuela de Traductores (Tercümanlar Okulu) vardır. Uygarlık tarihinde çok önemlidir. Eski Yunan klasikleri, İslam alimlerinin tıp, felsefe, astronomi, matematik kitapları, 13’üncü yüzyılda bilge kral 10’uncu Alfonso’nun kurduğu bu okulda Kastilya ve Latin dillerine tercüme edildi. Karanlık çağı yaşayan Kuzey Avrupa’nın her yanından bilgi peşinde koşan bilim adamları Toledo’ya akın etti. Çünkü Avrupalıların elinde eski Yunan Klasikleri yoktu, barbar istilaları sırasında yakılmış, kaybolmuştu. Bunlar arasında en başta Batlamyus’un (Ptolomeus) Almagest’ini arayan Cremona’lı Gerard, Toledo’ya gelince inanamayacağı bir hazineyle karşılaştı. Arapça bilmediği için Müslüman ve Yahudi tercümanlar yardımıyla 10 yılda 80 kitap tercüme etti. Başta Almagest olmak üzere, Hipokrat’ın, Galen’in, Aristo’nun eserlerini, modern tıbbın babası İbni Sina’nın Tıbbın Temel İlkeleri’ni, El Zahravi’nin El Tasrif’ini, El Kindi’nin Optik’ini, Harizmi’nin Cebir ve Denklemleri’ni, Maimonides’in, Farabi’nin, İbni Rüşt’ün yapıtlarını, tercüme etti. Bu kitaplar Avrupa’da Rönesans’ın, bilim ve aydınlanma çağının alt yapısını oluşturdu, önünü açtı. Yani ben Doğu ve antik çağ birikimini Avrupa’ya aktaran bir köprüyüm aslında.”
“İşte o merkez camisini kiliseye çevirip 1236’ya kadar kullandılar. Sonra Gotik katedralin yapımı 400 yıl sürdü. 120 metre uzunluğunda, 63 metre genişliğinde bir alana oturur ve yer yer 35 metreye yükselen tavanı vardır, çan kulesi 90 metreye kadar yükselir. Koro ve altarının ihtişamı az görülmüştür. Sacristia (Kutsal Emanetler Bölümü) salonunda başta El Greco’nun baş yapıtı Expolio (İsa’nın Çarmıha Hazırlanışı) tablosu olmak üzere, Goya, Lucas Jordan, Tiziano, Rafael’in paha biçilmez tabloları vardır. Belki Sevilla Katedrali gibi çok daha görkemli katedraller vardır dünyada ama benim katedralim, başpiskoposluğum, Katolik kilise hiyerarşisinde Vatikan’dan ve Papa’dan sonra ikincidir. Çünkü İspanyol kaşifler kilisenin ve İspanyol kralların sponsorluğunda Amerika’yı, Uzakdoğu’yu, deniz ticaret yollarını keşfederek Hıristiyanlığı kıtalararası bir din haline getirmiştir.”

EL GRECO, JUDERİA SOKAĞI’NDA YAŞADI

“Ah, hele sen beni bir de Corpus Cristi (İsa’nın Bedeni) günü görsen. Ay takvimine göre, her yıl değişir. Ben bile karıştırırım bazen. Bu yıl 23 Haziran’da. Günler öncesinden sokaklarım güller, kekik dallarıyla süslenir. Mis gibi kokarım. Herkes en güzel giysilerini, geleneksel kıyafetlerini giyer, kilise cemaatleri gruplar halinde yaklaşık bir platform üzerine yerleştirdikleri 200 kiloluk altın ve gümüşten yapılmış, pırlantalarla, yakut ve zümrütlerle, değerli taşlarla süslenmiş Custodia’yı (Meryem Ana figürü) omuzlarına alarak sokaklarımda dolaştırır. Müthiş görsel bir törendir.”
“Haydi, şimdi de bir zaman tünelinden geçer gibi Balaguer Geçidi’nden geçip Santo Tome Sokağı üzerinden Yahudi Mahallesi’ne gidelim. Benimle ta Roma öncesi dönemden beri yaşayan çok önemli bir Musevi topluluğu vardı burada. Hani bahsettim ya, el sanatlarıyla kuyumculukla uğraşırlardı. Santo Tome, Juderia sokaklarında yoğunlaşmış geleneksel hediyelik eşya mağazaları onların mirasıdır. Damasquinado (Şam İşi) olarak adlandırılan çelik zemin üzerine altın işleme kolyeler, broşlar, takılar dünyaca ünlüdür. Hani Endülüs Emevileri Şam kökenli ya, işte onların getirdiği bu sanat önce Yahudi kuyumcular, sonra da Toledo’lu ustalar tarafından günümüze kadar taşındı. Sonra Ortaçağ kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo bıçakları çok meşhurdur.
Juderia Sokağı’ndan inerken solunda ünlü ressam El Greco’nun bir dönem yaşadığı Casa Museo de El Greco’yu (El Greco Müze Evi) ve tablolarını görebilirsin. Biraz aşağıda da Paseo de Transito’ya (Transit Yolu) çıkıp Transito Sinagogu’nu ve Sefarad Müzesi’ni göreceğiz. 1360’da Kral Birinci Pedro’nun haznedarı, aynı zamanda Yahudi cemaatı lideri olan Samuel Levi yaptırdı. Tavan ahşap işçiliği ve duvarlardaki alçı süslemeler muhteşem. Hem Transit hem de biraz ilerisindeki 12’inci yüzyıl yapısı Santa Maria La Blanca Sinagogu’nu mudejar stilinde Müslüman ustalar yaptığı için daha çok bir camiyi andırıyor. Yahudi ve Müslümanlar, hem Emevilerin egemenliğinde hem de 6 ve 10’uncu Alfonso ile Pedro gibi hoşgörülü krallar döneminde özgürce ibadet edebiliyordu. 15’inci yüzyılda engizisyon ortaya çıktı, fanatik Hıristiyan krallar tahta geçti. Sonrasında çok acı çektiler. Benim gurur dolu, barış içinde birlikte yaşama dönemim sona erdi. Önce Yahudiler sonra da Müslümanlar, baskı gördü. İşkenceyle Hıristiyan olmaya zorlandı. Reddedenler sürgüne gönderildi. Sultan 2’inci Bayezid, Valencia limanına üç gemi gönderip Müslümanları ve sefardi denilen bu Yahudileri aldırdı. Müslümanları Oran kentine, Yahudileri de İstanbul, Selanik ve İzmir’e götürdü. Ben o zaman çok üzüldüm. Çünkü yapı ustalarımı, kuyumcularımı ve zanaatkarlarımı kaybettim.

ACEMİ MİMARIN KURNAZ EŞİ

Haydi şimdi de son olarak Katolik Krallar Manastırı’nı görüp San Martin Köprüsü’ne inelim. İspanya’daki en son Müslüman kenti Granada’yı 1492’de fetheden Kraliçe İsabel ve Kral Fernando, gömülmek üzere bu manastırı yaptırdı. Ama sonunda Granada Katedrali’ne defnedildiler. Bak şu ön cephede gördüğün asılı prangalar, Granada zindanlarından kurtarılan Hıristiyan esirlerin. Granada’nın fethi şerefine getirip buraya astılar...
Ve işte yolculuğumuzun sonuna geldik. San Martin Köprüsü. Bu güzel köprüyü 13’üncü yüzyılda yaptılar. Hikayesi hoştur: Köprü inşaatı tamamlanmaya yakınken, mimarı önemli bir hata yaptığını fark etti. Düzeltmenin imkanı yoktu. Hesaplarına göre o hata nedeniyle köprü iskeleleri sökülür sökülmez yıkılacaktı. Mimar ne yapacağını bilemez durumda yemeden içmeden kesildi, geceler boyu kara kara düşünüyordu, eğer köprü yıkılırsa kesin kellesi uçardı. Karısına anlattı derdini. Birkaç gün geçmemişti ki köprünün iskelelerinde bir yangın çıktı, köprü yıkıldı. Kimse anlayamadı yangının nasıl çıktığını ama ben biliyorum. O gece köprünün ayaklarından birine doğru süzülen bir karaltı gördüm, tahta iskeleleri ateşe verip, hızla uzaklaştı. O karaltı mimarın akıllı ve kurnaz karısından başkası değildi. Böylece hem kocasının kellesini kurtardı hem de köprüyü yeniden yapmak için daha fazla para kazanmasını sağladı... İşte bu kadar... Yine gel, sana gösterecek çok saklı mücevherim var...”
Veda edip belediye otobüsüne bindim, istasyona yöneldim. Tren saatini beklerken güzelim istasyonun kafeteryasında kahvemi yudumlarken büyük bir mutluluk ve zevkle tavan süslemelerini seyrediyordum...

UNESCO DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİ’NDE
/images/100/0x0/55ea2187f018fbb8f86d206a


Toledo’yu, Kelt kralı Tubal’ın oğlu Tago kurdu. MÖ 190’da, İber Yarımadası’ndan geçip, Galya ve İngiltere’yi fethetmek isteyen Romalılar fethetti. Askeri garnizona dönüştürüp Toletum adını verdiler. Kaleler, köprüler, su kemerleri inşa ettiler. Yerleşim kent halini almaya başladı. 600 yıl sonra Batı Roma yıkılınca Gotların istilasına uğradı. Visigotlar’a da 300 yıl başkent oldu. Sonra Müslümanlar geldi. Cebelitarık Boğazı’nı geçen, Tarık Bin Ziyad komutasındaki Müslüman Arap birlikler 712’de kenti fethetti. En güzel yıllarını yaşadığı, Endülüs Emevileri dönemi başladı. İber Yarımadası’nı 800 yıl, şehri 350 yıl yönettiler. Cordoba (Kurtuba) başkentti, Toledo ise Kurtuba Sultanlığı’nın komuta merkezi. Kuzeydeki Hıristiyan krallıklarına karşı akınlar, askeri seferler buradan yönetilirdi. Dört kuleli Alkazar’ın yerinde, eski bir Roma sarayının üzerine ilk Alkazar’ı 9. Yüzyılda Müslümanlar kurdu. Hâlâ bugün de Arapça kökenli Alcazar ismiyle anılıyor yapı.

Müslümanlar 1085’te kenti Hıristiyanlara teslim edip gidince bu defa da Kastilya Krallığı ve İspanyol İmparatorluğu’na başkent oldu. Kristof Kolomb Amerika’yı keşfedince, oradan gelen altın, gümüşün zenginliğiyle bir dünya imparatorluğunun merkezine dönüştü. Katolik krallar ve engizisyonun Müslüman ve Musevileri kovmaya başlaması, kentin düşüşünün başlangıcıydı. 1561’de Kral II. Felipe, Madrid’i başkent yaptı. Kral ve aristokratlar, tüccarlar Madrid’e gitti. 200 binleri bulan nüfus, azala azala 20 binlere düştü. Hanedan arasındaki savaşlar, 1800’lerin başında İspanya’yı işgal eden Napolyon birlikleri kente çok zarar verdi. Yenilip giden Alkazar’ını, kilise ve güzelim binalarını ateşe verdi. 1936’daki üç yıllık İç Savaş sırasında en yoğun çarpışmalar kentte yaşandı. Tüm bu acılardan sonra, 1950’lerde Zümrüdüanka kuşu misali küllerinden yeniden doğdu. Restorasyonlarla sur içi bölgesi onarıldı. Şimdi 13 bin nüfuslu bir açık hava müzesi. UNESCO, 1986’da şehri Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aldı.
False